şiire uzak olduğunu düşünen insanların bile tüm ruhunu kavrayacak güzellikte, coşkun akan bir nehir. Nazım Hikmet ran'ın 1929 yılında yazdığı, mona lisa tablosu ile çinli si ya u'nun gerçeküstü devrimci aşkını anlatan; nehir şiir, manzum hikaye, mısra çağlaması. bir mayakovski'nin pantolonlu bulut'u bir de nazım hikmet'in jokond ile si ya u'su insanın ruhuna verebileceği emsalsiz güzellikteki, en özel hediyelerden biridir; etkilenim ve hissediş dünyanız başkalaşır; ruhunuz yepyeni bir evrene kanatlanır...
jokond ile si ya u'yu tek kişilik bir tiyatro oyunu olarak sahneye koyan ve oynayan zeliha berksoy; bu eserin hikayesini şöyle anlatıyor:
bu eser başlı başına bir sacayak. Kendi stili var; Nâzım o tarihte sıcağı sıcağına Moskovadaki Meyerhold Tiyatrosundan etkilenmiş. O tiyatronun biyomekanik oyunculuğu yani dramatik tiyatrodan ziyade Asya tipi, daha beden diline ağırlık veren, gestus taşıyan oyunculuğundan etkilenmiş. ikincisi tabii ki aşk hikâyesi Si-Ya-U, Şanghaylı bir çocuk, Pariste okurken Louvrea gidiyor ve Mona Lisaya âşık oluyor. Resmin adı Mona Lisa ama Nâzım, Fransızca bildiği için Jokond diyor, yani resme Fransızca ismiyle hitap ediyor. Ve sonra Moskovada üniversitede Nâzımla oda arkadaşı oluyorlar. O sırada da Nâzıma hep anlatıyor Mona Lisaya aşkını... Zaman geçiyor, Moskovada 1 Mayıs hareketlerine katılıyorlar ve bütün Şanghaylı devrimci çocuklar, Şanghaya dönüyor. O zaman da Çan Kay Şek var tabii ve devrimcilerin kellesini uçuruyor. Si-Ya-U da Şanghaylı Çinli çocukların daha doğrusu, öğrenci birliğinin başında. Ve bunlar diyorlar ki, Biz artık memleketimize gitmeliyiz, okul da bitti, orada mücadele edeceğiz. Tabii bunlar Moskovadan gidince Çan Kay Şek kellelerini uçuruyor. Si-Ya-Unun öldüğünü duyunca Nâzım çılgına dönüyor ve bu şiiri yazıyor. Bir ayağı çok romantik ve fantastik. Hem tarihselliği oturtuyor hem de artistik ve fantastik bir aşk hikâyesi anlatıyor ve bunlar hep birbirleriyle bağlantılı. Bir şair dehasıyla yapıyor yani bunları.
bazı bölümleri:
jokondun hatıra defterinden parçalar
15 mart 1924 paris luvur müzesinden
luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor.
bıktım artık canımın sıkıntısından.
içimdeki bu ruh yıkıntısından
aldı fikrim şu hisseyi:
müzeyi
gezmek iyi
müzelik olmak fena.
ben bu maziyi hapseden saraya
öyle ağır bir hükümle kondum ki,
çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlıboya
mecburum durup dinlenmeden sırıtmaya:
çünki:
ben o floransalı jokondum ki
floransadan daha meşhurdur tebessümüm.
luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
ve madem ki maziyle konuşmaktan
çabuk bıkılıyor
ben
karar verdim bugünden itibaren
bir hatıra defteri tutmaya.
belki dahli olur bugünü yazmanın
dünü unutmaya
lakin acayip bir yerdir luvur.
burda belki bulunur
iskenderi kebirin
kronometrolu lonjin saatı,
fakat
bulunmaz yüz paralık bir kurşunkalem
ve bir tabaka temiz defter kaadı.
lanet olsun luvruna, parisine.
yazarım ben de hatıratı
muşambamın tersine.
ve işte:
kırmızı burnunu eteklerime sokan,
saçları şarap kokan
miyop bir amerikalının
aşırınca cebinden mürekkepli kalemini
başladım hatıratıma.
yazıyorum sırtıma:
tebessümü meşhur olmanın elemini
bugün gözlerin sesiyle
konuştuk kendisiyle.
gündüzleri kumaş dokuyormuş,
gece okuyormuş.
işte çoktandır ki gece
kara gömlekli bir faşist ordusu gibi geldi.
kendini sen* nehrine atan bir işsizin
karanlık sudan sesi yükseldi.
ve ey yumruk kadar başında
dağ gibi rüzgarlar esen
ben eminim ki bu anda sen
cevap almak için yıldızlara sorduğun
cevaplardan,
kuleler kuruyorsun kalın meşin kaplı
kitaplardan,
oku
si-ya-u
oku..
ve gözlerin satırlarda isteneni bulunca
gözlerin yorulunca
bırak yorgun başını
siyah sarı bir japon krizantemi gibi
kitapların üstüne
uyu
si-ya-u
uyu .
