tiksinç bir canlı. hele ki yemek yerken bulunulan mekana vızıldayarak girip yemek masama pike yapması, yemeği bırakıp bu tiksinçle göğüs göğüse muharebe yapmakla geçer. kahvaltı yaparken arının gelip masamdaki bala ortak olmasına razıyım,hiç olmazsa o balda onun hakkı var, ama bu tiksinç böcek gerçekten iştah kaçırıcı.
sinekler aleminin john wick'leri. arkadaş bu nasıl bir varlıktır işi gücü alçak uçuş yapıp ev ahalisini taciz etmek olsun. gecenin bir vakti uykuya tam dalacakken süper sonik hıza geçerek kulağınızın yanında sonik patlama yapar sonra sorti atmaya başlar odada. ben sakince ve efendice uyanıp balkonu açınca sanki aramızda duygusal bir bağ var gibi sakinleşiyor şerefsiz. insanın öldüresi gelmiyor üzülüyorum bir canlının ölmesine ama bunlar bazen insanı hitler'e bile dönüştürebiliyor.
bu sineklerin havada 10 terlik saldırısından kurtulan versiyonları makbuldür.
Çocukluğumuzun milli sporu. Önce bir manavdan 2 adet arı, kibrit kutusuyla, itinayla yakalanır, kavanoza atılır. Sonra bir at sineği, denk gelirse bok sineği yakalanır kavanoza atılır. Kapışmaları izlenir.
Ocak ayına geldik bir tane evimizde sinek var hala ölmedi. Bekliyoruz. Yaşasın ömrünün yettiğince. Adını da şakir koyduk poposu şişince ölüyorlar genelde çok üzüleceğiz ama Hayat.
Hele ki yemek yerken odanıza girip vızzz vızzz diye uçuşması ve hatta yemeğe doğru pike yapması taarruz mekanizmalarını harekete geçirir.öyle tiksinç bir mahlukat ki bu,arı girsin ona razıyım.kahvaltıda balıma ortak olsun.hiç olmazsa o balda hakkı var.kendisi üretiyor o balı.
okulu,evi bugün gittiğim bankayı başmış yaratıklar.belediyenin el atması lazım.okuldaki akıllı tahtaları da hücum ediyorlar.camı açar açmaz içeriye girmeye can atıyorlar.
muhmetelen en inatcı böcük. an itibariyle bir tanesi elime koluma kondukca konuyor. ben uzaklastırdıkça bu aqduum ısrarla konmaya devam ediyor . yakala kanatlarımı kopar evcilleştir sana muhtaç olayım diyor. sabrediyorum..
Çorlu'dan Edirne'ye gideceğim gün kalktığım gibi duşa girdim. Duştan çıktıktan sonra bir bardak neskafe hazırladım kendime. Neskafemi içerken internetten gazetelere göz atıyordum. Bu faslın süresi uzayıp kısalsa da hemen hemen her gün yaşanıyordu hayatımda. Haberlere şöyle bir göz attıktan sonra, beğendiğim köşe yazarlarını ve ilgimi çekebilecek konularda yazmış olan köşe yazarlarını okumaya geçerim genelde. Türkiye hemen hemen aynı gerginlikte, aynı karmaşa içerisinde, günlerdir süren tartışmalar, aylardır süren tartışmalar ve belkide yüzyıllık tarihi sorunlara dayanan meseleler üzerinde hala aynı yerdeydi. Öyle ki o sabah darbe olmuş olsa veya bir çocuk öldürülmüş olsa hiç kimse şaşırmaz gibi geliyordu bana. Türkiye cumhuriyeti devletinin vatandaşlarına sağladığı en büyük kolaylık buydu. Dünya da başka ne olabilirdi ki?
Bazı haberleri ve yazıları başka güne erteledim zaten kahvemde biteli çok olmuş artık yavaş yavaş yolculuğa başlamam gerektiğini düşünüyordum. Evimden otogara doğru yola çıkınca fark ettim Çorlu'da her zaman olduğu gibiydi. Betonun gücünü iliklerinize kadar hissettiriyordu. Tıpkı bütün trakya gibi. Beşer katlı yaşlı apartmanlar var her yerde. Önceden tahta olan camlar şimdi pimapen olmuş. Hemen hemen her binanın dışında doğal gaz boruları, kombileri görüyorsunuz. Merkez bankasının faiz kararı da, hükümetin herhangi bir yasası da, köşe yazarlarının okuyucuları tatmin etme çabası da çorluyu hiç bir zaman değiştirmedi değiştiremeyecek gibi görünüyor. Bu da Çorlu belediyesinin, Çorlu sakinlerine sunduğu bir ayrıcalık.
Neyse kaldırımdan gidebildiğim yere kadar, kaldırımların dolu, yıkık, inşaat sebebiyle kapalı olduğu yerlerde yoldan ilerleyerek otogara vardım. Bizim eve de çok uzak değil otogar. Arabam 8-9 kişi alabilen araçlardan. bazen bagaja binenler ve şoförle birlikte on kişinin üzerine çıktığı oluyor. bilet 20 lira yolculuk ortalama 1.30 saat. cam kenarına geçip kulaklıklarımı taktım. yolculuk başladı.
