resimler; sıradan bir hayatın, abartılarak sahnelenmesi gibidir. iyi resim çizememe sebebim bu olsa gerek. yapabildiğimle mutluyum, yapamadıklarım hayatıma dahil değil. hayattaki tek meziyeti yaşamak olan insanlar arasında yer almadığım sürece, mutlu olabilirim, inancım bu. ucu sivrilmiş bir kalem, tükenene kadar binlerce hayat kurtarabilir; sahibi hariç. iyi satranç oynadığımı söyleyemem, ama oyuna her zaman piyon ile başlayanlardanım ben de. hayata dair ne varsa, bizzat hayatın içinden öğrenmek gerekir aslında.
mutluluğun olmadığı bir özgürlükten bahsedebiliriz ama özgürlüğün olmadığı mutluluğu hayal edemeyiz. musluğundan su akmayan yurtta, su içme özgürlüğü varken; her yıl tonlarca metreküp yağmur düşen ülkelerde, susuzluktan ölen insanların hikayesini yazarken kırıldı kalemimin ucu. kömürü parmağıma bulaştı. yıkadım, geçti. zihnim durulansın diye bir bardak su içtim. silgiye gitti elim, karalamayı tercih ettim. yırtıp attım en sonunda; böceklerin kaynaştığı, kuşların dallarında ötüştüğü ağaçlardan yaratılan; silik bir kağıt parçasını. bir umut verdim kağıt parçasına; geri dönüşüme gitme umudu, sadece buruşturulmuş kağıtların olduğu kutuya atarak onu. soda şişelerimle aynı konteynıra gittiler günün sonunda. çöpleri karıştırdı 13-14 yaşlarındaki çocuk, topladı kağıtları ve kartonları, gecenin soğuğunda. yerleri kaplayan kar ve soğuk havanın etkisi ile oluşan buzun üstünde kayan çocuklar, aynı sokakta. hayatın en büyük cilvesi, şanslı doğmaktı belki de bu dünyada.
"diğer insanların mutsuzlukları, mutluluğuma sebep olacak değil. mutluluğumun başka insanları mutsuz etmesini de istemem. mutsuzluğum size yansımasın yeter."
diye düşünür müydü acaba elleri üşümüş çocuk, diye düşündüm. üşüdüm biraz sonra, kombinin derecesini arttırdım; geçti.
hayatta en çok yapılması gerekileni yaptım; yeni bir sayfa açtım. kalemimin ucunu körelttim, idrak edemedi durumu kalem. tekrar sivriltip, kaleme tepki olarak doğan silginin varlığını hatırladım; buruşturup attığım kağıtlar el salladı çöp kutusundan. bir kibrit yakıp kutuya bıraktım, el salladım salonumun penceresinden görünen ormana. odama döndüm nefes nefese. ateş boşa gitmesin diye bir sigara yaktım, çektim ciğerlerime. bağrı yanık dostlara "merhaba" dedi külüstür pikap. plak döndü, döndü, durdu. frizbi gibi fırlattım pencereden dışarı. yepyeni bir cd taktım, yeniliğe karşıymış meğersem bizim pikap! sustu, konuşmadı. sokaktan geçen hurdacıya, 20 lira karşılığında atacağımı söyledim, kabul etti. attım pencereden aşağıya, paramı istedim. "satacağım"ı sanmış aptal hurdacı! vermedi paramı. hurda oldu pikap, ama almadı hurdacı. bilgisayarımdan "hoşçakal" isimli bir şarkı açtım, bir sigara daha yaktım. eski sevgilim geldi aklıma, tebessüm ettim sadece. hep gülerdi diye hatırlıyorum; belki de unutmuşumdur, kim bilir.
aşık olup mutsuzluğa sürüklenen insanlara acıyorum. ama mutluluğu tercih ettikçe aşktan mahrum kalan insanları görmek de gülünç. aşıkken mutsuzluğa sürüklendiğim yolda, beni yukarı çeken, yine ben olmuştum. her akşam evinin önünden geçiyordum. her akşam odanın ışığı yanıyor mu diye bakıyordum gizlice. bazen yanıyordu, bazen yanmıyor. hiçbir anlamı yoktu, saçmaydı. bir gün yürürken, tercih yapmam gerekti. evinin önünden geçen yol, ve diğeri; diğer yolu tercih ettim. bu belki de, bir tercih değil, bir vazgeçişti. bir zamanlar yaptığım tercih ile mutluluk sebebi olan sen, şimdilerde mutsuzluktan vazgeçişimin sebebi; sen. sen hep aynıydın, ben artık tepeden bakıyorum gibi. insana uzak olunduğu kadar, gerçeğe yakın olunuyormuş meğer.
hani olur da, bir gün sen gelirsen evde miyim diye kontrol etmeye; odamın ışığı yanıyor diye evdeyim sanma, kalbini bana açıp başkalarına gitmişliğini hatırlatmak istemem. üzülürsün belki, ağlarsın ya da. sevdiğinden değil, kaybettiğinin kıymetini anladığından elbet.
bir sevdayı aramak için, bir sevdayı kaybetmek mi gerekir?
birini hatırlamak için, birini unutmak mı gerekir?
yaşadıklarımızı unutmadım diye, hala seni seviyorum mu sandın yoksa?
susmak yüceltmedi seni, konuşsan alçalırdın belki. susmaya devam ettiğin sürece ve ben uzaktan izledikçe olan biteni, daha fazla gülümsüyorum. mutluluk, bir kar tanesiydi. hayatına yağmaya başladı birden, vücudunda eridi. hasta etti seni, yok oldu gitti. ben baharda geldim ilk yağmur damlasıyla, saçlarından alnına aktım bir öpücük gibi. gözlerini ıslatmadan dudaklarına süzüldüm, bir tebessüm oldum kaldım orada. gözlerin kapandı, güneş doğdu, sabah oldu, biz battık. mutluluk, bir kar tanesiydi, sen yanlışına denk gelmiştin. bize gelecek olursak; ya ben erken düştüm hayatına ya da sen adımını geç attın.
biz battık, günaydın.
gün doğdu, hep uyandık. "bugün de uyandık be!"
köşedeki bakkaldan taze ekmeğimi alıp kahvaltımı hazırladım. kahvaltı yaparken bir yandan da sabah haberlerine bakıyordum: "batı afrika'da açlık sürüyor." bıçağımı bala bandırıp, zeminini tereyağı ile hazırladığım kızarmış ekmeğime sürdüm. sürerken koluma damladı, hayatı yaşanılmaz kılan bir detay! ıslak mendille sildim, geçti. kahvaltımı bitirip bilgisayar başına geçtim ve afrika'daki açlıkla ilgili 122 karakterli ama bir o kadar da karaktersiz bir tweet attım. 4 kişi rt etti. kimler rt etmiş diye baktım: dün takıldığımız çocuklar. maç izleyip ıslak hamburgerleri löpür löpür götürmüştük, sıradan bir dündü. dünlerim hep sıradan olmuştur, bütün yenilikleri yarına bırakırım, her bugün.
kitabımı yazmayı da yarına bıraktım. yarın bana döndü: "bugünün işini bana bırakma!" dedi. sustum. "yarın da sıradan olacak" diye düşündüm. yarın iki nokta daha koymak şartıyla, bugün; bir nokta koydum öyküye.