ben kar tanelerini izlerken bitti diyordu telefondaki ses. bir an telefonda kiminle konuştuğumu unuttuğumu hissettim, sonra sesinden tanıdım..ali'ydi bu...okulda sınavdan sınava gördüğüm, ama okulun dışında hep beraber olduğum yakın bir arkadaşımdı...lapa lapa yağıyordu kar, yağan karla birlikte çocukluğuma gidiyordum ve ali sesi titreyerek anlatmaya devam ediyordu...sadece dinliyormuş gibi yapıyordum, teselliye ihtiyacı olduğunu anlattıklarından değil sesinin titremesinden hissediyordum...konuştukları hakkında hiçbir fikrim yoktu benim aklım yağan kardaydı. acaba kulağımı buz tutmasına ramak kalmış toprağa dayasam, kar tanelerinin yere düştüğü an çıkardığı sesi duyabilir miyim diye düşünüyordum...suskunluğumu bir kelimeyle bozdum..."geliyorum ali"...
bakırköy'de boktan bir öğrenci evinde oturuyordu ali...acaba hala kirası 500 milyon mu diye düşündüm bi an...otobüse bindiğimde sakallarımı gören ve paso diye haykıran şoförü duymamazlıktan gelip arkalara doğru hızlı adımlarla yürüdüm...arkama dönsem göz göze geleceğimizi biliyordum ama ses çıkarmadı adam...bana bulaşmanın anlamsızlığını o da anlamıştı sanırım... 3. kat mıydı ali? B bloktu değil mi? evet evet B bloktu...en son ne zaman geldiğimi hatırlamaya çalıştım ama hafızam beni mutlu etmekten uzaktı...
elma mı kokuyordu ev? evet evet, buram buram elma kokusu vardı evin içinde....masanın üzerindeki elma aromalı votkayı görünce bazı sorularımın cevabını bulmuştum...bir an ayrılıklardan mutlu olabilecek birilerinin olabileceği geldi aklıma...ben bir içki firmasının yöneticisi olsam hiç üzülmezdim heralde ayrılıklara...birden tüm kutsal duyguları içki firmalarının icat ettiği geldi aklıma ama çok da önemsemedim bu düşünceyi...yine beynim çok çalışıyor galiba diye düşündüm...
ev bildiğiniz öğrenci evi işte...kaos un egemenliğini hiç bırakmayacağı yerlerden yani...(kimyada entropi kavramı vardır birden o geliyor aklıma)...uzun süredir boşaltılmamış küllükler isyanlarda, medeniyetin göstergesi kravatlar ayaklar altında...birkaç tane beyaz gömlek kanepenin üzerinde ertesi gün için ütülenmeyi bekliyor...duvarda bir tane beşiktaş forması, üzerinde şifo mehmet'in imzası var....beraber gittiğimiz son maçta imzalatmamış mıydı bu formayı...evet bu formayı çok iyi hatırlıyorum...evde 3 tane birbirinden farklı büyüklükte televizyon vardı...hepsinin enteresan hikayeleri olduğunu düşünüyorum....bi tanesinin bir gece yarısı fakir bir ailenin evinden çalınıp ikinci el pazarında öğrencilere satıldığını düşünüyorum...diğeri bu evde daha önce yaşayan ve öldüğü 1 hafta sonra kokudan anlaşılan yaşlı teyzeden miras olmalı...diğer televizyonu umursamıyorum, nedenini de bilmiyorum...
odada bir çocuk daha vardı...riyad'da çalışıyormuş...kutsal toprakların hiç de kutsal olmadığından dem vuruyor ve elmalı votkayı götürüyordu...ali anlatmaya başladı...lig tv açıktı ve beşiktaş vestel manisa ile oynuyordu...birden ali de sustu ve bizim gibi maçı izlemeye başladı...teselli edecek üç beş kelimeyi bile söyleyememiştim ona...konuşsam daha çok üzülecekti çünkü, sanırım eve gelerek üzerime düşen görevi yerine getirmiştim...kimseyi üzmeye hakkım yoktu...içimdeki kini paylaşmalarını istemiyordum...mutlu kalsındı onlar...
