yeni yılda yalnızca mutluluktan ağlasın, çuvalla parası olsun koyacak yer bulamasın, hastanelerin doktorların önünden bile geçmesin diye dilediğim yazar, mutlu seneler!!!
ege'de yüzbin yıllık yağlı bir toprak parçası... türkten değil, yunan'dan değil tüm insanlıktan bana miras bir toprak parçası.. mülküm değil, sevdalım toprak parçası... içinde bin yıllık asma çubuklar..koruklar üzümlere hayran, üzümler şaraba gebe... çıplak ayaklarım kadim toprağın rehavetine kapılmış... hava tenimi ısırıyor, nem dudaklarımı yalıyor... sessizlik zamanı esir almış.. güneş ege'nin sularına hasret... vuslat yakın..
başımın sade sol yanı ağrıyor çok saattir ve ben bunun sebebini bilmiyorum. "portecho" diye bi grubu dinliyorum saatlerdir, adını bilmediğim bir şarkı söylüyor ve ben bu şarkıyı neden bu kadar çok dinlediğimi de bilmiyorum. senden kaç saat, kaç gün, kaç zamandır haber almadığımı da bilmiyorum. ilkin biliyordum kaç gün olduğunu. artık fikir dahi yürütemiyorum. aklıma gelen bütün kötü senaryoları kovuyorum hala dirençle. bilmem, sen şimdi neredesin? bilmem başım neden bu kadar çok ağrıyor ve neden bu satırlar yazdıkça şiddetleniyor? bilmem bu şarkı neden bu kadar güzel?
sigaradan bir nefes alıyorum. aklıma yeni camii'nin yanındaki çay ocağında oturduğum bir an düşüyor. kulağımda "leonard cohen" vardı yine, orada duran garsonlardan birinin çağrısına uyup bir şeyler içmek istiyordum, karnıma hiçbir şey girmemişti uyandığımdan beri, istanbul'da bahar havası vardı, içimden hiçbir şey yapmak/yazmak gelmiyordu, vapurdan az önce inmiştim. yeşil, küçük bir defter vardı yanımda. bir peynirli gözleme istedim, yanında da çay. çocuk giderken arkasından seslendim, kulaklığı çıkardım o esnada kulağımdan, "çay demli olsun." dedim. çocuk, gülümseyerek başını eğdi, "tamam" anlamında, sevindim ben de. fosforlu küçük yeşil defteri çıkardım çantadan, çantamda uykuların doğusu, burdan gürbilek'in yer değiştiren gölgesi vardı bir de. o sıra ismet özel'in bir yusuf masalı'nı evde bırakmış olduğuma hayıflanmıştım, sonraki birçok gecede o kitaptan şiirler okudum, ilk defa okuyormuş gibi, büyük bir coşkuyla. bu coşkunun "direnmek" gibi bir de anlamı vardı biliyorum. sonra açtım o defteri, bir de yeşil bir kalem çıkardım, ki aynı kalemin kırmızısı da mavisi de var bende. defterin karelerini garipsedim ilkin, sonra kanıksadım, ürkek bir yazıyla bir şeyler yazdım. gözlemeyi yemeye, demli çayı da içmeye başlamıştım aynı zamanda: "özlediğim ve bağışlayamadığım bir dünya hatrına: hoşgördüm burayı/burada soluklanmalıyım." yazdım. yetmedi, "bahar nereden gelir?/bahar bir şehrin ilk neresine uğrar?/ben iki tane şehir gördüm,/say deseler sırasını karıştırırım" diye yazdım. ben bu şiirin burasını yeni camii'nin yanındaki o sandalyede yazdım, o zaman başım bu kadar ağrımıyordu ve portecho şimdi söylediği şarkıyı söylemiyordu henüz. henüz bir yusuf masalı'nı yeniden okumaya başlamamıştım ve bilmem kaçıncı kez oradan da aramak istemiştim seni. yapamadım...
burda saat 05:25 şimdi. bilmem senin bulunduğun yerde de saat aynı mıdır? sen ne yaptın, nerede uyuyorsun ya da uyuyamıyorsun şu an?
yine karamsar kelimelerle dolu bir karamsarlık içinde ruhum. Sanki birisi tarafından yönlerdiriliyorum bir boşluğa. Etrafım boşalıyor. Yanlız kalıyorum... Tek tabanca bir hayat sürmeye zorluyor birşeyler beni, istemiyorum ilgi, istemiyorum... anlamsız bu duygularla savaşmak zor geliyor. Başaramıyorum.
herşey, siyah beyaz bir dünyada var olan kuşku gölgelerinin gri tonlarından ibaret. sürekli bir (ama) pozisyonunda yaşamaktan sıkıldım artık. virgülleri okuyamıyorum. bu cümleye bir nokta koymanın vakti gelmedi mi? bu kadar çelişkili olmamalıydı hayat. yüzüme bu kadar maske takmamalıydım. her cümleden sonnra (ama) koymayı bırakıp, herşeye rağmen demeyi öğrenmeliydim. denedim. başaramadım.
ümit etmek öldürüyor bedenimi. hayatın karamsar kelimelerinde yaşayan zehirli bir yılan gibiyim. ve her zehirli yılan gibi kimseye zarar vermeden yokedilmeliyim. yazmakta zorlanıyorum...
benim celladım kimse değil. ben de değilim. zaten ben bir hiç değilmiydim...
bir anlamsız gün daha kayıp gitmişti avuçlarımdan. aynamın karşısına geçip, maskemi çıkarttım. yatağıma uzandım, sessizliğin sesini dinledim bi süre. artık karamsar kelimelerin zamanıydı...
ölümü düşledim. onu bir gün ansızın tekrar isteyeceğimi hissettim. bugün, bir gün ya da herhangi bir zaman diliminde.
ölümün bana yakışacağını farkettim. ölüm herkese yakışmazdı. ölümün de kendine göre bir yakışığı vardı elbet... ve yine düşlediğim düşümde, ölümüme yetişemedi kimse.
ilk ölümü istediğimde ağlamıştım o karamsar kelimelerle boğuştuğum gecenin içinde. insan kendi ölümünü düşünüp ağlar mı? kendim için değil, benim için ağlayacağını düşündüğüm insanlar için ağlamıştım. sonra farkettim ki zaten tüm hayatım boyunca hep birileri için ağlamamışmıydım? ölümüm de bile, kendimi unutup başkalarının üzüntüsüne üzülüyordum... vazgeçtim sonra onlara üzülmekten. bu ilk benciliğimdi hayatımdaki. gülümsedim...
ölümü sevdim. bitişti. sonuydu acılarımın ve karamsar kelimelerimin.
öldüm. düşümde. ölüm de yakışmıştı bana. gülümsedim.
ölüm, hoşgeldin hayatıma...
balıkların aşkları hüzünlüdür,
çünkü onlar sevgilileriyle
elele tutuşamazlar.
Belki de o uzun kollarıyla
en güzel sevişmeleri
yalnızca ahtapotlar yaşar.
Gerçek denizciler,
kara görününce sevinmezler,
çünkü onlar deniz insanlarıdırlar.
Kara onlar için siyahtır,
ölümdür,
ölümlüdür.