elimde cigara. mönitör bana bakıyor ben ona bakıyorum. sigaranın dumanı monitörü sarıya boyamış. ilk sigara içişim aklıma geliyor. fen lisesini kazanmıştım, tüm arkadaşlarımı bırakıp memleketimi terkedip başka bir şehire gitmem gerekiyordu. daha 15 yaşındaydım. her yeni adımda korktuğum gibi yine korkuyordum. cebimizdeki üç beş kuruşla bir samsun sigarası almıştık, o zamanlar insanların hala samsun ve maltepe sigarası içtikleri dönemler. birer tane de bira almıştık, efes pilsen.. kahverengi tombul şişeli olanlardan. cigaraya alışık olmayan bünyeler bir fırt iki öksürük düzeninde inadına devam ediyorduk. tabi bir de biraya çırpılan sigara külleri ve şehir efsaneleri.
bugun bir iş mülakatına gittim. adam dedi ki, "neden boğaziçi değil, orası daha iyi bir üniversite". bir an aklıma fen lisesine gittiğim gün geldi. bir dolu anlamsız ayrıntı gözlerimin önünde belirdi..fen lisesine giden çalışkan çocuklar, boktan yemekler, soğuk banyolar, kirli çarşaflar.... ve devletimizin fen lisesi öğrencilerine uyguladığı adaletsiz ortaöğretim başarı puanları. eğer fen lisesine değil de düz liseye gitmiş olsam öss'den aldığım puanla boğaziçi üniversitesini kazanabilen ben başka bir üniversiteyi kazanmıştım. ve şimdi bu adam, neden boğaziçi değil diye soruyordu..
hayat böyle işte. her şey elinizde değil. rüzgarın doğru yönden esmesi şart sanırım...
uykudan yeni uyanmış bünyemin okuduğunu anlama konusundaki acizliğini ve tez vakitte bok bulmuş gibi sözlüğe yetiştirme gerzekliğini bana olabilecek en güzel üslup ile belirtmiş ikinci nesil yazar.
canım sıkılıyor karamsar kelimelerin en basitidir fakat en vurucusudur. can sıkılmasıyla başlar, kişi gerçekten kendisini buna alıştırır ve daha karamsar olur. sonra daha fazla karamsarlaşır ve kendisini bunalıma sokar, bu geçici bunalım halinde saçma sapan şeyler yapar, ağlar zırlar, bunalım müzikler dinler, sonra mı? sonra kendisine geldiğinde yapacak bir şey bulamadığı zaman tekrar söylenmeye başlar : canım sıkılıyor.
bir boşluktan bedenin en dipteki betona çarpan hayaliyle dans ediyorum. bedeller söz konusu olunca ruh aciz kalıyor terk etmek istiyor bu zavallı et yığınını. anlamsız bir karanlıkla ayrıl benden diyor ve beni özgür kıl hapsettiğin kemik kafesinden. aç kilidini, kır zincirlerimi bin yıllık hasretin vuslat zamanı gelsin. bu çelişkiler azabı sona ersin ve gidilmeyen yol akılda kalan yoldur bilmecesi çözülsün. gidişimle karanlık gizemini kucaklayacak, ardıma bakmayacak kadar cesurum sonsuzluğun.... ve ipleri kopardı canbaz
yaktığı ışıklar aydınlatmıyordu hiçbir yeri, loştu gözleri. içi bir hoştu, alkolden olsa gerek...
içti sabahlara kadar, sabah olunca sızdı, öğleden sonra ayıldı, yine içti yine sızdı... gece yine içmeye başladı...
korkularıyla yüzleşmekten, zayıf yanlarıyla selamlaşmaktan korkuyordu...
eline bıçağı aldı, kan damlıyordu... daha sarhoş olmadan vermişti kararını ve kesmişti, bıçağı değdirebildiği her yeri... kan kaybediyordu, başı döndü, bıçağı göğsüne koydu, uyudu...
bir daha uyanamadı...
hergun aynaya baktiğin yuzunde yavas yavas sinsice geberdiğini fark edersin. dişler paket paket içtiğin sigaralardan ötürü sararmakta, saclarin allah bilir hangi sacmaliğa kafa yordugun için dökülmekte, hafiften de olsa beyazlar cikmakta.
gözlerinin kenarinda ve yuzunde muhtelif yerlerde kırısıklıklar peyda olmaktadir. ne ne zaman yaslandiği bile anlayamazsin bile.
hayat sanki rüya gibi gecmekte varliktan yokluga dogru sol seritten 180'le bastirmaktasindir.
işin kelek yani ne kadar da maziyi getirmek istesen o derece babayi alirsin.
beyhude yere nasilda yaşlandim demektesindir.
senin için yasayan ölüler oldugu kadar sende birileri için yasayan ölüsündür.
yıllar sonra okuldaki sira arkadasini gördügün vakit karsilikli olarak birbirinizi görmemezlikten gelirsiniz.
ne yapacaksin. birilerini öldürürüz birileri de bizi...
baki kalan bacaklarinda dermansizlik, migdende ülser, dilindeki pas tadi gözlerinden beynine giden damarlarda zonklayan agridir.
o zaman neden bu oyunu devam ettiriyoruz? bitecekse varolan varolmak en büyük sansizlik değil mi? o zaman neden kasiyoruz? bozuldu baglar yansin sepetler anasini satayim....
