Sabahları erken kalkarım. Daha doğrusu erken kaldırılırım. imam efendinin salasından önce birisi kapıma dayanır. Yoğurda bandırılmış bayat ekmeklerin içinde olduğu torbayı, alelacele elime takar, evden çıkarım. Sokak işe başlamamışken, bir ben işe başlarım bir de kediler.. Kimisi, peşine irikıyım bir köpek takıp sokak arasından önüme fırlar; kimisi, araba altlarından kaçıp kaçmayacağına kararsız, torbadaki ekmekleri süzer. Bir başkası- daha çok tombulları- kasap önünde, kasabın kepenk açmasını bekler. Bir başkası ise aniden çöplükten çıkar, dört ayağı üzerine yalpalayarak düşer. Hele bir bahar gele görsün anaçları, uzun sololarla umulmadık yerlere ürer. Bu mutat varlıkların ürediklerini çok görmüşümdür de öldüklerini hiç görememişimdir. Nerede ölür bunlar? Nerede yok olup gider bilmem. Her sabah, bu kedi manzaraları karşısında bunu düşünmeden yapamam. insan işte. Rahmetli pederim: "insan ne işin müptelası olursa rüyasında onu görür." derdi. Bizimki düşü aştı da hayata aksetti. işim mezar taşı yazıcılığı. Kolay değil. Merhumun adı nereye yazılacak, Fatiha üzeri mani yapılacak mı, gül desenli mi olacak yoksa adını bilmediğim bir çiçek desenli mi? Bunun yanında rahmetlinin yakınlarına baş sağlığı dilenecek. Gönül kabullendiğince dil döndüğünce kalıp iki laf edilecek ve "Her canlı ölümlüdür!" denilecek. Sonra çekicim taşa yeni isimler dövecek. Her şey ölüm"
Gerçekten nerede ölür de çürür bu sırnaşık yaratıklar? Dervişin fikri neyse zikri de o olurmuş. Benimki de bu hesap. Çoğu kez bunu düşünerek özensizce rulo şekline getirilip kapı koluna yerleştirilmiş gazetemi alır, besmeleyle kapımı açarım. ilk önce kapıma alışmış birkaç evcimen kediye, o gün uğramışsa, torbamdaki azığı hediye ederim. Sonrası belli: Gazete eşliğinde kahvecinin henüz çökmeyen çayından açık bir çay alır, isimlerini bekleyen taşlardan birinin üzerine gazetemi serer, bir diğerine otururum.
Sürmanşet ve manşet: Siyaset gündemi... O tarakta hiç bezim olmadı.
Üçüncü sayfa: Mezar taşlarıyla uğraşan biri için de olsa güne başlarken endişe verici.
Orta sayfalar: Ekonomi. Azcık aşım kaygısız başım.
Spor: Gerçek manada mı?
Ve son sayfa: Kültür- Sanat; işte buraya geldiğimde kelime kelime okurum. Baleden operadan anlamam ama küçükte olsa, varsa ilgimi çeken haber okurum. Haa bu arada okuduklarımı da defterime not etmeden geçemem. Bir sayfayı ikiye bölerim.
Bir tarafta kaybolanlar. Bir tarafta bulunanlar.
Defterim kabarık. Hısım, hasım bir mezar taşı ustasının defter tutmasına dudak bükse de yılların verdiği bir alışkanlık. Atamıyorum elimden.
Çok uzun zaman oldu.
Senesini tam hatırlamıyorum. Şöyle söyleyeyim ki küçük şehrimizde çiçeklerin, dalından koparılmasının yadırgandığı ve henüz pazar tezgâhlarında yer almadığı dönemlerdi. Yani çiçekler kadar renkli, bir o kadar da gri bir zaman dilimi. işte bu vakitlerde benim için mazi, derinde kalıp görünmeyen bir kör kuyuydu. Gelecek ise ufuk ötesinde görünmez ve düşünülemez bir mefhum.. Çarşımızdaki her insan gibi günü birlik yaşar, kendi yağımda kavrulur, yuvarlanıp giderdim.
