çoğunlukla kentli burjuva takımından kalburüstü simaların devam ettiği şehrin en ünlü gece kulüplerinden birinde, sadece bir geceliğine sahne alan ünlü amerikalı caz grubu 'Brad Mehldau Trio'nun gösterisinde tanışmışlardı.
Gonca, değme mankene taş çıkartacak fiziği, güzel ve güler yüzü, sade makyajı ve beyaz saf ipekten, adeta "ben bir ustanın elinden çıkmış sanat eseriyim" dercesine haykıran giysisi ile tanıştıkları gecenin tartışmasız en çekici kadınıydı.
evlilik hayalleri kuran, entelektüel ailelere mensup genç veya biraz geçkince kızların 'evlenilecek erkek' listelerinin başlarındaki yerini muhafaza eden olgun ve yakışıklı hakan'ın siyah ve kendinden sürmeli gözleri, o gece gonca'dan başka hiçbir kadını görmemişti.
aynı gecenin ilerleyen saatlerinde, slow-jazz tınılarıyla çevreyi kuşatan romantizm dalgalarının, insanın adeta iliklerine işleyen o olağanüstü etkisi, zarifçe kavradığı elleri arasında hafifçe salınan o incecik belden geçen sıcaklıkla birleşince, alıp-götürmüştü kendinden hakan'ı.
nasıl olduğunu dahi anlamadan derinliklerine yuvarlandıkları büyük aşkın etkisiyle, birkaç gün içerisinde evlenmeye karar verip ikinci haftanın sonunda da nikah yüzüklerini takıverdiler parmaklarına.
*****
birlikteliklerinin başlangıcından bu yana henüz bir ay geçmişti.
neoklasik tarzda döşeli ve üzerine düşen ışığın etkisiyle göz kamaştırıcı bir hal alan, beyaz renkli perdeleri, işlemeli beyaz yatak örtüleri, beyaz peluş halısı, mobilyası ve odanın bir köşesinde, ilk bakışta dekoratif bir unsurmuş gibi duran fakat gerçekte harlı yanan çinilerle bezeli beyaz sobası ile adeta versailles sarayı'nın o mükellef yatak odalarından birindeydiler, gonca ve hakan.
hakan, gri üzerine bordo çubuklu saten pijamaları ile yatakta, aslında pek de edebi değeri olmayan lakin, hasbelkader sosyetede popüler olmuş bir romanı okumaya çalışıyor, gonca ise o gün aldığı giysiyi üzerine tutarak, dolap kapağındaki boy aynasında deneyip giysiyle ilgili kritik yapıyordu.
- Ne dersin birtanem, bu yeşil beni açmış değil mi? Mağazadaki Askıda ilk bu elbise çekti dikkatimi. Çok değişik geldi bana, hiç denememiştim bu tonunu yeşilin.
hakan, gözlerini, okuduğu romanın sayfasından ayırmadan cevap verdi;
- Limon küfüydü değil mi o?
- Evet! Söylesene, yakışmış değil mi?
hakan, aynı tavırla yanıtladı;
- Gül-goncama ne yakışmaz ki benim.
- Ne bileyim! Sen pek beğenmedin gibi sanki.
bu defa başını gonca'ya doğru çevirerek tepeden tırnağa şöyle bir süzüp yanıtladı;
- Hayır! Beğendim beğenmesine de sana siyah veya beyazın daha çok yakıştığını düşünüyorum. Yani, teninin rengine daha uygun düşüyor. Hem biliyor musun? bu renkler ağırbaşlı bir hava veriyor. yanımda yürüyenin bana yakışan, olgun bir kadın olduğunu hissettiriyor. Ben olsam, siyah veya beyaz renk bir elbise tercih ederdim ama beğenip-almışsın artık, güle-güle giy.
gonca'nın yanıtını dahi beklemeden okuduğu kitabın sayfalarına döndü hakan. eşinin büyük bir hışımla ona doğru döndüğünün ve onun kendi tercihlerini umursamaz bu tavrını uzun uzun seyrettiğinin farkına bile varmadı.
elit insanların, günlük yaşamlarında çevrelerine verdikleri o sahte dinginlik havasını yerle bir edecek patlama, neredeyse gerçekleşmek üzereydi.
- Hakan! Bana bunu neden yapıyorsun? Söyle! Neden yapıyorsun bunu bana! Neden hep sayende anlam kazanmalıyım ben! Sensiz, silik ve kişiliksiz bir kadın olma mecburiyetim neden! Kendi başıma da bir şeyler olmam, göze çarpmam, çekici görünmem neden anlamsız bir biçimde rahatsız ediyor seni, söyle! Bir kişiliğimin olması ve o sayede 'falancanın arkadaşı' ya da 'filancanın karısı' olmanın ötesinde kendim olarak, Gonca olarak tanınmam neden korkutuyor seni? Söyle neden! Neden!
az önce, bir sağa-bir sola dönerek boy aynasında denediği limon küfü rengi o hoş elbiseyi, avuçları arasında hızla der-top edip odanın köşesinde yanan çini sobaya doğru yöneldi gonca. el yakacak kadar sıcak olmasına aldırmadan, bir hamlede kapağını açıp giysiyi sobaya adeta tıkıştırdıktan sonra kapağı geri kapattı. önce odayı, kısa bir süre sonra da evi terk etti.
neye uğradığını anlayamayan ve bunun etkisiyle, bir süre yerinden dahi kıpırdamadan o'nun ardından baka-kalan hakan, neden sonra, yarı-beline kadar üzerine çektiği yorganı kaldırıp yerinde doğrularak yataktan çıktı ve paralize olmuş bir insanın yüz ifadesi ile odanın ortasına kadar çıplak ayaklarını sürüye sürüye yürüdü. bir süre ufka bakarmışcasına dalan gözlerinden daha sonra yaşlar dökülmeye ve mırıltıyı andıran bir sesle kendi-kendine konuşmaya başladı.
- Sevilmeyecek bir adam değilim ki ben! Neden bırakıp gitti sanki; bunca yaşanmışlık ve alışkanlığın ardından. Sırf kırılmasın diye, tüy hafifliğinde cümleler kurdum onunla konuşurken, incinmemesi için pamuk ellerle dokundum tenine, bir gül goncası gibi okşadım, öptüm, kokladım. ne kötülük ettim ki ben? onu sevmekten, sahip çıkmaktan, korumaktan başka ne suçum vardı ki benim?
bulunduğu yere oturup bir süre düşündü ve birden ayağa kalkıp hükmünü bildirir bir kral edasıyla konuşmaya başladı;
- Ben olsaydım...
ardı gelmedi. kral maskesi düşmüş, az önceki üzgün ve mahsun yüz ifadesi tekrar ortaya çıkmıştı. kısa bir süre bu halde kaldıktan sonra başını kaldırdı, kaşlarını çattı ve adeta haykırırcasına konuşmaya başladı;
- Hayır! Hayır, olmasaydım... Bir kereliğine olmasaydım... olmayı-verseydim ne vardı sanki. hatta, olmaz-olsaydım!.. lanet olasıca ben! bir kereliğine de olsa yalnız ben olarak kalsaydım, onun yerinde olmayı denemeseydim.