Kaç kişi uğraştı onunla o tarihte? Karakol polisinden başbakana, orta diplomalı savcıdan, fındık kafalı şube müdürüne kadar, renksiz bir faşistler tespihinin irili ufaklı bütün taneleri...
Şimdi nerdedir bu tespihin o günkü taneleri? Biri kimbilir hangi kahvede emekli maaşlarını izleyen öksürüklü bir ihtiyar. Biri kimbilir hangi mezarlıkta kaybolmuş bir ölüdür...
Ya o?
Onun sesini ilk defa dün gece duydum. Bir Fransız plağında konuşuyordu.
Tespihin çürük taneleri, yeryüzünün milyonlarca evine dağılan ve pikaplarla radyolardan dalga dalga yükselen bu sesi durdurmaya ve susturmaya artık yetmiyordu.
Bir ses gür olduğu zaman ne karakol polisinin gücü, ne başbakanın emri, ne savcının iddiası, ne şube müdürünün dosyası bu sesin, yıllar sonra da olsa, yeniden ortaya çıkıp dünyayı kaplamasını engellemeye yetmiyor.
Ses plak oluyor, band oluyor, radyo dalgası oluyor ve mutlaka beklenmez bir gecede bütün ihtişamıyla giriveriyor odanıza...
* * *
Müthiş bir şey bu ses...
Cücelerin tutmak ister gibi öne doğru açılarak uzanmış parmaklarının arasından, kollarının altından, başlarının üstünden bir bahar rüzgârı esişiyle gece gece boşlukları dolduruyor ve en kuytu köşedeki evlerin, en kuytu odalarına kadar giriveriyor...
Neredesin ey etleri çoktan çürümüz zindancı başı, neredesin fındık kafalı şube müdürü... Fırla git Paris'e, Japonya'ya, Peru'ya atla, tuttulabilirsen bu sesi... Bak dalga kabara genişleye dünyaya yayılıyor bu ses...
* * *
Yıllar yılı tutmak, zaptetmek istemişlerdi bu sesi...
Olmadı...
Beklenmez bir gecede evime kadar geldi:
- Merhaba...
Merhaba dost, merhaba...
- Ben yanmasam -diyor- sen yanmasan...
Bekliyorum otuz yıl öncesinin çürük yumurta kafalı budalalarından da bir cevap aksedecek mi? diye...
Nerde, çoktan kaybolup gitmişler onlar... Işıksız ve meçhul bir boşlukta, değersiz beyinlerini kurtlar çoktan yemiş bitirmiş bile.
Ama birbirlerinin karşısında selâm vere vere, telefonları yapışa yapışa, dosyaları havale ede ede tutmaya uğraştıkları ses, karşımdaki pikapta çınlaya çınlaya gelecek kuşaklara doğru uzanmada:
- Korkuyu görmek için boşuna bakacaklar gözlerime.
* * *
Sokrat'ı idama mahkum ettiler, ama beş bin yıl sonra Eflâtun'un kitaplarından çıkıp hâlâ oturuyor karşımızda. Thomas Moor'un kafasını kestiler, hâlâ kitapçı vitrinlerinden dipdiri gülümsüyor dünyamıza. Jaures'ı vurdular ama öldüremediler.
Kurşun, bıçak, ip, bomba, zindan... Yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor hiç biri... Bir de bakıyorsunuz meçhul bir gecede sokuluveriyorlar yanınıza. Bir merhaba çakıp oturuyorlar karşınıza. Bu fikrin ölümsüzlüğüdür ki, sahiplerini beraber götürür sonsuzluğa... Ve salakların cinayetleri sadece kendi leşlerini bırakır unutkanlığın kuyusunda...
Nasıl da bu gece hiç beklemediğim bir anda evime geldi bu ses. Kahırlar, acılar ve ihanetlerle hiç bükülmemiş:
- Mahkum olmak önemli değil, mesele teslim olmamaktadır.
* * *
Biliyorum bu ses binlerce yıl geze dolaşa ve her evde, her köşede çınlaya çınlaya kuşaklar boyu yaşayacak...
Ya sen şube müdürü, sen karakol polisi, sen başbakan... Sen zaten insanlık dünyasına hiç doğmadın... Onun içinde yaşaman söz konusu değildir.
Perdeleri indirmek, güneşi söndürmeye yetmiyor.
Ve kopunca bir gün gün perdeler ipleriyle çivilerinden, güneşin ışıkları pis bir paçavra yığını halinde vuruyor onların üstlerine...
- işte, diyor insan, "ahmakların eseri" bu pis, tozlu, siyah paçavralar... Ve bizim eserimiz yâni benliğimiz ve kendimiz, bu sönmeyecek güneştir.
Güneşe karışanlar aydınlatıyor insanlığı, çukurlara gömülenler ise bir yüzkarası olarak hafızaların boşluğunda kaybolup gidiyorlar... Ne sesleri duyuluyor bir daha, ne sözleri.
araştırmalara göre seslerin hiç bir zaman kaybolmadığı bir gerçektir.
doğada çıkan her ses durmadan devam ediyor. uzayda yayılıyor. sadece biz duyamıyoruz belli bir uzaklıktan sonrasını... algılayamayız belki konuyu ama 4. boyut ya da zamanla ilintili bir durum.
şimdi bir de uzaydaki ses kirliliğini düşünün bakalım.