jüpiter in tanrı olma ihtimali

entry3 galeri0
    1.
  1. -artık insanlara bedenler yetmiyor hayır, onlar kalplerinizi sikmek isterler. tatminsizliğin yedinci boyutu.

    -neden yedi?

    -çünkü cennetin yedi kapısı vardır, ve biz cennete girmek isterken hayatlarımızı boka çeviren aciz aptallarız.

    musti’nin yanında duran orta yaşlı eski solcu adama baktım, adam otuziki dedi, güldüm.

    hilal boş boş baktı.

    tavana baktım, kartonpiyerlerin köşedeki birleşme noktasına. konuşmaya başladım; “birleşme dediğimiz şey, ne boktan bir şeydi. zaten tek başına bir olan iki şey bir’leşiyor, sonra ayrılıp hayata iki yarım olarak devam ediyorlar. neden? çünkü bok var. tek olmak, bir olmak, neden bu kadar zorumuza gidiyor ki, yarım kalmaya değer mi birkaç dakikalık bir’leşme.” ne de sikimsonik konuşuyorum bazen.

    odadakiler bana boş gözlerle baktı, hadi ev arkadaşım –ne boktan kelimeyse bu- bu hallerime alışkındı ama diğer arkadaşlar garipsemişlerdi bu durumu. köşede, köşeli koltuğun köşesinde tavanın köşesine bakmayı birden bıraktım, yanında duran kağıtlara baktım, düzeltmem gereken bir hikayeydi bu, fi tarihinde yazmıştım özgün’e. hikayeleri yazarken çok fazla kelime kullanıyordum, aslında bu doğruyu bulamamanın sonucunda ortaya çıkan arayıştı sadece, yani bence. hayatında o kadını bulamayan ya da kaybeden erkeklerin bütün kadınlara saldırısının manifestosunu böyle yorumluyordum, ne bileyim belki de erkekler de diğer her şey gibi basitti. olması gerektiği kadar basit, hikayelerin düşüncelerimin ve kendimin.

    hikayeyi biraz okudum, çok boktandı, kendim gibi işte. sıkıldım, samimi gelmemişti nedense, özgün duysa belki kızardı. neye kızdığı belli değil ki, belki de umursamazdı hatta yüksek ihtimal umursamazdı çünkü adam genelde umursamazdı. diğer bir ihtimalle, umursadığı şeyler arasında yeri olan olayları ben henüz görmemiştim. sonra, derin bir nefes aldım ki bunaldığımda hep yaparım, fırlattım kağıtları. öylesine bıraktım havaya, herhangi bir broşürü çöpe atmanın umursamazlığıyla. insanlığın doğasında varlık olsa yok oluşa böyle istekli olmazdık, tabiatımızda aşk olsa ayrılıklar da rahatlatıcı olmazdı, enerji bile kendini bozmaya eğilimlidir her kadın gibi. bunları düşünmek böyle anlarda beni rahatlatır, o yüzden bunlar geçti aklımdan. bu sefer ev arkadaşım tepki gösterdi zira diğerleri deli galiba diye düşünmekle meşguldüler, en azından bakışlarında bunu gördüm. ne düşündüklerini anlayabiliyordum, neden söylemiyorlardı düşüncelerini bana sanki? o kadar yalan arasında kadın doğruyu istiyordu artık. salt, saf, acı ama gerçek… bir tek bizim eski solcu başka bakmıştı, çarpık bir gülümseme, sakin bakışlar falan. derler ya hani “anlar gibi.” sevilmemek korkusundan kaçışımızın adıdır ayrılık, bilinmeyen sularda yüzemediğimizden kaçmak kolay iş.

    sessizliği yırtan bir tutam söz.

    -ama kanka o senin yazdığın hikaye?

    -biliyorum.

    -ama kanka sen onun için bir haftanı harcadın?

    – biliyorum gizem.

    -a…

    -bir kez daha “ama kanka…” diye cümleye başlarsan bardağımdaki vodkayı kağıtların üstüne döker çakmağı fırlatırım. filmlerde gördüm hep, hevesim de var yapmaya. gerçi onlar benzin falan döküyorlar.

    -sen vodka mı içiyorsun? su sanmıştım.

    köşeli koltuğun diğer köşesinde oturan özgün de bana dönmüş şaşkınlıkla bakıyordu. bari o şaşırmasaydı. cevap verdim;

    -öyle san diye porselen bardakta ve sek zaten.

    -bu saatte bu şekilde içmen..

    -ne diyeyim kızım, hepinizden nefret ediyorum gençler, defolup gidin içicem mi diyim. ne kadar kaba. oysa şimdi kafam güzel, siz güzel…

    -of betül.