18 nisan
başladım unutmaya
tombul rönesans üstatlarının isimlerini.
görmek istiyorum
çekik gözlü çin nakkaşlarının
ince uzun kamış fırçalarından
damlıyan
siyah suluboya kuş ve çiçek
resimlerini
paris telsizinin haberleri
allo
allo
allo
paris
paris
paris
havada sesler
ateş tazılar gibi koşuyor.
eyfel kulesinin telsizi konuşuyor:
allo
allo
allo
paris
paris
paris
biz de şarklıyız bu ses bizedir
bizim de kulaklarımız bir ahizedir
biz de eyfel*i dinlemeliyiz-
çinden haber
çinden haber
çinden haber:
kaf dağınan gelen ejder
altın semasında çinimaçin yurdunun
gerdi kanat.
fakat
bu işte sade britanya lordunun
tüyleri yolunmuş
kalın boyunlu bir kuş
gibi matruş
gırtlağı değil,
kesilecek
konfuçyusun
uzun
seyrek
sakalı da!
jokondun hatıra defterinden
21 nisan
bugün çinlim
gözbebeklerimin
içinde durdu;
ve sordu:
tanklarının kırk ayaklı tekerleriyle
pirinç tarlalarımızı ezenler,
şehirlerimizde
cehennem imparatorları gibi gezenler:
senin
seni yaratanin nesli mi?
az kaldı hayır diye haykırarak
kaldıracaktım elimi
jokondun hatıra defterinden
2 mayıs
bugün çinlim gelmedi.
5 mayıs
bugün de yok
8 mayıs
benziyor günlerim
bir istasyonun
bekleme salonuna.
gözlerim dikili
demiryoluna .
10 mayıs
yunan heykeltıraşları,
selçuk elinin çini nakkaşları,
cemşide ateşle halı dokuyanlar,
çölde hecinlere kaside okuyanlar,
vücudunun raksı rüzgar gibi esen,
bir kırat mücevheri 36 köşeli kesen,
ve sen
beş parmağında beş hüner taşıyan
mikel anj * usta!
haykırın, ilan edin düşmana dosta:
pariste fazla bağırmış diye,
mandarin sefirinin
camını kırmış diye,
sevgilisi jokondun
fransa hududunun
atılmış haricine .
çinden gelen sevgilim gitti çine
ve ben artık
bilemem kimlere derler leyla ile mecnun,
o pantolonlu leyla
ben etekli mecnun değilsem
ağlayabilsem ah .
ağlayabilsem
ikinci kısım
firar
muharririn not defterinden
a dostlar hali berbat jokondun..
siz emin olun ki onun
çok uzaklardan haber
almak ümidi olmasaydı eğer
ölümün rengini vermek için
dudaklarındaki melun tebessüme,
bir müze bekçisinin tabancasını çalar
boşaltırdı muşamba göğsüne
jokondun not defterinden
ne olurdu fırçası leonar da vinçinin
yaratsaydı beni
yaldızlı güneşinde çinin.
arkamdaki dağ resmi
şeker kellesi şeklindeki bir çin dağı olsaydı,
pembe beyaz rengi uzun yüzümün
solsaydı,
alsaydı gözlerim bir badem biçimini.
ve tebessümüm
gösterseydi göğsümün içini!
o zaman uzaklardakinin kolunda
dolaşabilirdim çini..
muharririn hatıra defterinden
jokondla bugün başbaşa verdik.
meraklı bir kitabın
yapraklarını çevirir gibi
birbiri ardınca saatleri çevirdik.
ve öyle bir karara geldik ki,
bu karar
bölecek bir bıçak gibi ikiye
jokondun hayatını
yarın gece görürsünüz tatbikatını
muharririn not defterinden
notr dam dö pari*nin saatı
çaldı gece yarısını.
gece yarısı
gece yarısı
kim bilir tam bu anda:
hangi sarhoş öldürüyor karısını?
kim bilir tam bu anda:
hangi hortlak
bir şatonun
dehliinde dolaşıyor?
kim bilir tam bu anda:
hangi hırsız
en aşılmaz
bir duvarı aşıyor?
gece yarısı gece yarısı
kim bilir tam bu anda
bilirim ki her romanda
en karanlık saat budur.
gece yarısı
her kariin yüreğinde bir korkudur
fakat neyleyim?
tek satıhlı tayyarem
luvurun damına konduğu anda,
notr dam dö parinin saatı
çaldı gece yarısını.
ve ben
tuhaftır ki hiçbir korku hissetmeden
okşıyarak tayyaremin alüminyum sağrısını
damın üstüne indim
çözerek belime sardığım 50 kulaç ipi
şakuli bir sırat köprüsü gibi
sarkıttım jokondun penceresine.
üç keskin düdük çaldım.
ve derhal cevap aldım
bu üç düdük sesine.
açtı ardına kadar jokond penceresini.
meryam ana kılığına sokulan
bu fakir bahçıvan kızı
sıyırdı sırtından yaldızlı çerçevesini
ve ipe sarılarak tırmandı yukarıya
dostum si-ya-u
talihin varmış doğrusu
düşmüşsün aslan gibi karıya
ikinci kısmın sonu.