14 şubat geldi birden aklına. sevgililerin günü, sevginin günü. pisliğe lanet okunan gün. herkes pembe gözlüklerini takmışken içindeki nefreti bok kokusunun eşliğinde afyon mermerine kustuğu gün. sonra takvimden doğum gününü buldu. aylar öncesinden bir çarpı işareti koymuştu o günün üzerine. doğum günleri özel olmalıydı. evet boktan bir otel odasında, bir bebeğin babasının elini tuttuğu gibi, yalnızlık elinden sıkıca tutmuştu ama intihar etmeyi başaramadığı günlerden birisi olmuştu sadece.
madem ölemiyordu, tek seçenek yaşamak gibi gözüküyordu. gördüğü ilk ışık kırıntısının peşinden koşturmaya başladı. bir işe girmeli, mesai saatlerinde çalışmalı, sabahları alarmla uyanmalıydı. maaşının azlığından yakınan, iş arkadaşlarından daha iyi olduğunu düşünüp hakkettiği parayı kazanamadığını düşünenen birisi olmalıydı. hatta evlenmeliydi, belki bir de minicik bir kız çocuğu...ismi elifnaz olmalıydı..
ama olmadı..kurguladığı dünya ne kadar acıtıyorsa gerçekler de o kadar acıtıyordu. işe almadılar onu. halbuki ne kadar da iyi geçmişti iş mülakatı. rakipleri ondan daha iyiydi demek ki. daha iyi referansları vardı belli ki. sonuca giden her yol mübahtı, öyle veya böyle gerçek hayata dair ilk denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. kız arkadaşı geldi o gün, sevişmek iyi gelir miydi acaba? saatlerce süren birliktelikte sadece 3sn sevişmesi gerektiğini düşündü. kalan dakikalarda hep başka yerlerdeydi. konuşmuyordu. o konuşmadıkça kız konuşuyordu. onca suskunluğun finalinde tek cümle çıktı dudaklarından "seni sevebilecek birisini bulmalısın" dedi. sonunu düşünen kahraman olamamıyordu evet ama genelde sonunu düşünmeyen de olamıyordu. bir insani ilişkinin son günü bu cümleyle bitmişti.
akşam eve döndüğünde posta kutusunda kendi adına gelmiş zarfı gördü. daha ne kadar acıyabilirdi ki canı? zarfın içinden çıkan kağıtta, "üniversitemizle olan ilişiğiniz kesilmiştir" gibisinden birkaç cümleyi seçebildi. pek de acımamıştı canı. öldürmeyen güçlendirir miydi gerçekten? acı eşiği mi artmıştı yoksa hissizleşmiş miydi? dünyada bu kadar çok soru oldukça cevapları aramanın nafile olduğunu düşündü. işaret parmağını dudaklarına dokundurdu. rüzgar kuzeyden esiyordu..bir dahaki rüzgara kadar kaderin adını poyraz koydu o an.
kanına alkol, beynine efkar enjekte etmeliydi birileri. yaş ortalaması 40 olan bitik bir meyhaneye gitti. tarlabaşı taraflarında dünya coğrafyasından her çeşit insanın takıldığı, tarihi eser durumunda olduğu için yıkılması kanunen engellenen yitik bir meyhane. zamana eşlik eden tütün ve alkol, zamanın da başını döndürmüş olacak ki dakikalar olduğundan hızlı geçiyordu orada. hala orhan gencebay çalınan mekanlar da vardı istanbul'da ve yan masada oturan zenci esrar satıcısının ağzından baba'nın mısralarını duymak garip gelmiyordu orada. ansızın ön taraflardan bir gürültü geldi. çeliğin parıltısı havada resmi geçit yaptı. usta bir göz bile yerdeki kan damlalarını şarap damlalarından ayırt edemezdi sanırım.
o gece bir kişi öldü orada. sanki yeryüzünde böyle bir mekan hiç olmamış gibi, gazetelerin ikinci sayfalarında minik puntolarla bile yayınlanmadı olay. belki de o gece hiç yaşanmamıştı...
