kaderin nanik yapması

entry1 galeri0
    1.
  1. ” sen de büyü, senin de çocukların olsun, o zaman anlarsın beni. ” şu klişe cümleyi çocukluğum boyunca en az bin kere duymuşumdur. her türk çocuğu gibi. ve hayat beni hangi ara bu kadar sıkıcı bir insan yaptı bilmiyorum ama; az önce kendimi, aynı cümleyi -birebir- kızıma kurarken buldum.

    insan çocukluğunu hatırlarken ya sevinir, özlem duyar ya da üzülür ve o günlere lanet eder değil mi? bende durum farklı. çocukluk dönemimi iyi ya da kötü diye net bir şekilde tabir edemiyorum fakat, o yılları hatırladığımda kendimden utandığım su götürmez bir gerçek. öyle böyle bir utanma değil hem de.

    sorunlu bir ailenin sorunlu çocuğuydum. annem babam ben altı yaşındayken ayrılmışlardı. klasik hikaye; şiddetli geçimsizlik. henüz çok küçük yaşta olmama rağmen çok net hatırlıyorum olan biteni. tuhaftır, bazen öyle ayrıntılar hatırlıyorum ki kendime şaşıyorum.

    annem çok güzel bir kadındı. “her anne güzeldir” mevzusundan öte bir şey, ciddi ciddi güzeldi. sürekli birileri döndü durdu etrafında. malum güzel kadın, dul bir de. o hep sakin kaldı, ciddiye almadı, umursamadı. babamsa, boşandıktan bir buçuk sene sonra patronuyla evlendi. şimdi rahmetli oldu kadıncağız, nur içinde yatsın. neyse…

    ben hep öyle kalacak sandım, baba gider, anne hep seninle kalır, bir tek ve daima seninle kalır, kendine başka yoldaş aramaz sandım. öyle değilmiş. zira üçüncü sınıfa yeni başlamıştım ki, bir gün, okul dönüşü, annem karşısına alıp ciddi bir konuşma çekti bana. “bu devirde dul kadın olmak zor” diye giriş yaptı, “kendime uygun birini buldum, evleneceğim, sen de yanımda olacaksın oğlum” diye bitirdi sohbeti. özet geçtim tabi. kadıncağız bana bunları söylerken kıvranıyordu. cümlesini nasıl bitirdiğini bile hatırlamıyorum aslında.

    üvey babam annemle aynı yaştaydı. daha önce bir evlilik yapmıştı ama çocuğu yoktu. sessiz sakin, güleryüzlü bir adamdı. ve tabi ki, babamın yerini almaya çalıştığı, ya da ben öyle sandığım için en nefret ettiğim insandı. tartışmasız. ben de bu nefreti göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmıyor, ve hatta abartılı hareketler yaparak annemin dikkatini çekmeye çalışıyordum. maksat; tek dikkati benim üzerimde olsun, o adamı ihmal etsindi. buydu evet. çocuk aklımla dikkat çekmek için her şeyi yapmıştım. en başta, mahalledeki arkadaşlardan öğrendiğim tüm küfürleri evde bağıra bağıra sanki şarkı söylermiş gibi söylüyordum, rezalet! böyle baya ezgili, ritimli şarkı yapıyordum küfürlerden. sonra bağıra bağıra evde söylemeye başlıyordum küfürlü şarkıyı. sürekli kavga ettiğim bir çocuk vardı mahalleden. tüm şarkıları ona ithaf ediyordum:

    “orrooooospuu çocuuğu vedaat, orospu çocuuğuuuu vedaaaat! vedatın anası deniiz, s*meyen keriiizz, heeey!!”

    tek bu da değil tabi. ödev yapmıyordum, odamı asla toplamıyordum, dişlerimi odamda fırçalayıp, on beş dakika salyalarımı akıta akıta evin içinde dolanıyordum, arkadaşlarımla kavga ediyordum, evin içinde futbol oynuyor, cam çerçeve indiriyordum. vs vs… akla gelebilecek her türlü haşarılık…

    zavallı annem, kızarıp bozarıyor, şekilden şekle giriyordu benim o hallerimi görünce. kaç defa eşinden benim adıma özür diledi bilmiyorum. kaç defa “yapma oğlum, neden böyle davranıyorsun?” diye karşımda ağladı en ufak fikrim yok. sonsuz kere.

    ve o adam, bana hiç kızmadı. yalnızca bir kez, “burak, böyle yaparak anneni ne kadar üzdüğünün farkında mısın” diye sorarken sesi azıcık yüksek çıkmıştı. ve ben kendimi odaya kapatmış, annemin de kafasının etini yemiştim, bu adam bana bağırıyor diye.