üçüncü kısım
jokondun encamı
şang hay şehri
şang- hay büyük bir limandır,
mükemmel bir liman.
gemileri daha kocamandır
boynuzlu bir mandarin konağından.
vay vaaay!
ne acayip yer be şang-hay
mavi nehirde akar
hasır yelkenli kayıklar.
hasır yelkenli kayıklarda
çıplak kuliler pirinç ayıklar
pirinç sayıklar..
vay vaaaay!..
ne acayip yer be şang-hay
şang-hay büyük bir limandır.
beyazların gmileri kocamandır,
sarıların kayıkları küçücük.
kızıl saçlı bir çocuğa gebe şang-hay.
vay vaaaay!..
ne acayip yer be şang-hay
muharririn not defterinden
dün gece
limana girince gemi
jokond kğağı atto karaya.
şang-hay kazan o kepçe
hal oldu si-ya-usunu arıya arıya.
muharririn not defterinden
çin işi japon işi
bunu yapan iki kişi
biri erkek biri dişi.
çin işi japon işi
seyrediniz ne hünerdir
li-li-funun bu son işi.
bağırıyor avaz avaz
çinli hokkabaz
li.
sarı sıska bir örümceğe benziyen eli
fırlatıyor havalara ince uzun bıçakları:
işte bir
bir daha
bir daha
bir daha
beş
bir daha.
havlarda şimşekli daireler çizerek
bıçaklar birbiri ardınca fırlayıp akıyor.
jokond bakıyor,
daha da bakacak
bakacak fakat:
kocaman renkli bir çin feneri gibi
sallanıp karıştı ortalık:
- yol verin varda
çan-kay-şinin celladı
yeni bir kelle kovalıyor.
yol verin varda..
biri önde biri arkada
iki çinli fırladı köşe başından.
öndeki koşuyor jokonda doğru.
bu ona doğru koşan oydu, oydu, o.
si-ya-usu onun
kumrusu onun.
si-ya-um benim
si-ya-u..
etrafı sardı bir stadyum uğultusu.
ve sarı asyanın al kanıyla
boyanmış olan
nemrut ingiliz lisanıyla
atıldı naralar:
- yakalıyor
yakalıyor
yakaladı
yakala
jokondun kollarına üç adım kala
yetişti çan-kay-şinin celladı.
parladı
pala..
kesilen bir et kırılan bir kemik sesi.
yuvarlandı ayağının dibine
kana bulanmış sarı bir güneş gibi
si-ya-unun kellesi..
ve işte böyle bir ölüm günü
şang-hayda kaybetti floransalı jokond
floransadan daha meşhur olan tebessümünü.
muharririn not defterinden
çin kemışından bir çerçeve.
çerçevede resim.
resmin altında isim:
jokond..
çerçevede resim:
çerçevede resmin gözleri yanıyor
yanıyor.
çerçevede resim:
çerçevede resim canlanıyor
canlanıyro.
ve birden
atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
fırlayıp çıktı resim çerçeveden;
ayakları yere vurdu.
daha ben haykırırken adını
karşıma dikilip durdu:
muazzam bir kavganın dev kadını.
o yürüdü
ben peşinden
kızgın kızıl tibet güneşinden
çin denizine kadar
gidip geldik
gelip gittik.
jokondu
düşman elinde
bir şehrin kapısından
gece gizlice çıkarken gördüm;
onu, süngülerin çatıştığı bir kapışmada
bir britanya zabitinin
gırtlağını sıkarken gördüm.
onu:
içinde yıldızlar yüzen mavi bir su başında
bitli kirli gömleğini yıkarken gördüm .
ocağında odun yanan bir lokomotif
üfliyerek, püfliyerek sürüklüyor peşinden
beheri kırk kişilik kırk kırmızı vagonu.
vagonlar geçti birer birer.
son vagonda gördüm onu:
başında tüyleri yoluk bir kuzu kalpak
ayaklarında çizmeler
sırtında meşin ceket
bekliyor nöbet
muharririn not defterinden
ey benim sabırlı okuyucularım!
şimdi sizinle biz
şang-hayda fransız divanı harbindeyiz.
hakimler:
dört jeneral, on dört miralay
ve süngü takmış kongolu zenci bir alay.
maznun:
jokond.
dava vekili:
fazla miktarda deli
yani fazla miktarda sanatkar
fransalı bir ressam.
sahne tamam.
başlıyoruz:
dava vekili müdafaasını yapar:
- efendiler
huzurunuzda
maznun sıfatıyla bulunan bu eser
büyük bir üstadın en manalı kızıdır.
efendiler.
bu eser
efendiler
alev dolu bir tas gibi yanıyor beynimin içi
efendiler
leonar da vinçi
efendiler
rönesans
efendiler
bu eser
bu eserin bir misli daha
efendiler üniformalı efendiler .