Kocaman şehirlerde olduğu gibi bir arastamız yoktu; ama bize yeten vakti zamanıyla kurulmuş bir çarşımız vardı. Kesme taştan örülmüş, bodur minareli bir camiinin etrafında örgütlenmiştik. Efendim, yeter ki bir insanın ihtiyacı olsun. Bu çarşıya gelsin insan, kendini Hint pazarında hissederdi. Arap sabunu imal eden Tahsin Ağa'nın sabunuyla yıkanan, ömür billâh hamama gitmesin. Hacı Şerif'in bakır tasından bir iç, ömrün tükenmesin. Topal Sıtkı'nın testilerinden mi içersin Keşiş Dağı'nda bu denli soğuğunu bulamazsın. Mefruşatçımız Halil Usta'nın allı morlu pazenlerini, basmalarını yetmişlik ihtiyara giydirsen, taze gelin diye dünürü çıkagörsün. Kilimci Dul Hanım Ana'nın kilimlerine kıyamaz, ayak süremezsin. Bunlarla sınırlı olsa iyi... Süpürgeci Halim Ağa, Demirci Hafız, Nakkaş Refet, Camcı Davut, Ciltçi Ferruh, Berber Kazım.. Daha sayamadığım niceleri.. Camiinin tıpır tıpır damlayan şadırvanından aşağıya doğru tespih tanesi gibi sıralanırdı dükkânlarımız. Cuma günü gelince, Cuma cemaatinin kalabalığına pazar ahalisi karışırdı ki; mahşer yeri sanırdınız. Onun dışındaki günlerde, meskûn dükkânlarımızda hoş muhabbetler olurdu. Acı kahve yanında lokum söylenir, bir taraftan gelecek Cuma pazarına yetiştirilecek işler için dur durak bilmeden çalışılır; bir taraftan da gelen misafirlerle koyu hasbıhallerde sebepli sebepsiz kahkahalar atılırdı.
Yaz aylarını hiç sormayın. Çarşı yolunu ikiye yaran, kimin ektiği bilinmez çınarın altına taburelerimizi atar, meclisi kurardık. Gelenler arttıkça şerbetçiye işaret edilen parmaklar artardı. Gölge altında, gül şerbeti ferahlığına birde çınar başındaki Berber Kazım'ın gramofonundan gelen musiki eklenince neler neler konuşurduk. iğnenin deliğinden girer, aşkın enginliğinden çıkardık.
Ecdattan süzüle süzüle gelen son ama çok değerli katrelerdik. Buharlaştık, yitik olup gittik. Görünmez bir diyara çekilip yok olduk. Tekrar yağmur olup yağar mıyız dersiniz? Ama kediler kaybolduktan sonra gelmiyor ki. Nerde öldükleri bilinmiyor ki!
Çok geç anladım kedilerin iz bırakmadan yok olduğunu.
Çok geç anladım kedilerin değil de onları taşa tutup kovalayanların nankör olduğunu.
Dünya'nın döndüğünün nasıl farkında değilsem değişimlerinde nasıl olduğunun farkında değildim. Yaşamla körebe oynadığımız bu günlerin birinde Demirci Hafız Emmi, dükkânıma uğramıştı. Elinde benim zamanında kendisine yapmış olduğum tabelası vardı. Kocaman harflerle "Demirci Hafız" yazmıştım. Muhabbetim sonsuzdu Hafız Emmi'me. O yüzden tabelasının yanına birde çakı resmi oturtmuştum. Umurgörmüş bir insandı Demirci Hafız Emmim. Bu yüzden her zaman umutlu ve dolu dolu konuşurdu. Ama;
O gün Demirci Hafız Emmi'yi bitap ve çaresiz gördüm. Tabelada hüviyetiyle girdi içeriye. Selam verdi. Selam aldık. "Al!" dedi bana. "Bu demir sana lazım olur. "Niye söktün, bir edepsizlik mi yaptık Hafız Emmi?" demeye kalmadı, ağladı. Kızıl sakalını ıslata ıslata, "Bizim ateşimiz yetmedi. Bizim ocağımız söndü" dedi. Hafız Emmi'ye, "Sebat et." dedim. "Yok." dedi. "Olmaz, Tabelacı Yunus oğlum, olmaz." dedi. "Zamane ateşi karşısında bizim ateşimiz bir mum ateşi... Bir üfürümlük canımız kaldı." Hüviyeti içeride; Çıkıp gitti. Bir daha görmedim kendisini.
Mezar taşı nedir bilmezdim. Hiçbir şeyin farkında olmadan baba mesleği tabelacılığı sürdürüp gidiyordum. Demirci Hafız Emmi'ye müteakip Hacı Şerif'in dükkânından bakırların takırtıları kesildi. Onun müdavimleri, çarşımızın seyrek misafirleri, kalaycı kavruk çingeneler mekânımıza gelmez oldu. Tahsin Ağa'nın mis kokulu sabunlarını şadırvanlarda bulamadık. Halim Ağa'nın süpürge otları kalanlara yakacak oldu. Ferruh'un ciltlerinin içleri boş kaldı. Topal Sıtkı'nın dükkânı, kırık dökük testilerle ören yerine döndü. Kim birleştirecek bu parçaları bilmiyorum.
