bir süre önce yazmaya başladığım fakat uygun bir kurgu üretemediğim için yarım bıraktığım hikaye taslağıdır. bu yüzden paylaşmakta bir sakınca görmüyorum, hatta bunu bir sorumluluk olarak görüyorum.
"En büyük sorumlulukları üstlenmekten gelen gururu bundan kimsenin haberdar olmadığını bilmekten gelen sıkıntıyla kaynaşıp içinde derin bir keder oluşturuyordu ihtiyar karganın. Görmezlikten gelinen, vazgeçilen bir dünyada, Tanrının izlemek istemediği bir dünyada, olan biteni gözlemek için görevlendirilmişti o. Bu soğuk sonbahar gününde yüksek, eski, bakımsız bir binanın saçakları arasında kendisi için büyük bir konfor vaat etmeyen bu küçük oyukta yaşamaya başladığından bu yana yirmi yedi yıl geçmişti. ilk zamanlarda buraya alışmak en büyük problemi gibiydi; sıcak yaz günlerinde oyuğun ağzına yanaşarak temiz hava almak kendisi için mümkündü ama havalar soğuduğunda mecburen oyuğun dibine kadar sokulup içerideki nemli, ciğerlerini boğan rutubet kokusunu teneffüs etmek zorunda kalıyordu. Aşağıda uzanıp giden cadde geniş olmadığından araçların pek uğramadığı bu köşede gürültüden uzak kalıyor olması onun için sevinilecek bir şeydi. Binada yaşayanların pek gürültücü kimseler olmaması da onun için bir teselli kaynağıydı. Yalnızca, zaman zaman hemen arka tarafındaki daireden zayıf, titrek bir keman sesi yükselir, aslında pek güçlü olmayan bu ses binanın eskiliğinden ve zayıflığından olsa gerek, birbirini tanımayan yoksul ve kalaba aile fertlerinin yorgun argın adımladığı basamaklarda şöyle bir dolanır, havasızlıktan ve rutubetten kaynaklanan ve solunumu imkânsız kılan dayanılmaz küf ve ter kokularıyla kaynaşır ve dışarıya savrulurken ihtiyar karganın küçük ikametgâhına da uğrardı. Böyle zamanlarda bu dayanılmaz koku ve bu titrek keman sesi ihtiyar karga için ayrılmaz bir bütün, aynı şeyin parçaları gibi bir tesir uyandırırdı. Zaman ilerledikçe içinde kök salan, katılaşıp kemikleşen bir umursamazlık öyle belirgin bir hal kazandı ki el yordamıyla dahi kalbine yakın bir yerlerde bunu bulup hissetmek mümkün olabilirdi. Kendisine pek uzun gelen ömrü süresince görüp işittikleri, duyarsızlığı onun için bir sığınak, içini rahatlatan bir teselli haline getirmişti. Kendisi için anlaşılmaz olanın bir önemi yoktu, anlamaya çalışmanın bir gereği de yoktu. Şuuru da aynı avuntuya sığınmış, vazgeçmekten yenilginin değil zaferin doğacağına garip bir inanışla ikna olmuştu. Bazen bu durumdan yola çıkarak her şeyin anlamsızlığına hükmeder fakat bu derece karmaşık olan bir şeyin nasıl olup da bu kadar anlamsız olabileceğini kavrayamazdı. Ona göre yaşam dedikleri şeyin gerçekten bir sırrı varsa o da işte bu bilinmezlikten ibaretti. Sürekli olarak sebeplere yönelen aklın, sıra kendisinin ve yaşamın sebebini kavramaya geldiğinde gerçeğin soğuk realitesi karşısında nasıl bir duvara tosladığını görüyor ve buna rağmen her şeye bir anlam yüklemek çılgınlığının son bulmayışına hayret ediyordu. insanları izleyip yaşamlarının yasaya uygun olup olmadığını gözlemesi için görevlendirilmesinden bu yana tam yüz otuz yedi yıl geçmişti. O günden bu zamana kadar geçen sürede gördükleri sadece içindeki mutsuzluk hissini arttırıyordu. Ona göre insan; kendi tutkularına hapsolmuş, tüm detaylarıyla ancak kendi algısının eseri olabilecek bir gerçekliğin içine yuvarlanmış, tüm yargılarının ancak kendi realitesi içinde anlamlı olabileceği baş