-eees!
yeter.
dırlanma bozuk bir mitralyöz gibi.
zabıt katibi,
kararı oku.
zabıt katibi kararı okur:
- ihlal edilmiştir çinde
fransız tabasının hukuku
mezbure jokond binti leonardo tarafından.
binaen
aleyh
münasip gördük maznunenin
ihrakı binnarını.
ve yarın gece doğarken ay
senegalli bir alay
infaz edecektir divanı harbimizn
bu kararını
ihrakı binnar
şang-hay büyük bir limandır.
beyazların gemileri kocamandır.
sarıların kayıkları küçücük.
kalın bir düdük.
ince bir çinli çığlığı.
limana giren bir gemi
devirdi hasır yelkenli bir kayığı
ay ışığı.
gece.
bilkelerinde kelepçe
jokond bekliyor.
es rüzgar es..
bir ses:
- haydi çakmağı çakın.
yakın jokondu yakın
ilerliyen bir karaltı
bir parıltı
çakmağı çaktılar
jokondu yaktılar.
kıpkırmızı bir alevle boyandı jokond.
güldü içten gelen bir tebessümle
gülerek yandı jokond .
sanat, manat, eser, meser, filan, falan, ezel, ebet
eeeeeeeeeeeeeyt,,,
işte o kadardir ol hikayet
bakisi duruğu bi nihayet .
temmet .
ilk kez 1929 yılında yayımlanmış ve 2002 yılında da yapı kredi yayınları tarafından tekrar yayımlanmış, nazım hikmet ran'ın 835 satır isimli eserinin 2. bölümüdür. upuzun, çok güzel bir aşktır. masal gibidir. üşenmeyip, okuyunuz derim. tadı başkadır.
isim babamdır.. Şiirde geçtiği gibi, siyau'nun şanghay'da çan kay şek'in cellatları tarafından öldürüldüğü haberi iletilir Şairimize. Moskova günlerindeki Mona Lisa Tablosuna hayran olan bu hüzünlü devrimci arkadaşının ardından bu ağıtı yakar. adnan menderes'in katillerinden kaçıp moskova'ya giden şairimiz, 1953 yılında varşova'da barış ödülünü alırken, ölüm haberini aldığı arkadaşını görür, Si-ya-u daha sonra çin gezisinde şairimize rehberlik edecektir.
şang- hay büyük bir limandır,
mükemmel bir liman.
gemileri daha kocamandır
boynuzlu bir mandarin konağından.
vay vaaay!
ne acayip yer be şang-hay...
mavi nehirde akar
hasır yelkenli kayıklar.
hasır yelkenli kayıklarda
çıplak kuliler pirinç ayıklar
pirinç sayıklar..
vay vaaaay!..
ne acayip yer be şang-hay...
şang-hay büyük bir limandır.
beyazların gmileri kocamandır,
sarıların kayıkları küçücük.
kızıl saçlı bir çocuğa gebe şang-hay.
vay vaaaay!..
ne acayip yer be şang-hay...
muharririn not defterinden
dün gece
limana girince gemi
jokond kğağı atto karaya.
şang-hay kazan o kepçe
hal oldu si-ya-u'sunu arıya arıya.
muharririn not defterinden
"çin işi japon işi
bunu yapan iki kişi
biri erkek biri dişi.
çin işi japon işi
seyrediniz ne hünerdir
li-li-fu'nun bu son işi."
bağırıyor avaz avaz
çinli hokkabaz
li.
sarı sıska bir örümceğe benziyen eli
fırlatıyor havalara ince uzun bıçakları:
işte bir
bir daha
bir daha
bir daha
beş
bir daha.
havlarda şimşekli daireler çizerek
bıçaklar birbiri ardınca fırlayıp akıyor.
jokond bakıyor,
daha da bakacak
bakacak fakat:
kocaman renkli bir çin feneri gibi
sallanıp karıştı ortalık:
"- yol verin varda
çan-kay-şi'nin celladı
yeni bir kelle kovalıyor.
yol verin varda...
biri önde biri arkada
iki çinli fırladı köşe başından.
öndeki koşuyor jokonda doğru.
bu ona doğru koşan oydu, oydu, o.
si-ya-u'su onun
kumrusu onun.
si-ya-u'm benim
si-ya-u..
etrafı sardı bir stadyum uğultusu.
ve sarı asyanın al kanıyla
boyanmış olan
nemrut ingiliz lisanıyla
atıldı naralar:
"- yakalıyor
yakalıyor
yakaladı
yakala..."
jokondun kollarına üç adım kala
yetişti çan-kay-şi'nin celladı.
parladı
pala..
kesilen bir et kırılan bir kemik sesi.
yuvarlandı ayağının dibine
kana bulanmış sarı bir güneş gibi
si-ya-u'nun kellesi..
ve işte böyle bir ölüm günü
şang-hayda kaybetti floransalı jokond
floransadan daha meşhur olan tebessümünü.
muharririn not defterinden
çin kamışından bir çerçeve.