votkanın etkisiyle birkaç saat sonra sızdı ikisi de...doğalgaz sobası vardı odada ve yine çocukluğuma götürüyordu beni...doğalgaz kısmını saymazsak soba nesnesinin varlığı beni duygulandırmaya yetiyordu...sonra uyumam gerektiğini düşündüm...yum gözlerini ve hayallerinin elini tut artık...artık pantolonla yatmak pek koymuyordu, çarşafı bırakalı yıllar olmuştu zaten...önemli olan nasıl uyuduğum değildi, uyuyup uyuyamadığımdı...gözlerimi kapattım...
birden uyandım...sabah olmasını dileyerek uyandım...bir umutla dışarı baktım güneşi görebilir miyim diye...ama hayır karanlıktı hala heryer...saate baktığımda 4'ü 12 geçtiğini gördüm...birden aklıma şu an dünyanın en az yarısında gündüz olduğu geldi...sanırım kendimi teselli etmeye çalışıyordum....sigara içmem lazımdı...oda hala çok karanlıktı, el yordamıyla bir kaç pakete ulaştım ama hepsi boşalmıştı...izmarit de içebilirdim evet ama istemiyordum....yanımdaki bitmek üzere olan votka şişesiyle göz göze geldik ve onu üzmemem gerektiğini düşündüm...şişenin dibi gözüktü akabinde...sonra pantolonun cebinde buruşmuş bir winston soft paketi buldum...içindeki sigaraların kırılmamış olmasını dileyerek çıkardım paketi...bir tane sigara çıkardım, ateş bulmalıydım ama...
ağzına kadar dolmuş kül tablarının kokusu, akşamdan kalan keskin votka ve elma kokusunu mağlup etmişti...birden oradan gitmek istedim...yataktan kalktım, sigaram elimde arkadaki odaya gittim....soğuk bir ocak günü, güneş görmeyen ve ısıtılmayan bir odaydı orası...ışığa dokundum ama yanmıyordu, karanlığa alışmış gözlerle ampulu kontrol ettiğimde ampulun olması gereken yerde olmadığını farkettim...buz gibi soğuğa eşlik eden karanlıkla baş başa kalmıştım....sonra masanın üzerindeki ampul dikkatimi çekti, ama çok karanlıktı onu oraya nasıl takabilirdim ki? ampulu elime aldım ve kırılmak üzere olan sandalyenin üzerine çıktım, ampulu duya uydurmaya çalışırken, sandalyenin kırıldığını anlamama neden olan o çatırtıyı duydum...çok pis düşmüştüm, ama ampulu de takmıştım yerine...bir umutla ışığa bastım ama yanmıyordu, yine yanmıyordu....yere oturdum, hafiften titremeye başlamıştım...soğuk düşünmemi engelliyordu...birden elime bir ılıklık geldiğini farketttim...bileğim kanıyordu, sanırım düşerken olmuştu...kırmızı kanı göremiyordum ama sıcaklığını hissedebiliyordum...düşünemiyordum....ağlamam gerektiğini düşündüm ama başaramadım...
sigarayı yaktım, kocaman soluklarla içmeye başladım...her nefeste ateş karanlığa meydan okuyor ve odayı biraz aydınlatıyordu...sigara bitene kadar orada o şekilde oturdum...hala hiçbirşey düşünemiyordum, soğuk hüküm sürüyordu beynimde....birden refleks olarak ayağa kalktım ve yatağa geri dönmem gerektiğine karar verdim...10 adım sonra yataktaydım ve gözlerimi kapatmaya çalışıyordum...acaba sabah uyanınca bunları hatırlayabilecek miydim? Neden bu hale gelmiştim ben?...Adil olmayan hayat değildi aslında, sendin engin.......bye bye
bir anlamsız gün daha kayıp gitmişti avuçlarımdan. aynamın karşısına geçip, maskemi çıkarttım. yatağıma uzandım, sessizliğin sesini dinledim bi süre. artık karamsar kelimelerin zamanıydı...
ölümü düşledim. onu bir gün ansızın tekrar isteyeceğimi hissettim. bugün, bir gün ya da herhangi bir zaman diliminde.