Çok geç anladım, medi bırakıp cezirde olduğumuzu.
Ve ben farkında değildim.
Hepsine büyük bir itinayla yaptığım tabelalar, dükkânıma tek tek dönüyordu. Daracık ekmek teknem, zamanla paslanmış tabelalardan geçilmez oldu.
Yaz güneşi doğmadı. Kar üzerine tipi esti. Tipi üzerine kar yağdı. Hiçbirinin izi kalmadı. Bu karlı günleri henüz düşünmediğim bir gün yeni bir iş aldım. Bir gün ki Tabelacı Yunus'u Mezar taşı Usta'sı yapan Yunus.
Saçı sakalı birbirine karışmış, yüzünün yaşlılığı, cüssesinin çevikliği yüzünden bir türlü yaşını kestiremediğim bir kişi dükkânıma geldi. iyi bir ücrette anlaştık. Dikdörtgen bir tabelaya, pembe fon üzerine mavi yazıyla "sıtar kafe" yazacaktım. Ayrıca altına küçük başlıklarla çay, kahve, tost bulunur ekleyecektim. Bir gün boyunca terimi terime katarak çalıştım. Özenerek eğik bir yazıyla yazmıştım. Sıtar'ın S'sinin kuyruğu, kafenin K'sıyla birleşmişti ki çok hoşuma gitti. O günü o kadar iyi hatırlıyorum ki. Hatta çok gururlanmıştım da kendi kendime sırıtarak, "Eline sağlık be Yunus Usta" bile demiştim. Neyse efendim, yaşını merak ettiğim insan anlaştığımız gün çıkageldi. Tabelayı bir Usta'nın kendine güvenen dikliğiyle çocuğa uzattım. "Sağol Usta, çok güzel olmuş. Elin, kolun dert görmesin. Paranın bereketini gör." gibi iltifat bekliyordum doğrusu.
Hiçte öyle olmadı. Kolunun biri uzun biri kısa olan müşteri, bana elini uzatıp yaşını öğrenmeme imkân vermeyen sivri ve buruşuk yüzünü ekşiterek: "ihtiyar" dedi. "Sen hangi çağda yaşıyorsun?"
Böyle kalsa iyi.. Daha neler demedi ki: "Doncuya tabela mı yapıyorsun? Elektronik tabelalar çıkmışken ben mekânım otantik olsun diye, senin gibi bir antikacıya geldim. Senin dükkânın değil, kendin de bir antikaymışsın." Kafe değil cafeymiş. Kahve değil coffeeymiş. Sıtar yazmışım. Star yazılırmış ki yıldız anlamındaymış.
Bunları bilemem, ama o gün gökten bir yıldız daha kaydı. Görünürden geldi; muammaya yelken açtı.
O gün tabelamı söktüm. Diğer ustaların bana gönderdikleri tabelalarla birlikte bir demet yapıp hurdacıya verdim. Son tabelamı, belediyenin daha tarihi görünsün diye bana verdiği iş için yaptım. "Çınaraltı Kapalı Çarşısı", benim tabelamla "Tarihi Kapalı Çınaraltı Çarşısı" oldu. Günlerce dolaştım ne iş yaparım diye. Değişmeyecek, kaymayacak bir iş aradım. Yazı, altın bileziğim. Yazıdan vazgeçemezdim. Ebedi olan ölüm.. Baki olan insan değil; insan ismi.. Ne kadar insan isimleri değişse de, Ahmet'in Mehmet'in isimlerini yazarım ve dua ederim Ahmet'ler, Mehmet'ler tükenmesin diye...
Ve o günden bugüne mezar taşı yazarım, defter tutarım. Bu günkü gazetede ki bulunmaya çalışılan ve kaybolanların haberlerini tuttuğum gibi.
"... Üniversite Öğretim Üyelerinden Hasan ... kaybolan Türk Kırmızısını bulduğunu iddia etti. Açıklamasına göre...
"Büyük Saygısızlık... Mezarlığında yatan ünlü Divan Edebiyatçısı Yusuf Nabi'nin mezarı açılıp, bir başkası defnedildi. Nabi'nin mezar taşı ise, mezarlığın bir diğer ucunda bulundu. Yetkililerin verdiği bilgiye göre..."
Türk Kırmızısını çok gördüm, nerede öldü bilmem ki!
Nabi'nin Hayriyyesi'ne mi sorsak? Taşı okunmayanın Hayriyye'sini kim okur ki!
Bilemem...
En iyisi hayırlı bir iş yapmak. Bugün geçte olsa gelen, şu birkaç kediye, yoğurda bandırılmış ekmek atıp beslemeli. Hem, suda vermeli. Kim bilir, belki bir daha göremem...