çerçevede resim.
resmin altında isim:
jokond..
çerçevede resim:
çerçevede resmin gözleri yanıyor
yanıyor.
çerçevede resim:
çerçevede resim canlanıyor
canlanıyor.
ve birden
atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
fırlayıp çıktı resim çerçeveden;
ayakları yere vurdu.
daha ben haykırırken adını
karşıma dikilip durdu:
muazzam bir kavganın dev kadını.
o yürüdü
ben peşinden
kızgın kızıl tibet güneşinden
çin denizine kadar
gidip geldik
gelip gittik.
jokondu
düşman elinde
bir şehrin kapısından
gece gizlice çıkarken gördüm;
onu, süngülerin çatıştığı bir kapışmada
bir britanya zabitinin
gırtlağını sıkarken gördüm.
onu:
içinde yıldızlar yüzen mavi bir su başında
bitli kirli gömleğini yıkarken gördüm....
ocağında odun yanan bir lokomotif
üfliyerek, püfliyerek sürüklüyor peşinden
beheri kırk kişilik kırk kırmızı vagonu.
vagonlar geçti birer birer.
son vagonda gördüm onu:
başında tüyleri yoluk bir kuzu kalpak
ayaklarında çizmeler
sırtında meşin ceket
bekliyor nöbet...
muharririn not defterinden
ey benim sabırlı okuyucularım!
şimdi sizinle biz
şang-hayda fransız divanı harbindeyiz.
hakimler:
dört jeneral, on dört miralay
ve süngü takmış kongolu zenci bir alay.
maznun:
jokond.
dava vekili:
fazla miktarda deli
yani fazla miktarda sanatkar
fransalı bir ressam.
sahne tamam.
başlıyoruz:
dava vekili müdafaasını yapar:
- efendiler
huzurunuzda
maznun sıfatıyla bulunan bu eser
büyük bir üstadın en manalı kızıdır.
efendiler.
bu eser...
efendiler...
alev dolu bir tas gibi yanıyor beynimin içi...
efendiler
leonar da vinci...
efendiler...
rönesans...
efendiler...
bu eser
bu eserin bir misli daha...
efendiler üniformalı efendiler.......
-eees!
yeter.
dırlanma bozuk bir mitralyöz gibi.
zabıt katibi,
kararı oku.
zabıt katibi kararı okur:
- ihlal edilmiştir çinde
fransız tabasının hukuku
mezbure jokond binti leonardo tarafından.
binaen
aleyh
münasip gördük maznunenin
ihrakı binnarını.
ve yarın gece doğarken ay
senegalli bir alay
infaz edecektir divanı harbimizn
bu kararını…
ihrakı binnar
şang-hay büyük bir limandır.
beyazların gemileri kocamandır.
sarıların kayıkları küçücük.
kalın bir düdük.
ince bir çinli çığlığı.
limana giren bir gemi
devirdi hasır yelkenli bir kayığı...
ay ışığı.
gece.
bilkelerinde kelepçe
jokond bekliyor.
es rüzgar es..
bir ses:
- haydi çakmağı çakın.
yakın jokondu yakın...
ilerliyen bir karaltı
bir parıltı...
çakmağı çaktılar
jokondu yaktılar.
kıpkırmızı bir alevle boyandı jokond.
güldü içten gelen bir tebessümle
gülerek yandı jokond..........
sanat, manat, eser, meser, filan, falan, ezel, ebet
eeeeeeeeeeeeeyt,,,
"işte o kadardir ol hikayet
"bakışı duruğu bi nihayet...
temmet..."
a dostlar hali berbat jokond'un..
siz emin olun ki onun
çok uzaklardan haber
almak ümidi olmasaydı eğer
ölümün rengini vermek için
dudaklarındaki mel'un tebessüme,
bir müze bekçisinin tabancasını çalar
boşaltırdı muşamba göğsüne
jokondun not defterinden
ne olurdu fırçası leonar da vinçinin
yaratsaydı beni
yaldızlı güneşinde çinin.
arkamdaki dağ resmi
şeker kellesi şeklindeki bir çin dağı olsaydı,
pembe beyaz rengi uzun yüzümün
solsaydı,
alsaydı gözlerim bir badem biçimini.
ve tebessümüm
gösterseydi göğsümün içini!
o zaman uzaklardakinin kolunda
dolaşabilirdim çin'i...
muharririn hatıra defterinden
jokondla bugün başbaşa verdik.
meraklı bir kitabın
yapraklarını çevirir gibi
birbiri ardınca saatleri çevirdik.
ve öyle bir karara geldik ki,
bu karar
bölecek bir bıçak gibi ikiye
jokondun hayatını...
yarın gece görürsünüz tatbikatını...
muharririn not defterinden
notr dam dö parinin saatı
çaldı gece yarısını.
gece yarısı
gece yarısı
kim bilir tam bu anda:
hangi sarhoş öldürüyor karısını?
kim bilir tam bu anda:
hangi hortlak
bir şatonun
dehliinde dolaşıyor?
kim bilir tam bu anda:
hangi hırsız
en aşılmaz
bir duvarı aşıyor?
gece yarısı... gece yarısı...
kim bilir tam bu anda
bilirim ki her romanda
en karanlık saat budur.
gece yarısı
her kariin yüreğinde bir korkudur…
fakat neyleyim?
tek satıhlı tayyarem
luvurun damına konduğu anda,
notr dam dö parinin saatı
çaldı gece yarısını.
ve ben
tuhaftır ki hiçbir korku hissetmeden
okşıyarak tayyaremin alüminyum sağrısını
damın üstüne indim...