bir zamanlar vegas'ta bir gecede 400.000 dolar kazanmis bir adam vardi. bu adam bakara gibi oyuncunun kazanma sans yuzdesi düsük olan bir oyunda yapmisti bu parayi. oyunun gecesinde vegastan cikmasi gerekiyordu. fakat adam birden durdu. bir yere gitmeyecekti. silahini cikartip atesledi. gunlerdir yasadiği uykusuzluk sıkıntısını bir anda çözmüstü. beynine giren mermi ona hayati boyunca tatmadiği huzur vermişti. sonuç mu? bosanmis olduğu karisi geldi parayi aldi. onu alelacele vegasta bir çölde bulunan kabristana gömdürdü. bu adam ömrünün harcadiği her şeyi bir anda kaybetmişti. vegas'a sadece bir tesaduf uzeri gelmişti. geçerken ugramak gibi bir şey iste... butun değerleri yikilmis bir halde idi. geceleri uyuyamiyor uyku hapi aldiği vakit kabuslar görüyordu. kesinlikle dejenere bir kumarbaz değildi. sadece kaderine karşi bir oyun oynamiş ve kazanmisti. kendisi gecesi kayiplarla geçmiş kumarbazlarin birbirine anlattiği hikayelerde bir efsane oldu. belki basarinin boslugu belkide artik yapacak birşeyi kalmasindan dolayi bunu yapti. bunu kimse bilemez. komik olan hepimiz bir idam mahkumuyuz hayatta. her tarafimiz demir parmakliklarla cevrili. ve ölümü ne kadar ertelesek ve infaz ne kadar ertelense bir mahkum gibi yasamak zorundayiz. sorumluluklar falan filan... kendi savasini veremeyen bir neferiz. coluk cocuga karismis insan bir de vay vay. ömrü boyunca yuksek tempoda kosmak zorunda kalan maratoncu gibi oluyor. maratonu birakamazsin cunku hakem seni yallah alevlerin içine dehler. yaşarken azap cekersin istifa edersen ebedi hayatta azapin katmerlisini cekersin. varolmak buyuk bir ufunet ve sikinti. çünkü bu dunyada hayallere yer yok olmadigin bir insan olmak zorundasin. bazilari delirerek bu işten yirtiyor bazilari deliremeyerek azap cekiyor. eldekilerle yetinmek mecburiyetindesin. önce karakterin yamulmaya baslar sonra da yaşayan bir ölü olursun. gerçek kişiliginin üzerinde mezar taşina konan kuş misali öyle yasarsin gider. sonuç mu 2 metreye 2 metrelik bir toprak parçasi. belki okununan bir isim. bunu cabuklastirmak ne kadar kıcını yırtsan nafile. çünkü hayat gül gibi bacaklarina sarilir. 'güneş bize haram be usta' der durursun sonra...
önemli not: marifet ölmek değildir bu şartlara ragmen inadina ayakta durabilmektedir.
- niye bu kadar karamsarsin?
- sen niye bu bu kadar avanaksin?
- soruya soruyla cevap verme lutfen. niye bu kadar karamsarsin.
- o benim problemim. seni irgaliyor mu?
- yani ben sana ...
- bak o halde...
- yardim edebilceğimi düsünmüstüm.
- herkes kendi hayatini yaşar. sadece psikologlar başkalarinin hayatina burnunu sokar.
sen psikolog musun?
- hayir.
- o halde.
- bir aşk mevzusu yuzunden mi böylesin?
- sen böyle düsündüğün için hala bir avanaksin. ama iyi niyetli bir avanaksin diğerlerinden de farkinda bu.
- yani...
- yanisi manisi yok ne birisine ömrümü harçayacak kadar genç budalayim ne de birisine son dala yapisan ucurumdan düsmekte olan bir kişi gibi yaşliyim. sadece yaşiyorum.
- ama karamsar bir hayat sürüyorsun.
- sende hayatinda hiç hayalkırıklıgına ugramamiş genç iyimser budalalar gibi
konusuyorsun. görüsme bitmiştir.
içten gelmiş kelimelerdir. çoğu insanın inandığının aksine kelimelerden bahsetmek hiç de kolay değildir ve bu kelimeler üstüne üstlük bir de karamsar ise hem daha zor hem de daha dikkatli olmayı gerektirir. karamsar kelimeler ile koca bir savaş kaybedilebilineceği; gecenin, gökyüzünün başınıza geçmesini sağlanabileceği gibi; sönmekte olan bir hayatı yeniden nefes alan dirilişlere de kavuşturabilir.
başlamadan bittiği gün 13 şubat'tı...onu hiç görmedim, sesini hiç duymadım, kokusunu bilmiyorum...sanki yıllardır süren bir aşkı paylaşmış gibiydik...hayatta hiçkimseye bağlanmadım fakat o farklıydı sanırım...akşam üzeri içmeye başladım, istanblue diye âdi bir votka var bilirsiniz, 70'lik şişenin yarısından fazlasını 1 saat gibi bir sürede içtim...odada boğulmaya başladığımı hissedince dışarı çıktım, taksim'de bir arkadaşla buluştum...nevizade'de akdeniz var oraya gittik, 4-5 tane arjantin de orada içtim...felsefe, edebiyat falan konuşuyordum ama aklım başka yerdeydi...