döndüren, bitip tükenmeyen bir fantezinin içinde yalpalamaktaydı. Bu basamaktan sonra gelen şey insanın kendisinde başlayıp kendisinde bittiği gibi bir düşünceydi ki hakikatte ona yine kendisinden başka hiç bir şeyin verilmediği düşünülürse bu durum hiçte garip değildi. Bunu ne zaman hatırlasa bu durumda her insan için bir gözcü gerekmez miydi? diye kendisine soruyordu. Kendisine sorulduğunda insan hakkında nasıl bir hükme varacağını da kestiremiyordu artık. Bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Kendisince pek uzun sayılan ömrü boyunca gördüklerinin yığını altında ezilen hafızası düşüncelerini netleştirmesine engel oluyor, çok eskilere uzanan hikâyesi süresince edindiği tecrübesi yine aynı sebepten dolayı yararsız hale geliyordu. Zaman algısı genleşmiş, çok boyutlu bir şekil kazanmıştı. Ona göre zaman, sabit iki nokta arasında uzanan tek boyutlu düz bir çizgiye benzetilemezdi ve maalesef insanlar bunu böyle algılıyordu. Zaman; her yöne uzanan, sonsuz boyutlu öyle bir labirentti ki her bir doğrultusu üzerinde eylemlerin ve sonuçlarının, algıların ve duyumsamaların şeffaf zerreciklerinden oluşmuş, sonsuzluk hissi veren odacıkları içinde barındıran bir küreye benzetilebilirdi. Bu odacıklardan hangisine el uzatılsa bir avuç gerçeğe temas edilebileceğinin de bilincindeydi üstelik. Birbirini yalanlayan, imkânsız kılan gerçekler. Öyle ya, her şey gerçekti, ama yalnızca bir anın gerçeği. Sonsuz uzanımları, dipsiz yankıları olan bir an. Ah şu insan! Ne kadar da usta idi bir anı dondurup her imgenin üzerine giydirilebilecek bir mutlak hakikat, gerçek yaratmakta. Bu yüzden olsa gerek, ressamları ve heykeltıraşları acımasız ve bağnaz buluyordu. Ona göre bir heykel yontmak, cansız bir cisme kendi gerçeğini değişmez bir hakikat halinde giydirmek, o yargıyı cisim üzerinde hâkim olacak tek gerçek haline getirmekti. Ne söyleyebilirdi? Suçluydu insan, kendi değişmezlerini yarattığı için, kendi eylemlerini doğrulamanın ölçüsü olarak yine kendisini ele aldığı için suçluydu insan. Uykunun kendisine söylediklerini hatırladı birden. Ne kadar zaman önce olduğunu bilmiyordu. Çok uzun zaman önce ona şöyle demişti, Uyku -ben senin özgürlüğünüm, ben insanlar için de benzeri olmayan bir özgürlüğüm. Sizin yaşam dediğinizden arda kalan bir avuç külden başka bir şey olmayacak. Hâlbuki ben size hesabını vermek zorunda olmayacağınız eylemlerinizi hediye ederim. Size düşler de veririm. Orada sizin için kaygılanmanızı gerektirecek bir şey yoktur. Ne sahip olduklarınız, ne de size sahip olanlar size zarar verebilir. Şöyle söyle insanlara uyuyunuz, bu sizin için bulunmaz bir iyiliktir. Sahip olduğunuz erdemlerinizi de uyutunuz. Onların uyuduğu yerde erdemleriniz için çekişip durmanıza gerek kalmaz. Size sahip olan hırslarınızı da uyutunuz. Böylece kendilerini tanıyacak olan hırslarınız size eziyet etmekten korkacaktır. Çok isterdi bunu insanlara anlatabilmeyi ama görevi bu değildi. O sadece izleyecekti olan biteni. Sorulduğunda anlatmak üzere biriktirecekti görüp işittiklerini ve şikâyet ederek başlayacaktı anlatmaya. Kişisel bir şeydi bu; sevilmiyordu insanlar tarafından. Kendisinin sevimsizliğinden yakınarak bahseden o kadar çok insana şahit olmuştu ki her birinin yazgısında bunun böyle olacağının yazılı olabileceğini bile düşünüyordu. Nesi vardı hâlbuki? Neydi onu böyle sevimsiz kılan? Kendisini pek