yıllar önce arkadaşla antalya side'de tezgahta kuruyemiş işi yapıyorduk. antalya'da sokakta tezgahta satan kuruyemişçi çok olur. biz de side'de deneyelim dedik. daha doğrusu, arkadaşın abisi bu işi yapıyordu. o, askere gidince yazın boş durmaktansa hem çalışalım hem de paramız olur diye bu işe başladık. zaten civardaki sokak satıcıları arkadaşı ve abisini biliyordu. yol yordam gösterip yardım ettikleri de olurdu. gece iti kopuğu olsa da bizim abilerimiz vardı. kaldı ki, en it kopuk olanı zaten ikinci gece bizi de tanımış oldu. ama it kopuktan daha zararlı olan bir haşere varmış. biz sonra öğrendik.
satış yaptığımız yer turistlerin sık geçtiği yer. birkaç olay çıkınca tezgahlara cephe aldılar. artık, bazı geceler tura atan zabıtalar vardı. bize demişlerdi. zabıta tezgahta birkaç şeyi canı isterse, verin. para falan da sakın istemeyin. canları çıkasıca. biz toy satıcılar, esas işi öğrenmeye başlıyorduk. gel zaman git zaman, pek möhüm işleri olan bu kolluğun para toparlama huyu oldu. mesela gece gezerler her tezgahtan 1 gecelik şimdinin parasıyla 10-15 tl toplayıp gecerler. aynı zamanda satış yapana göre zaman zaman bir şeyleri bedava alırdı. tokacıdan toka, mısırcıdan mısır. ama bu (d)ayılar en çok bizim tezgahı severlerdi. çünkü yükte hafif, pahada ağır. hem de yarım metre olan göbeklerinin hammaddesi olan abur cuburların kaynağı biziz. bizden bazen para almazlardı. bazen dediğimiz de çok nadir. ama tabiri caizse lüks karışık olan çerezden rüşveti de almadan geçmezlerdi. ilk geldiklerinde bunlar kajunun adını bilmezlerdi. direk olarak:
"şu fıstıktan ver hele" diye isterlerdi. sonradan o kadar çok benimsediler ki:
"yahu bu fıstığın özelliği nedir? tadı başka oluyor öbürküsünden" diye bir soru sormayı akıl edince, kajunun adını bizim sayemizde öğrendiler. eee o kadar kuruyemiş zekayı açıyor tabi!
kaju deyip geçmeyin. 10 küsur sene önce öyle bulup yemek bir mesele. herkes yiyemez. yabancı turist falan alırsa ne ala. artık. bunlar karışık çerezin dibine vururlardı. antep fıstık, kaju, bademler kartona doluyor. yapmayın etmeyin diye bakardık yok ! hatta bu zabıta (d)ayılar kavurga, leblebi koymayın diye çıkışırlardı. bazı geceler antep fıstık, badem gibi ürünleri satmaz olduk. bilerek getirmezdik veya ağaçların arkasına sakladığımız poşetten getirirdik. sorarlardı bu (d)ayılar:
fıstık nerede?
stok bitti, sipariş verdik gelecek diye bir hafta falan oyalardık. yaz zaten ne kadar süre ki? rüşvet yanlış bir şey ama aç kalıp hırsızlık mı yapsaydık? belediyeye kaç kere denildi. ses eden yok. hele şikayet edin tezgahını elinden aldılar. o yaz hem çalışıp nasıl para kazanırız hem de üç kuruşu nasıl kaptırmayız diye hesaplamakla geçti. sonra yaz bitti. okul başladı bu olayda bir anı olarak kaldı.
çakallık yapan tezgahı olan, işportacı çoktur. ama gerçekten çalışmak zorunda olan adam da çok. hırsızlık yapmıyoruz. dükkanları hep parsellemişler. bu zenginler, siyasetçiler, vekil, belediye başkanı hatta onların yakınları, oğulları, kızları icabından tekneden sipariş verirler. limana koşa koşa veya bisikletle poşet poşet çerez götürürdük. onlar da bilirdi durumu. ama işlerine gelmezdi bizim sorunları çözmek. zaten o devirler bitti. şimdi işler, usul değişti. bizle muhatap bile olmazlar. artık bizleri görmeye ihtiyaçları yok. ama garibanlarda değişen bir şey yok:
bu iş bilmez siyasetçilerin sokak ağzı, hırsızlıkları bir yana ben bunların en kral okulunu okudum. yüksek lisansım bitmek üzere. sistemi gördükçe her gün küfrediyorum ve kendimce bir şeyleri değiştirmek için her gün ant içiyorum. ama tek başına bu kadar mikropla nasıl baş edilir?