çözerek belime sardığım 50 kulaç ipi
şakuli bir sırat köprüsü gibi
sarkıttım jokondun penceresine.
üç keskin düdük çaldım.
ve derhal cevap aldım
bu üç düdük sesine.
açtı ardına kadar jokond penceresini.
meryam ana kılığına sokulan
bu fakir bahçıvan kızı
sıyırdı sırtından yaldızlı çerçevesini
ve ipe sarılarak tırmandı yukarıya...
dostum si-ya-u
talihin varmış doğrusu
düşmüşsün aslan gibi karıya...
jokond'un hatıra defterinden
bu tayyare dedikleri
kanatlı demir bir at.
altımızda paris
eyfel kulesiyle
sivri burunlu, çopur ablak bir surat.
yükseliyoruz
yükseliyoruz
karanlığı
ateş bir ok
gibi deliyoruz..
gökler üstümüze
yaklaşır gibi,
gökyüzü çiçekli bir çayır gibi.
yükseliyoruz
yükseliyoruz...
uyumuşum
uyandım.
sabahın şafak demi.
gökler durgun bir deniz,
tayyaremiz bir gemi.
tereyağından kıl çeker gibi gidiyoruz.
kalıyor arkamızda bir duman yolu.
pırıltılı yuvarlaklarla dolu
mavi boşlukları seyrediyoruz..
altımızda benziyor dünya
güneşte yaldızlanan
bir yafa portakalına..
fakat ne hikmettir ki ben
yükselmişim de yerden
yüzlerce minare boyu,
yine dünyaya bakıp
aktı ağzımın suyu...
muharririn not defterinden
şimdi tayyaremiz
afrikanın üstünde gezen
sıcak rüzgarların içindedir.
yukardan bakınca afrikabir
kocaman keman biçimindedir.
bana öyle geldi ki
çeloyla çalıyorlar çaykovskiyi
kızgın karanlık ada
afrikada.
ve sallıyarak tüylü uzun kollarını
bir goril ağlamada...
muharririn not defterinden
bahri muhiti hindiyi geçiyoruz.
havaları, baygın kokulu
koyu bir şurup gibi içiyoruz...
ve singapurun sarı fenerine bakarak
avustralyayı sağda
madagaskarı solda bırakarak,
ve güvenerek depodaki benzine
rotayı çizdik çin denizine..
'çin denizinde sefer eden bir ingiliz
gemisindeki' 'con isimli güverte neferinin
hatıratından'
o akşam
birdenbire fırtına çıktı.
ama ne fırtınababam
ama ne fırtına...
isanın anası binmiş sarı bir şeytanın sırtına
havaları karıştırıp fır dönüyor.
ben de aksi gibi
pruva çanaklığında vardiyadayım.
koskocaman gemi
altımda nah şu kadar görünüyor.
esiyor rüzgar
rüzgar üstüne
rüzgar
rüzgar üstüne
rüzgar...
bir yay gibi vınlıyarak yaylanıyor direk.
hayda bir çıkıyoruz yukarıya
kafam bulutları yarıyor.
hayda bir aşağı iniyoruz
parmaklarım denizin dibini tarıyor.
sola yatıyoruz, sağa yatıyoruz.
yani iskeleye sancağa yatıyoruz.
ha şimdi battık aman,
ha şimdi batıyoruz.
dalgalar:
bengale kaplanları gibi
sıçrayıp başımdan aşıyor.
karşımda dolaşıyor
cavalı melez bir orospu
gibi korku.
şaka mı bu be çin denizi bu&.....
neysa lafı uzatmıyalım.
küt..
o ne?
havadan mustatil bir muşamba düştü.
çanaklığın içine.
bu muşamba
hoşur bir kadındı.
düşündüm ki bu göklerden gelen madam
bizim gemici dilinden usulünden
çakmazdı anam.
hemen önünde belirtilmiştir kırıp öptüm elindemn
bir şair ağzı kullanarak dedim ona ki:
- sen ey bana göklerden gelen muşamba kadın!
- söyle hangi ilahi vasfa benziyor adın?
- niye indin buraya nedir büyük maksadın?
dedi bana ki:
- motoru 550 beygirlik
bir tayyareden düştüm.
ismim jokond,
floransalıyım.