öyle beğenmese de bu kadar nefret edilmeyi hak etmediğinden kuşkusu yoktu. Bunu en çok güneşli yaz günlerinde düşünürdü. Kimse tarafından rahatsız edilemeyeceği bir yer bulduğunda güneşin tadını çıkarmaya bayılır, temiz olduğu zamanlarda güneşin siyah tüyleri üzerine vurmasıyla kazandığı parlaklık onu kendisinin zarif bir görünüme sahip olduğuna ikna etmeye yeterdi. Ne var ki şimdi, bu soğuk sonbahar gününde böyle bir imkândan mahrumdu. Şimdi burada, bu tenha sokağın bir köşesinde, kırmızı tuğlaları kirden ve sisten kararmış bu eski binanın saçakları arasında, ömrünün ve görevinin son günlerini geçirdiği bu viranede sığınabileceği tek düşünce bu sıcak yaz günlerinin münzevi keyfi gibiydi. Fakat gelecek yazın sıcak günlerinde kavuşacağı rahatın umuduna sığınamazdı. Pek çok tecrübeyle biliyordu ki umut zor yolu seçenler için güvenilir bir dost değildi. Zayıflıktı umut, insanca olandı; yaşamı zehirleyen, tapınakların süslü köşelerinde yüceltilen değerleri ardında savaşlara yuvarlanan insana göre. Kör gözlere duyulan güvendi umut; aklı dondurup kalıplaştıran inancın kollarından süzülen güvenle görmeyen gözlere kendini bırakmaktı. Düşünmek istemedi bundan sonrasını, tek istediği biraz temiz hava almaktı. Bu arzuyla yuvanın ağzına kadar gelip başını dışarıya uzattı, sokağa bir göz attı. Etraf sakindi, koyu bir sis tabakası içinde daha iyi seçebildiği tek şey binaların bacalarından yükselen siyah duman bulutlarıydı. Bu manzaradan içi sıkılarak içeriye yöneldi tekrar, ihtiyar bedenini nemden ufalanmakta olan beton zemin üzerine bırakır bırakmaz tatlı bir uykunun avuçlarında buldu kendini. Ruhuna gençlik veren, zindelik veren tatlı bir rüyanın ışık oyunları kapladı her yanı.
*****
Ellerini usulca gökyüzüne kaldırdı büyücü; toprak kayıyor ayaklarının altından, boşluğun avucundaki topukları yaşlı bedeninin sarmaş dolaş olduğu hafif, pamuğumsu, şeffaf bir boyutun tünellerine uzanmanın telaşında tatlı tatlı ürperiyor. Tarihin göğsünden beslenerek büyüyen depremlerin, trajedilerin, felaketlerin, günah yüklü tohumları gökyüzüne savuran fırtınaların, yaşayanların imkânsız kıldığı doğmayacak olanların çığlıklarının bir arada sükûna kavuşarak ürpertici bir ezgi halinde süzüldüğü kulakları bu netameli ezgiyi bir daha duymayacak. En çileli imtihanlarla denenmiş bir inanç kadar sabit olan gözleri akıp giden bulutlar arasında yalnızca kendisine hitap eden, uykularını donduran karabasanların taşıdığı felaketlerden korunabileceği hiç tanımlanmamış bir boyutun müjdecisi olacak bir işaret bekliyor.
Kendi felaketinin bestecisi, kişisel kıyameti, yazgısının kara noktası olan dudakları kıpır kıpır. Kelimeler yetmez; acizliktir kelimeler, müşterek olana razı olmak, tanımlanmış olan içerisinde kendi paydanı aramaktır kelimeler. Bu yüzden konuşmuyor hiç. Gözlerini ufukta akıp giden bulutlardan ayırmayarak iki adım atıyor. Gören olsa bu iki adımda ufka varacağına inandığını düşünür. Neyse ki yapayalnız. Yeryüzünün hiçbir kıtasına ait olmayan bu kara parçasında yalnızlığın cisimleştiği öyle anlar vardır ki kaynaşan kum tepeciklerinin üzerinden öfkeyle kabararak esen rüzgâr yalnızlığın cisme büründüğü bu katı bloklara çarparak öfkesini kusar. içinde taşıdığı alev yüklü yıldırımlarla kurumuş topraklara cehennem yağdırmaya her an hazır bulutlar kırmızı ve turuncu renk salkımları şeklinde sonsuz salınışlarına devam eder.