çıktık oradan, canlı müzik dinleyelim dedim...allahın siktirettiği bir salı günü istediğimiz yere damsız girebiliriz diye düşünmüştüm...ama öyle olmadı, önüne gelen ananı da al git diyordu...kanımdaki alkol yoğunluğunun etkisiyle pek de umursamıyordum reddedilmeyi, hatta barların kapısındaki hayvanlara rüşvet bile teklif ediyordum ama işe yaramıyordu...sonra dünyadaki en boktan barlardan birisine girdik...ona da damsız girilmiyormuş ama rolümü iyi oynamıştım bu sefer...
alkolun icinden akan kanim artık beni rahatsız etmeye başlamıştı...saatler 12'ye yaklaştığında iğrenç müziğin de etkisiyle artık vucudum iflas etti...o kadar votka ve 10 kadar biraya iyi dayanmıştı gene...tuvalete gittim, kapıdaki denyo bana bir şeyler dedi ama anlamadım...içeri girdiğimde yapmam gereken şeyi çok iyi biliyordum...kusmaya başladım...bu sırada saatler 12'yi bulmuştu sanırım, rock yaptığını sanan öküz vokal haydi herkes öpüşüyor, sevgililer gününe girdik diye hönkürüyordu...ve içerdeki seslerin kesilmesinden insanların gerçekten öpüşmeye başladığını anladım...bu arada ben de dünyanın en boktan barındaki dünyanın en leş tuvaletinde kendi gayretimle kusuyordum...yani sevgililer gününü kutluyordum....
güneş çıkmıştı..mart ayının son günleri olmalıydı. insanların aylardır çılgın bir hasretle bekledikleri güneş en sonunda kendini göstermişti. ve hafiften bir yağmur başlamıştı...güneş ve yağmuru gören soğuk devrinin bittiğini anlamıştı...onun bile içinde bir şeyler eriyordu artık. evet üzgün bir soğuk vardı dışarıda...gözlerini kaldırım taşlarından ayırmadan kendini zamanın anlamsızlığına bırakmış insancıklar başlarını göğe kaldırmaya başlamışlardı...yağmur damlaları yüzlerine vuruyordu insanların, tenlerinde hafif bir ıslaklık gözbebeklerinde yağmur suyunun tadı vardı...ve hepsi yağmur damlacıklarının etkisiyle istemsiz olarak göz kırpmaya başladılar, hepsinin başı göğe bakıyordu...hepsi göz kırparak güneşi selamlıyordu...merhaba güneş..
kız burnunu cama yaslamıştı...nefesinin camda bıraktığı buğuda kendi siluetini görebiliyordu...vucudu içerdeydi ama ruhu aşağıda güneşi selamlayan insanların yanındaydı...yağmurun kokusunu duymak için camı açtı...yağmurdan önce, soğuğun ve geride kalan kış aylarının ümitsiz mâtemi doldu içeriye...kız serçe parmağını camdan dışarı uzattı ve hemen bir yağmur damlası kızın serçe parmağına bir selam konduruverdi...insanlar hâla gözlerini kırparak gökyüzüne bakıyorlardı...sanki hepsi küçük kıza gel der gibiydi...kız karşı konulamaz bir istek duygu onların yanında olabilmek için...ayağa kalkmak için davrandı fakat başaramadı...ikinci denemesinde yine hüsran vardı...ve bir kere daha dedi...insanüstü bir zorlamayla ayağa kalkar gibi oldu ama ansızın dengesini yitirip tekerlekli sandalyeden yere yuvarlandı...
yağmur yağmaya devam ediyordu...hafif açık pencereden yerde yatan kızın tenine ufak damlacıklar isabet ediyordu...kız uzun süredir kıpırdamadan yerde yatıyordu, kalkmayı düşünmüyordu bile...gözlerine düşen bir kaç ışık parçası gözyaşlarıyla ıslanmış gözlerini daha da güzelleştirmişti...istediğim kadar ağlayabilirim diye düşünüyordu kız...yağmur bitene kadar gözyaşları da bitmedi...evet ağlamaktı onun özgürlüğü...