şang-hay limanına bir an evvel
varmalıyım.
jokondun hatıra defterinden
rüzgar düştü
deniz duruldu.
yürüyor gemi şang-haya doğru.
gemiciler sallanarak rüya görüyor
yelken bezinden hamaklarında.
bahri muhiti hindi türküsü
etli kalın dudaklarında:
"malaka şarabı gibi kızdırı kanı
ateşi koşinşin
güneşinin.
çeker yaldızlı yıldızlara doğru gemicileri
koşinşin geceleri
koşinşin geceleri.
boyadı al kana demir kuşaklı fıçıları
singapur meyhanelerinde bıçaklanan
çekik gözlü sarı borneo muçoları.
koşinşin geceleri, koşinşin geceleri.
bir gemi gider kantona
tam 55.000 tona
koşinşin geceleri"
bordadan atılan
mavi gözlü bir gemici ölüsü gibi
güklere yüzerken ay,
dirseğine dayanıp seyreder bombay...
bombay ay...
bahri ummanı.
malaka şarabı gibi kızdırır kanı
ateşi koşinşin
güneşinin.
çeker yaldızlı yıldızlara doğru gemicileri
koşinşin geceleri
koşinşin geceleri..."
nazım hikmet in 1929 yılında kaleme aldığı emperyalizme karşı yazdığı destansı bir aşk hikayesi.
leonardo usta nın meşhur tablosundaki mona lisa dır jokond. siyau ise şangaylı bir genç.
siyau fransa daki louvre müzesine sürekli ziyarete gelir jokond u. jokond ta ona aşık olur.
bir süre sonra siyau artık gelmez olur, ve...
"şang-hay da kafası kesilen arkadaşım si-ya-u'nun hatırasına
jokond ile si-ya-u "
bir iddia
leonardo nam
nakkaşı dehrin
meşhur jokond'u
basmıştır kadem
rahı firare
ve firariden
boşalan yere
taklidi kondu.
işbu risaleyi
tastir eden şair
çok şeyler biliyor
hakiki jokond'un
encamına dair.
ol fettan ahu
bir yar severdi:
bir çinli adem
ismiii si-ya-u
gözleriiii badem
sözleriiii şirin.
bu yarin peşine
takılmıştır jokond
bir çin beldesinde
yakılmıştır jokond.
ben nazım hikmet
rakımülhuruf
işbu hususta
düşmanaaa dosta
çekip yürekten
günde beş növbet
yuf üstüne yuf
iddia ediyorum,
isbat edeceğim;
isbat edemezsem
sahni suhanden
yıkılıp gideceğim.
1928
jokond'un hatıra defterinden parçalar
15 mart 1924 paris luvur müzesinden
luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor.
bıktım artık canımın sıkıntısından.
içimdeki bu ruh yıkıntısından
aldı fikrim şu hisseyi:
müzeyi
gezmek iyi
müzelik olmak fena.
ben bu maziyi hapseden saraya
öyle ağır bir hükümle kondum ki,
çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlıboya
mecburum durup dinlenmeden sırıtmaya:
çünki:
ben o floransalı jokond'um ki
floransadan daha meşhurdur tebessümüm.
luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
ve madem ki maziyle konuşmaktan
çabuk bıkılıyor
ben
karar verdim bugünden itibaren
bir hatıra defteri tutmaya.
belki dahli olur bugünü yazmanın
dünü unutmaya...
lakin acayip bir yerdir luvur.
burda belki bulunur
iskenderi kebirin
kronometrolu lonjin saatı,
fakat
bulunmaz yüz paralık bir kurşunkalem
ve bir tabaka temiz defter kaadı.
lanet olsun luvruna, parisine.
yazarım ben de hatıratı
muşambamın tersine.
ve işte:
kırmızı burnunu eteklerime sokan,
saçları şarap kokan
miyop bir amerikalının
aşırınca cebinden mürekkepli kalemini
başladım hatıratıma.
yazıyorum sırtıma:
tebessümü meşhur olmanın elemini...
18 mart gece
luvur uyudu.
zulmette venüs'ün kolsuz vücudu
benziyor harbiumumi neferine.
parlıyor bir şövalyenin altın miğferi:
vurdukça "gece bekçilerinin" feneri
karanlık bir resmin üzerine.
burda
luvurda
benziyor günlerim birbirine
tahta bir mi'kabın dört tarafı gibi.
başım keskin kokularla dolu
bir ecza dolabının rafı gibi.
20 mart
hayranım felemenk ressamlarına:
süt ve sucuk tacirlerinin
tombul madamlarına
kolay mı üryan bir ilahe edası vermek?
lakin
isterse ipekli don giyinsin
inek+ ipekli don = inek.*
dün gece
bir pencere
açık kalmış
felemenkli üryan ilaheler soğuk almış.
bugün
bütün gün
ziyaretçilere
çevirip dağ gibi pembe çıplak gerilerini
aksırıp öksürdüler...
tutulmuşum ben de nezleye.
nezleli bir tebessümle gülünç olmayayım diye,
ziyaretçilerden gizleye gizleye
burnumu çekip durdum.