Yalnızlığının yükselen katı blokları arasında usulca dizleri üzerine çöktü büyücü Anşar. Zamanın yaklaştığını biliyordu. Uzun sürmedi bu bekleyiş. Uzaklarda, alevden örülmüş bulut kümelerinin ortasında siyah bir nokta büyümeye başlamıştı. Nihayet görevi sona eriyordu. Anşar, görünen dünyanın temsilcisi, kendini dinlemeye çekilebilecekti haberi ulaştırdıktan sonra. Boşlukta kendisine doğru süzülen siyah nokta gittikçe daha fazla detay kazanarak yaklaştı, sıcak hava kümelerini birkaç kanat darbesiyle hırpalayarak Anşarın dizleri üzerine ayaklarını bastı. Karga, kat ettiği onca mesafeye rağmen hiç yorulmamıştı, bu yüzden çok severdi rüyaları. içinden Uykuya hak verdi yine. Söze başlaması gerektiğini biliyordu.
Hiç kimse tarafından söylenmemiş öyle yalanlara inanıyorlar ki buna şahit olmayı bile günah sayarsın. Onlar, Tanrının kendileri için yarattığından daha fazlasını Tanrı adına yaratmakta hiçbir sakınca görmediler. ilerlemek için adımlara ve hissetmek için kalplere sahip olanlar, onlar, ne oldu da gözlerinin uzanabildiği kadarına değil, ayaklarıyla çiğneyebildikleri kadarına sahip olabileceklerini unuttular? Kendilerine eziyet etmekten böyle zevk alan bir ırk daha var mıdır? Tanrı adına yarattıkları şeyler arasında adına erdem ve inanç dedikleri şeyler de var. işte bunların her biri ardında yine bu canavarların eliyle itildikleri kavgalardan dahi zevk alabiliyorlar. Yanılgılarının rahminde beslenen ve tevazu dedikleri bir şeye de itibar gösteren yalnızca onlardır. Hakikatte itibar ettikleri ise birbirleri arasında saygınlıklarını arttırmaktan başka bir şey değil. Bir kusurları da öğrenememeleri; pek az vahşilik atalarından kendilerine kalmışsa da her çağda en rezil barbarlıklarının örneklerini sergileyen onlar. Böylece kendi vahşetleri tarafından cezalandırılmalarına rağmen yaşadıkları dünyanın efendisi değil, bir parçası olduklarını da anlayamıyorlar.
Sessizce dinleyen Anşar, daha söyleyecek çok sözü olduğu belli olan Karganın sözünü kesti ve şöyle dedi;
Belli ki onlar Tanrının yarattığı evrenin efendisi olmak isterken bunun için yarattıkları değerlerin kölesi olmuşlar. Çektikleri acı bundandır. Çekecekleri acı da bundan olacaktır. Şimdi git, kapının bekçisiyle konuş. Keyhatu seni dinleyecek ve mahkeme kurulacak.
*****
Gök gürlemesine benzeyen sesiyle kendisini tanıtan kapı bekçisi ellerini kabzası üzerinde birleştirerek hafifçe yaslandığı enli kılıcını sağa ve sola hareket ettirerek konuşuyordu. Başının arkasında topladığı saçları çekik gözlerinin daha da kısık görünmesine sebep olsa da bekçiliğini yaptığı cehennemin alev demetlerini etrafa saçan kırmızı göz bebekleri rahatça görülebilen Keyhatu hiç şüphesiz gücünü yalnızca bu korkunç kılıçtan almıyordu. Hayvan postlarından yapılmış pelerinin altında konuşurken sarsılan omuzlarının genişliği ve kalın ağaç gövdelerini andıran baldırlarıyla Karga;nın karşısında dikilen bu muhafız gerçekten heybetliydi. Çenesinin iki yanına uzanan ince bıyıklarının hafif kımıldanışları arasında anlattıkların insandan sorulacak ve Anşarın isteği yerine getirilecek dedi.