ölümün bana yakışacağını farkettim. ölüm herkese yakışmazdı. ölümün de kendine göre bir yakışığı vardı elbet... ve yine düşlediğim düşümde, ölümüme yetişemedi kimse.
ilk ölümü istediğimde ağlamıştım o karamsar kelimelerle boğuştuğum gecenin içinde. insan kendi ölümünü düşünüp ağlar mı? kendim için değil, benim için ağlayacağını düşündüğüm insanlar için ağlamıştım. sonra farkettim ki zaten tüm hayatım boyunca hep birileri için ağlamamışmıydım? ölümüm de bile, kendimi unutup başkalarının üzüntüsüne üzülüyordum... vazgeçtim sonra onlara üzülmekten. bu ilk benciliğimdi hayatımdaki. gülümsedim...
ölümü sevdim. bitişti. sonuydu acılarımın ve karamsar kelimelerimin.
öldüm. düşümde. ölüm de yakışmıştı bana. gülümsedim.
ölüm, hoşgeldin hayatıma...
başlamadan bittiği gün 13 şubat'tı...onu hiç görmedim, sesini hiç duymadım, kokusunu bilmiyorum...sanki yıllardır süren bir aşkı paylaşmış gibiydik...hayatta hiçkimseye bağlanmadım fakat o farklıydı sanırım...akşam üzeri içmeye başladım, istanblue diye âdi bir votka var bilirsiniz, 70'lik şişenin yarısından fazlasını 1 saat gibi bir sürede içtim...odada boğulmaya başladığımı hissedince dışarı çıktım, taksim'de bir arkadaşla buluştum...nevizade'de akdeniz var oraya gittik, 4-5 tane arjantin de orada içtim...felsefe, edebiyat falan konuşuyordum ama aklım başka yerdeydi...
çıktık oradan, canlı müzik dinleyelim dedim...allahın siktirettiği bir salı günü istediğimiz yere damsız girebiliriz diye düşünmüştüm...ama öyle olmadı, önüne gelen ananı da al git diyordu...kanımdaki alkol yoğunluğunun etkisiyle pek de umursamıyordum reddedilmeyi, hatta barların kapısındaki hayvanlara rüşvet bile teklif ediyordum ama işe yaramıyordu...sonra dünyadaki en boktan barlardan birisine girdik...ona da damsız girilmiyormuş ama rolümü iyi oynamıştım bu sefer...
alkolun icinden akan kanim artık beni rahatsız etmeye başlamıştı...saatler 12'ye yaklaştığında iğrenç müziğin de etkisiyle artık vucudum iflas etti...o kadar votka ve 10 kadar biraya iyi dayanmıştı gene...tuvalete gittim, kapıdaki denyo bana bir şeyler dedi ama anlamadım...içeri girdiğimde yapmam gereken şeyi çok iyi biliyordum...kusmaya başladım...bu sırada saatler 12'yi bulmuştu sanırım, rock yaptığını sanan öküz vokal haydi herkes öpüşüyor, sevgililer gününe girdik diye hönkürüyordu...ve içerdeki seslerin kesilmesinden insanların gerçekten öpüşmeye başladığını anladım...bu arada ben de dünyanın en boktan barındaki dünyanın en leş tuvaletinde kendi gayretimle kusuyordum...yani sevgililer gününü kutluyordum....
balıkların aşkları hüzünlüdür,
çünkü onlar sevgilileriyle
elele tutuşamazlar.
Belki de o uzun kollarıyla
en güzel sevişmeleri
yalnızca ahtapotlar yaşar.
Gerçek denizciler,
kara görününce sevinmezler,
çünkü onlar deniz insanlarıdırlar.
Kara onlar için siyahtır,
ölümdür,
ölümlüdür.
güneş çıkmıştı..mart ayının son günleri olmalıydı. insanların aylardır çılgın bir hasretle bekledikleri güneş en sonunda kendini göstermişti. ve hafiften bir yağmur başlamıştı...güneş ve yağmuru gören soğuk devrinin bittiğini anlamıştı...onun bile içinde bir şeyler eriyordu artık. evet üzgün bir soğuk vardı dışarıda...gözlerini kaldırım taşlarından ayırmadan kendini zamanın anlamsızlığına bırakmış insancıklar başlarını göğe kaldırmaya başlamışlardı...yağmur damlaları yüzlerine vuruyordu insanların, tenlerinde hafif bir ıslaklık gözbebeklerinde yağmur suyunun tadı vardı...ve hepsi yağmur damlacıklarının etkisiyle istemsiz olarak göz kırpmaya başladılar, hepsinin başı göğe bakıyordu...hepsi göz kırparak güneşi selamlıyordu...merhaba güneş..