    -yaşasın bu gün de sevilmedik.

    yine bir karamsarlık, kendimden bile bıkıyorum bazen. mesela şimdi bunu yazıyorum ya, çok boktan oldu diye bundan da bıktım. hoop, yine bir karamsarlık. oysa hayal ediyorum bunları, herkesi konumları ve yüzler, belki biraz farkla, biraz istediğim gibi. şu sıralar en sık kullandığım cümlenin “ya öyle bir şey yokmuş ben gördüğümü sanmışım.” olduğunu düşünürsek bu durum çok da şaşılası değil. geçen evde olmayan bi tabloyu anlattım, gözümün önüne de geldi resim, var yani eminim görmüşüm. aslında yokmuş, iki resmi kafama göre birleştirip apayrı bir resim hayal etmiş, buna inanmış hatta hatıralarıma falan sokmuşum. bu gün de “uzak” kitabını okurken, bizim kırmızı bavulda “gidiyorum bu*” var dedim getireyim, yokmuş. ama hatırlıyorum, görmüştüm, görmemişim. zaten uyuyamıyorum da, böyle karganın kedisini diye uyandığım günden bi beklentim de yok haliyle. bunları da niye yazıyorum açıklamak gerekirse –ki gerekmiyor da anlatasım var- anlatasım var çünkü ve peluş hayvanım falan da yok. bi tane olmuştu babanem almıştı, şimdi onu görünce gözlerimin önünde sedye ben babanem oluyor, hiç giriyorum o konuya. bir kere arkadaşım olayı çok dramatize ettiğimi söylemişti, sonrasında konuşmadık ama ben her bayram annesinin mezarına gittim, bilmiyor. bilse de, bilmiyorum ne fark eder. bi öğretmenim vardı hiç unutmam –bir çok unutmam gereken şey gibi- “fedakarlık yaptığın insanın bundan haberi olmaz, haberi olsa da bu onun umurunda olmaz.” demişti, iyi de etmişti. gerçi benim yaptığım da fedakarlık değil, seviyorum kadını, tanımasam da.

    neyse, bunları yazıyorum çünkü kimse beni dinlemiyor. üretim hatası sebebiyle hiç bir insanın giyemeyeceği kadar büyük dikilmiş bir gömlek gibiyim. sürekli bir boşluk hissiyle yaşıyorum.

    hepimiz kaçamaklar isteriz, kaçmak isteriz bazen başka bedenlere, kaçamıyorum bu gece ben de böyle yazıyorum. ha derseniz kendi kendini bile dinlemeyen bir insan nereye kaçabilir? kaçamıyorum zaten. kaçmak ister de kişi kaçacak yer bulamazsa, evine dönmesi gerekmez mi hem? kendime de dönemiyorum şu saatlerde. bir boş kağıtla sevişiyorum.

    bak bu son çağrı, oku beni, bırak sana içimi dökeyim inan bu nehirlerin denizlere dökülmesinden daha gerçek. diyemedikçe ona bunları, kendi kendime dert yandım ben, yazdım da yazdım. bak okuyan kişi, içimin havzasındaki su kapalı kaldıkça acıyor, öldü balıklarım, oku diye de sana dedim. belki okurken sen de sıkıldın, garipsemiyorum.

    bak dinle şimdi.

    intihar hep başka intiharların sonucu olarak meylettiğimiz bir olgu olduğu kadar aslında bizim içimizde filizlenmiş bir araf çiçeğidir. yalnızlıkla iniltili bağları vardır ve ölen balıklarla. çok düşündüm geçen bileklerimi kestiğimde. ama nasıl kesmek… ölmeyi beklerken ulan ölüm de zor hadise dedim. gerçekten zormuş. kanında mikrop var dedi doktor geçen, eve geldim çamaşır suyu içtim üstüne bir domestos shot! doktor yok dedi duyunca, sen ölürsün ama temizlenmez. benle yaşayan bir şeyin benden güçlü olması ne saçma. benim yarattığım aşkın beni alt etmesi gibi bir şey bu. garson, shotlar double. eğer içesim varsa ama alkole erişimim yoksa, açıyorum şubat şiirini okuyorum. bu şubat ne boktan şey, iyi ki hepimiz boktanız, yoksa şubat şiiri yüzünden ölebilirdim. artık nar yiyemiyorum, beyaz gömleklere bulaşmasın diye kanım. kendi kendime konuşmalarım arttı, hayatımdan insanları yine çıkarmaya başladım bu arsız cesaretini bana geri kazandıransa habire sktir çekmiş boktan bir adamdı. bu aralar çok sigara içiyorum ve uyuyamadım. neyse ki hepimiz boktanız, ben biraz fazla. kendimi bu dünyada evimde hissetmiyorum, hiç bir yer bana ait değil ve ben ait olma hissimi kaybedeli çok oldu. çalanda kalması ne boktan hadise benim parçalarımın. lakin şu konumda gerçeklik hissi kayıpları geri de dönmüşken aptal bi ait olup olmama mevzuuna takılmıyorum. dünyada bir tek dün ve bir de bu gün var. geçmişteki her şey dün gibi, bize diğer olayın hepsinden daha eski olduğunu anlatan his yok k, olmuş işte. ve yaşanan her şey bu gün. belki her şey boktan bir rüyadır ve biz her şeyi çok ciddiye alıyoruzdur belki plüton haklıdır ne bileyim, varlığın ispatı ne ola ki. hadi tanrım jüpiter’e kaçalım.

    sen gelme.
    kaynak: http://tipsychannel.com/tanri-ve-jupiter/
    2 ...
  2. 2.
  3. 3.
© 2025 uludağ sözlük