Birkaç işçi, bir kaç teyze; kadınların yanına erkek gelmeyecek şekilde şoförün çok güzel planladığı araç içi oturma planımıza göre oturuyorduk. şoför, arabada boş bir koltuk olduğunda yol kenarından araca binmek isteyen yolcu ararken yaptığı gibi gördüğü her insanın önünde yavaşlıyordu. Bunu bir alışkanlıktan mı yapıyor, yoksa bagajda yolculuk etmeyi göze alacak kadar çaresiz birini mi arıyor karar veremiyordum. Bekleme yerlerinde yavaşlıyor, orada bekleyen birisiyle kurmaya başladığı göz temasını kaybetmemek için elinden geleni yapıyordu. Bekleyen insanı geçtikten sonra bir süre daha aynadan izlemeye devam ediyordu. Bazen tecrübesini konuşturup hiç kimsenin beklemediği muhtemel duraklarda yavaşlıyor, belki de kimsenin olmamasına şaşırarak birkaç defa kornaya basıyordu.
Şoförlerin bu ısrarcı tavırları ile '' bekleyen '' arasında gelişen çok ilginç ilişkilere daha önce de tanık olmuştum. Hatta bazen durağın bekleyeni bizzat ben olmuş şoförlerle göz teması kurmamak için elimden geleni yapmıştım. Beklediğim durağa kah selektör yaparak kah ise kornaya basarak yaklaşan şoförleri tedirgin etmek için başta biraz ilgilenir gibi yapıp sonra birden gökyüzüne bakmaya başlıyor, minibüs dursa da hiç istifimi bozmayarak işimi alnımın akıyla yapıyordum. Genel kitle benim gibi olmakla beraber bu işleri çok daha kendilerine has hareketlerle yapanlar oluyordu. Mesela kafasının tepesi kel fakat kelin etrafında beyazlamış saçları olan iri bir abimiz şoförle göz temasını hiç kesmemiş, aracı en az 5 dakika kilitlemişti. Fakat biraz daha amatör olan bir gurup her seferinde sanki belediye otobüsünde yanlış durakta butona basmış, otobüsü durdurduktan sonra kimsenin inmediği görüp devam eden şoförle göz göze gelmemeye çalışır gibi telaşlanıyorlardı. Aslında çoğumuz, şoförlerin şehir içi hız limitini aşmamaları için çalışan insanlardık. Mesai bitiminde son arabaya biniyor, ay başında ziraatten maaşlarımızı çekiyorduk.
Dışarıda camın arkasından önce apartmanların boyu kısalmıştı. Daha sonra bu binalar yerlerini fabirkalara bırakmış bir süre sonra onların yerine de tarlalar geçmişti. Tarlalar genel olarak yeşil, kahverengi ve tabii ki sarı renklerdeydi. Ayçiçekleri güneşe bakarken yapraklarını da göğe kaldırmış; sanki yaradanını gökte ararmış gibi bir halleri vardı. Geçtiğimiz yollarda bir sürü hayvan ölüsü, kimisi üzerinden defalarca geçildiği için artık asfalta yapışmış, kimisi de yol kenarında hareketsiz bi şekilde yatıyordu.
Araçtaki herkes kendini uyku moduna geçirdiğinden arabanın içinde sadece şoför; direksiyon, vites ve pedallarla ilgili münasebeti nedeniyle hareket ediyordu. Gözümün önünde cama kafa atıp duran kara sinek bu yüzden mi çok ilgimi çekmişti bilemiyorum. Muhtemelen Çorlu'da aracın her yanı açıkken aracın içine girmiş, kapılar aniden kapatılınca çıkışı bulamamıştı. Araç bu kadar hızlı hareket ederken camın arkasından gelip geçeni görebildiğini pek sanmıyordum. Fakat camsız yerlere kafa atmadığına göre oradan gelen ışığı bir kaçış noktası olarak görüyor olabilirdi. Kapıyı hafif aralayıp araç içinde ufak çaplı bir gerginlik yaratsam, bu kargaşadan yararlanan sinek dışarı çıkabilir miydi? Kapıyı aralasam içeri girecek rüzgar sineği aracın içerisinde boş boş uçuşturabilirdi de. veya kafasıyla camı kırmaya çalışan bu azimli karasineğin bir an tüm gücüyle rüzgarı yenip dışarı çıkabildiğini farz edelim; belkide arkadaki aracın camına kadar uçup orada hayatını kaybedecekti. Birde işin teyzeler boyutu vardı ki asıl kafamı bulandıran meseleydi bu. Yaz sıcağının etkisiyle veya bir unutkanlık ile orta kapısı açık şekilde yoluna devam eden bir otobüste, gözümün önünde bir kaç kere düğmeye bastıktan sonra durmayan şoföre '' incem ben!'' diye bağıran o teyzenin şoförden hiç bir geri dönüş alamaması üzerine açık olan orta kapıdan atladığı an gözümün önünden yıllar sonra bile gitmiyordu. Allah tan o teyzeye bir şey olmamış, şoför muhtemelen iyi bir azar yemiş belkide işinden olmuştu. Ben bu muhtemel olasılıkları düşünürken sinek hala cama kafa atmakla meşguldü. Sineği düşük ihtimalle de olsa kurtarmak için, çok büyük ihtimal teyzelerden biri veya birkaçını belki de galeyana gelen teyzelerin hepsini birden kaybedebilirdim. sanırım herkes için en hayırlısı en risksiz olan; Edirne otogarına kadar beklemekti.
Şimdi düşünüyorum da aklım almıyor, bir karasineğin çorludan Edirne'ye gitmesini. Cevap verebilse ilk sormamız gereken soru neden Edirne olurdu herhalde. Takip edebilsek, neler yaptığını izleyebilsek ne iyi olurdu. Belki yolculuğunun son durağı Edirne değildi. Edirne otogarında harekete hazır ilk otobüse atlayıp sonu nereye varacağını hiç bilmediği bir kaç seyahate daha çıkmıştır. Veya rüzgarın etkisiyle kafa attığı bir ön cama yapışıp, hayatının geri kalan ufak bir kısmını orada geçirip sonra da yok olmuştur.