1 nisan
bugün bir çinli gördüm;
başı perçemli çinlilere benzer yeri yok.
ne de çok
baktı bana.
bilirim ki ben
fildişini ipek gibi işliyen
çinlilerin teveccühü
atılamaz yabana...
11 nisan
ismini öğrendim hergün gelen çinlinin:
si-ya-u
16 nisan
bugün gözlerin sesiyle
konuştuk kendisiyle.
gündüzleri kumaş dokuyormuş,
gece okuyormuş.
işte çoktandır ki gece
kara gömlekli bir faşist ordusu gibi geldi.
kendini sen* nehrine atan bir işsizin
karanlık sudan sesi yükseldi.
ve ey yumruk kadar başında
dağ gibi rüzgarlar esen
ben eminim ki bu anda sen
cevap almak için yıldızlara sorduğun
cevaplardan,
kuleler kuruyorsun kalın meşin kaplı
kitaplardan,
oku
si-ya-u
oku..
ve gözlerin satırlarda isteneni bulunca
gözlerin yorulunca
bırak yorgun başını
siyah sarı bir japon krizantemi gibi
kitapların üstüne....
uyu
si-ya-u
uyu...
18 nisan
başladım unutmaya
tombul rönesans üstatlarının isimlerini.
görmek istiyorum
çekik gözlü çin nakkaşlarının
ince uzun kamış fırçalarından
damlıyan
siyah suluboya kuş ve çiçek
resimlerini...
paris telsizinin haberleri
allo
allo
allo
paris
paris
paris...
havada sesler
ateş tazılar gibi koşuyor.
eyfel kulesinin telsizi konuşuyor:
allo
allo
allo
paris
paris
paris...
biz de şarklıyız bu ses bizedir
bizim de kulaklarımız bir ahizedir
biz de eyfel'i dinlemeliyiz-
çinden haber
çinden haber
çinden haber:
kaf dağınan gelen ejder
altın semasında çinimaçin yurdunun
gerdi kanat.
fakat
bu işte sade britanya lordunun
tüyleri yolunmuş
kalın boyunlu bir kuş
gibi matruş
gırtlağı değil,
kesilecek
konfuçyusun
uzun
seyrek
sakalı da!
jokondun hatıra defterinden
21 nisan
bugün çinlim
gözbebeklerimin
içinde durdu;
ve sordu:
"tanklarının kırk ayaklı tekerleriyle
pirinç tarlalarımızı ezenler,
şehirlerimizde
cehennem imparatorları gibi gezenler:
senin
seni yaratanın nesli mi?"
az kaldı "hayır" diye haykırarak
kaldıracaktım elimi...
27 nisan
bu gece bir amerikan zurnasıyla
12 beygirlik bir fordun kornasıyla
bir rüyadan uyandım,
ve bir lahza gördüğüm
bir lahzada öldü.
gördüğüm durgun mavi bir göldü.
bu gölde canımın çekik gözlü canı
yaldızlı bir balığın sarılmıştı boynuna.
ben gidiyordum ona
sandalım çinişi bir çay fincanı;
açtığım yelken
kamış bir japon
şemsiyesinin
nakışlı ipeğinden...
paris telsizinin haberleri
allo
allo
allo
paris
paris
paris
radyo-stasyon duruyor.
parisi yine
mavi gömlekli parisliler
kırmızı sesler
ve kırmızı renklerle dolduruyor..
jokond'un hatıra defterinden
2 mayıs
bugün çinlim gelmedi.
5 mayıs
bugün de yok...
8 mayıs
benziyor günlerim
bir istasyonun
bekleme salonuna.
gözlerim dikili
demiryoluna...
10 mayıs
yunan heykeltıraşları,
selçuk elinin çini nakkaşları,
cemşide ateşle halı dokuyanlar,
çölde hecinlere kaside okuyanlar,
vücudunun raksı rüzgar gibi esen,
bir kırat mücevheri 36 köşeli kesen,
ve sen
beş parmağında beş hüner taşıyan
mikel anj usta!
haykırın, ilan edin düşmana dosta:
pariste fazla bağırmış diye,
mandarin sefirinin
camını kırmış diye,
sevgilisi jokond'un
fransa hududunun
atılmış haricine...
çinden gelen sevgilim gitti çine...
ve ben artık
bilemem kimlere derler leyla ile mecnun,
o pantolonlu leyla
ben etekli mecnun değilsem...
ağlayabilsem... ah...
ağlayabilsem...
12 mayıs
bugün
önümde
kanlı ağzının
boyasını tazeleyen
bir ev kızının
elindeki aynaya ilişince gözüm
parçalandı kafamda şöhretimin teneke tacı.
içimde kıvranırken ağlamak ihtiyacı
dudaklarım kırıtıyor,
pişmiş bir domuz kellesi gibi
suratım sırıtıyor.
dilerim ki
kübist bir ressama fırça olsun kemikleri
leonar da vincinin,
boyalı elleriyle sarılıp boğazıma
altın kaplama bir diş gibi ağzıma
bu mel'un tebessümü taktığı için...