    böyle davranmaktaki amacım, sadece annemin ilgisini üzerime kitlemekti fakat, günden güne bu hallerimi benimsiyor, sevimsiz bir adam oluyordum.

    bir gün, ben yine evin içinde bağıra çağıra vedatın anasına göndermeler yaparken, üvey babam ; “burak, sen satranç oynamayı biliyor musun?” diye sordu. kaba bir şekilde “yoooooöööö” dedim. öğreteyim mi, dedi. istemem, dedim. hadi ama çok zevkli ,dedi. başka bir şey dememe izin vermeden, hızlıca odasına gitti ve bir satranç takımıyla döndü salona. masaya oturduk karşılıklı. tek tek başladı anlatmaya. “bak burak bu piyon, önemsiz gibi gözükse de satrancın en önemli taşları bunlardır bence. ilk hamlede iki adım atabilirsin..”

    onu ağzım açık dinlediğimi farkettim, vay şerefsiz herif, nereden biliyordu bunları.

    öyle böyle, üç dört saat sonra maç yapacak kıvama geldik. daha doğrusu kıvama geldiğimi, kafamın çalıştığını, çok zeki bir çocuk olduğumu söyleyip durdu ve daha ilk maçımızda bilerek bana yenildi. tabi o zaman bu durumun farkında değilim, onu yendikçe yenesim geldi ve aynı gün yedi defa daha maç yaptık, hepsinin galibi bendim. sözde galip.

    her akşam, satranç maçı için evden gelmesini bekliyordum ve haftasonları günde en az dört saatimizi satranç maçına ayırıyorduk. uzun zaman sonra ilk defa üvey babama “mustafa abi” demiştim.zamanla bu durum benim de hoşuma gitmeye başladı, eskisi gibi kendimi yıpratmıyordum. annem mutluydu, mustafa abi mutluydu. itiraf ediyorum, en mutlusu da bendim. bir anda efendi çocuk olmadım kabul, ama zamanla, büyüdükçe makulleşti tavırlarım. mustafa abi'ye duyduğum nefret ise, satranç maçlarından hemen sonra yok oldu. evet, sandığımdan basit olmuştu onu sevmek.

    mustafa abi’ye hiç “baba” demedim. ömrümün en büyük pişmanlığıdır. “baba” sıfatını hakedecek her şeyi yapmasına ve aslında onu öz babam olarak görmeme rağmen, ona bu mutluluğu yaşatmadım. benden hiçbir zaman böyle bir talebi olmadı ama, eminim bu ona verebileceğim en büyük armağan olurdu.

    mustafa abi, ben on yedi yaşındayken, bir iş kazasında öldü. çok acı ve talihsiz bir ölümdü. sadece “sekiz yıllık babam” idi fakat onu yürekten seviyordum. annem bir daha evlenmedi, evlenme fikri aklının ucundan bile geçmedi. mustafa abi’nin ölümü onu derinden yaralamıştı. gariptir, mustafa abi’ye hiç baba demememe rağmen, kızım anneme “babaanne, bana dedemi anlatsana” dediğinde benim babamı değil de, mustafa abi’yi anlatıyor.

    kızıma satranç oynamayı tabi ki öğrettim, geçen sene ilçe çapında birincilik ödülünü almaya giderken yanımıza annemi de aldık. onun gözündeki mutluluğu görmek her şeye değer.

    —-

    hayat garip, bir zamanlar anasına düz gittiğim vedat, şimdilerde ikinci lig’den birinci lig’e taşınmakta olan bir futbol takımının teknik direktörü oldu. yani halen, binlerce insan tarafından küfür yiyor.

    daha da garip olan, geçenlerde maçı izledikten sonra kalabalığı aşarak zorlukla yanına inip “merhaba vedat, beni hatırladın mı” dedikten sonra, vedat’ın küçük bir hafıza yoklamasının ardından birbirimize sarılmamız oldu. öyle duygulandım ki, neredeyse yılların orospu çocuğu vedat’a sarılırken ağlayacaktım.

    sözleştik, bu ayın başında tekrar görüşeceğiz.

    -

    hayat, bir insan hakkında, onu doğru düzgün tanımadan hüküm kesmemem gerektiğini bana öğretti, iyi güzel de.

    yani allah’ım, sözün özü; orospu çocuğu dediğim adamla da yıllar sonra kanka yapma beni olur mu?

    tamam, küçüktük filan ama...

    utanıyorum. vallahi.
    4 ...
© 2025 uludağ sözlük