*****
Nihayet mahkeme kuruldu ve hesap vermesi için çağırılan insan beklenmeye başladı. Alabildiğine geniş olan ve girişi ya da çıkışı olabileceğine dair en küçük bir fikir vermeyen salonda beklemeye alınan Karga etrafı incelemeye koyuldu. Yanı başında elindeki ürkütücü kılıcı ve alev saçan kırmızı göz bebekleriyle Keyhatu dikilmiyor olsa, daha cesur davranır, çevreyi incelemek arzusunu yenemez ve boşluğun ortasındaki karanlığa hapsolma hissi veren bu tuhaf yeri biraz daha iyi inceleyebilmek için çevreye bir göz atabilirdi. Bulundukları alanın ortasında küçük bir kısmı aydınlatan garip bir ışık sütunu dikkatini çekiyor, fakat bu ışığın kaynağını bir türlü kestiremiyordu. Bu ışığın aydınlattığı zemin üzerinde gözüne bir şey takıldı; kendisine baktıkça yüzündeki acı ifadenin derinleştiği sezilen ve karnına yapıştırdığı dirsekleriyle bir sancısı olduğu düşüncesini uyandıran, gözlerini diktiği istikamete uzanmış elleri ve kasılmış parmaklarıyla, yapışıp kaldığı zeminden kurtulmak istiyormuş gibi bir hali olan bir erkek resmi soğuk beton üzerine kazınmıştı. Cennetten kovuluşunun ardından yeryüzünde cennetin taze hatıralarıyla dolaşan insan gökyüzüne böyle uzanmış olmalıydı. Ne var ki kovulmanın kesinliği dünya yaşantısının ebediliği hakkında hiçbir fikir vermiyordu. Şimdi bu ışık demeti altında hapsolduğu soğuk betondan kurtulma mücadelesi veren insan cennetten kovuluşun mutlak olduğunu bilmekle beraber bunun ebedi olup olmadığıyla ilgilenmiyor gibiydi. Yüzündeki acı ifadenin belirgin şekilde silindiği görülebilen erkek, kasılan parmaklarıyla önce suratını gizlemek ister gibi bir hamle yaptı. Ardından ellerini karnına doğru çektiği dizlerine yapıştırıp uzandığı zemin üzerinde hafifçe gerindi. Kımıldanan eklemlerinin hareketleriyle birlikte havalanan toz zerrecikleri arasında yavaş yavaş doğruldu ve ışığa hala alışmamış olan gözleriyle çevreyi bir süre süzdü. Çevresini kuşatan ışık huzmesinin ortasında etrafta ne olduğunu anlamak istercesine sağına soluna bakınıyor, bazen bir şeyler seçmiş gibi gözlerini bir noktaya dikip hafifçe kısarak başını o noktaya doğru uzatıyordu. Çıplak vücudu üzerinde ince saç demetleri gibi yapışıp kalmış olan sülükler teker teker ayaklarının dibine dökülüp birer iğne batırılmış gibi içlerindeki kanı boşaltmaya başladılar. Böylece biriken kanı içinde kalan ayaklarıyla ileriye doğru bir adım atacağı sırada Keyhatunun hakkında verilen karara göre yargılanmak üzere buraya getirildin diye gürleyen sesiyle olduğu yerde çakılıp kaldı. Bu sözler, başlı başına ifade ettikleri anlamları dışında söyleyenin ses tonu göz önüne alınarak düşünüldüğünde, her kelimenin nefes almayı dahi yasaklayan sert bir komut olarak ağızdan çıktığını düşünmek neredeyse şarttı. Öyle ki bu sözlerin muhatabı olmayan Karga dahi bu söyleyiş biçiminden ötürü irkilmiş ve o güne dek ancak küçümsemeyle karışık bir nefret beslediği insana karşı o anda bir acıma bile duymuştu. Bununla birlikte insanın şimdi ne yapacağını merak ediyor, vereceği yanıt kendi ağzından çıkacakmış ya da kendisi adına bir sorumluluk yaratacakmış gibi tuhaf bir endişe taşıyordu."