kız burnunu cama yaslamıştı...nefesinin camda bıraktığı buğuda kendi siluetini görebiliyordu...vucudu içerdeydi ama ruhu aşağıda güneşi selamlayan insanların yanındaydı...yağmurun kokusunu duymak için camı açtı...yağmurdan önce, soğuğun ve geride kalan kış aylarının ümitsiz mâtemi doldu içeriye...kız serçe parmağını camdan dışarı uzattı ve hemen bir yağmur damlası kızın serçe parmağına bir selam konduruverdi...insanlar hâla gözlerini kırparak gökyüzüne bakıyorlardı...sanki hepsi küçük kıza gel der gibiydi...kız karşı konulamaz bir istek duygu onların yanında olabilmek için...ayağa kalkmak için davrandı fakat başaramadı...ikinci denemesinde yine hüsran vardı...ve bir kere daha dedi...insanüstü bir zorlamayla ayağa kalkar gibi oldu ama ansızın dengesini yitirip tekerlekli sandalyeden yere yuvarlandı...
yağmur yağmaya devam ediyordu...hafif açık pencereden yerde yatan kızın tenine ufak damlacıklar isabet ediyordu...kız uzun süredir kıpırdamadan yerde yatıyordu, kalkmayı düşünmüyordu bile...gözlerine düşen bir kaç ışık parçası gözyaşlarıyla ıslanmış gözlerini daha da güzelleştirmişti...istediğim kadar ağlayabilirim diye düşünüyordu kız...yağmur bitene kadar gözyaşları da bitmedi...evet ağlamaktı onun özgürlüğü...
ege'de yüzbin yıllık yağlı bir toprak parçası... türkten değil, yunan'dan değil tüm insanlıktan bana miras bir toprak parçası.. mülküm değil, sevdalım toprak parçası... içinde bin yıllık asma çubuklar..koruklar üzümlere hayran, üzümler şaraba gebe... çıplak ayaklarım kadim toprağın rehavetine kapılmış... hava tenimi ısırıyor, nem dudaklarımı yalıyor... sessizlik zamanı esir almış.. güneş ege'nin sularına hasret... vuslat yakın..
tedirgindi. ufak adımlar atıyordu odanın diğer ucuna doğru. eski moda kunduralar daha önce hiç tanışmadıkları, ölüm kadar soğuk betona secde ediyorlardı. birkaç parça sarıya çalan saç teli zeminde sırıtıyordu. duvarda hafiften yamulmuş eski bir resim asılıydı; resmin üst tarafı gözüküyordu, tozluydu... kırmızı boyalı duvarlar adeta yılların işkencesiyle kana kesmiş gibi sessiz, ölü bakışıyorlardı...boyalar kavlamıştı, altından sıvanın çirkin ala-bula rengi, adi ruj rengi boyaya meydan okurcasına gülümsüyordu, kendinden emindi...
tedirgin adımlar durdu... eski kapının kalbine saplanmış, bir daha hiç çıkmayacakmış edasında, yıldızlar gibi, uzaklardaki ışıklar gibi bir yanıp bir sönen halinden daha çok yeni olduğu anlaşılan gümüşvari bir anahtar silueti çocuğun gözlerine takıldı. ansızın usta bir el uzaktaki anahtara uzandı...belli belirsiz bir gıcırtı duyuldu. anahtar döndü, "dünya da dönüyor muydu acaba"!....
çocuğun gözleri hala anahtardaydı. dünyanın bütün kapılarının eşsiz anahtarı karşısındaydı sanki...kararsızdı,her zerresinde bu kararsızlığı yaşıyordu ve korkuyordu...başını öne eğdi...kafasını kaldıramıyordu...kımıldayamıyordu...kısacık bir aradan sonra ümitsiz bir umutla, isteyerek mi istemsiz mi bilmeden donuk gözlerle ona baktı...cisminin her noktasını yakıcı bir duygu istila etti...utanıyordu...ilk defa cesaretini toplamış ve gelmişti fakat anlayamadığı ve anlatamadığı bir şeyler oluyordu...bir damla yaş düştü tozlu karanlığa...gerisi yok....