john keats

    15.
  1. bir bülbüle gazel

    kalbim sancır ve uykulu bir uyuşukluk ağrıtır
    algımı, sanki baldıran zehri içmişim gibi,
    veya su şebekesine dökülmüşcesine ağır bir afyon
    bir dakika geçti, ve lethe diyarları suya battı:
    bu senin mutlu yazgını kıskandığımdan değil
    ancak senin mutluluğunla epeyce mutlu olmamdan,-
    ki sen, ağaçların hafif kanatlı orman dryad’i
    melodik bir düzlükte
    kayın ağacı yeşiliyle bezeli, ve sayısız gölgelerle,
    dolu gerdanının rahatıyla söylersin yazın şarkısını.

    ah, bir yudumcuk olsa o bağbozumu şarabından! ki o
    uzunca bir süre soğutulmuş olsa gömülüp toprağın derinlerine
    tadını tabiat örtüsü ve memleket yeşilliğinden alsa,
    dans, ve provence şarkısı, ve güneş yanığı bir neşe!
    ah, bir kupa dolusu ılık güney,
    gerçek, hippokrene çeşmesi kızıllığıyla dolu,
    boncuklanan baloncukların bardağın ağzında göz kırptığı,
    ve mor lekeli ağızla;
    içsem de, görmez olup gitsem dünyayı,
    ve seninle gözden kaybolsam ormanın loşluğunda:

    gözden kaybolup uzaklarda, çözülsem, ve unutsam oldukça
    senin yaprakların arasında hiç bir zaman bilemediklerini,
    yorgunluğu, ateşi, ve endişeyi
    burası, adamların oturup birbirlerin iniltilerini dinlediği yer;
    felcin titretip birkaç, üzgün, son beyaz saçı döktürdüğü yer,
    gençliğin solduğu, hayalet gibi inceldiği, ve öldüğü;
    o yer ki düşününce hüzün kaplar içini
    ve kurşuni gözlü hayal kırıklıkları,
    o yer ki güzellik koruyamaz ışık saçan gözlerini,
    veya yarının ötesinde duyacağı yeni aşk özlemini.

    uzaklara! uzaklara! çünkü ben sana uçacağım,
    baküs ve arkadaşlarının kağnısıyla taşınmaktansa,
    poesy’nin manzarasız kanatları üzerinde ama,
    hissiz beynim bulansa ve beni yavaşlatsa da:
    çoktan seninleyim! gece merhametli,
    ve tesadüfen ay-kraliçesi de tahtında
    tüm o yıldızlı perileriyle dört bir yanında
    ama işte burada hiç ışık yok,
    meltemleri esen cennetten gelenler dışında
    taze karanlıklar ve esintili yosun tutmuş yollar boyunca.

    ayağımda hangi çiçeklerin olduğunu göremiyorum,
    ne de hangi yumuşak tütsünün dallara asılı olduğunu,
    ama, mumyalanmış karanlıkta, tahminimce hepsi tatlı
    mevsimin ayının lütfu sayesinde
    çimen, çalılık ve vahşi meyve ağacı;
    beyaz alıç, ve kırsalların yaban gülüyle;
    hızla solan menekşeler yapraklarla kaplanmış;
    ve mayıs ortasının en büyük çocuğu,
    geliyor misk-gül, çiyli şarapla dolu,
    yaz arifelerinde sineklerin mırıltılı ziyareti.

    karanlığı dinliyorum; ve, çok defalar
    huzur verici ölüme yarı aşıktım
    onu sevgi dolu isimlerle çağırdım pek çok ilhamlı kafiyelerde,
    benim sessiz nefesimi kesip havaya karsın diye;
    şimdi ölmek her zamankinden daha değerli görünüyor
    geceyarısında acı çekmeden gidivermek,
    ruhunu içinden taşırıp dışarı bırakmak
    böyle bir vecd ile!
    sen hala şarkı söylerdin, ve artık işe yaramazdı kulaklarım
    yüksek ağıtların çimenliğe dönerdi.

    sen ölmek için doğmamışsın, ölümsüz kuş!
    hiç bir aç nesil seni ayaklarının altına alamaz;
    bu geçen gecenin duyulan sesi benim duyduğum ses
    antik zamanlarda hükümdar ve soytarısı tarafından:
    belki de kendisinin-aynısı o şarkıdır yolunu bulan
    merhamet’in üzgün kalbi boyunca, evini özlediği zamanlarda,
    yabancı ekinlerin ortasında gözyaşlarıyla dururdu;
    o sık sık yaşanan zamanlardakinin aynısı
    meftun sihirli pencere kanatlarıyla, köpüklerine açılan
    tehlikeli denizlerin, sahipsiz peri diyarlarındaki.

    sahipsiz! tam da bu kelime bir çan gibi
    beni çınlamalarıyla senden koparıp yalnız benliğime getiren!
    adieu! tasavvur böyle kandıramazdı güzelce
    adının çıktığı gibi, kılık değiştiren elfçesine.
    adieu! adieu! ağlamaklı ilahin uzaklaşıp gidiyor
    çayırların yakınından geçip, durgun akıntının üzerinden,
    dağın yamacına çıkıyor; ve şimdi o çok derinlerde gömülü
    bir sonraki vadi-kayranında:
    bu bir düş müydü, yoksa uykudan uyandıran bir kabus mu?
    o müzik kaçıp gitti:-uyanık mıyım uykuda mı?
    5 ...
  2. 1.
  3. ingilizlerin gelmiş geçmiş
    belki en büyük lirik şairiydi..
    gününde anlayamadılar..
    eleştiriciler veryansın etti..
    veremliydi..
    kahroldu..
    26'sına varamadan kayboldu,gitti..
    4 ...
  4. 5.
  5. londra hampstead'de 14 ayını geçirdiği evde, yakınlarını kaybetmenin ve sonunda yine aynı hastalığa yenilmenin sessizliğine amma ve lakin edebiyat dünyasında ölümsüzleşmenin haykırışına şahit oluyorsunuz.
    4 ...
  6. 2.
  7. ingiliz şair. 9 yaşında babasını, 14 yaşında annesini kaybetti, tıp öğrenimine başladıysa da bunu yarıda bıraktı. şiiri olduğu kadar resmi de etkiledi.
    4 ...
  8. 4.
  9. john keats muzesi icin (bkz: hampstead)
    cocuklugu gecirdigi ev icin (bkz: edmonton)
    egitim aldigi okul icin (bkz: enfield town)
    3 ...
  10. 3.
  11. john keats, dört çocuğun en büyüğü olarak 31 ekim 1795'te londra'da dünyaya geldi. babası bir ticari işletme müdürüydü. annesi de aynı işletmenin sahibinin kızıydı. öğrenciyken, çalışkanlığından çok cesaretiyle tanınırdı. john keats sekiz yaşındayken babası bir kazada öldü. altı yıl sonra annesi de veremden öldü. yetim kalan john keats, bir cerrahın yanına çalışmak üzere verildi. pek sevmediği bir iş olsa da, orada titizlikle çalıştığı söylenir. on sekiz yaşına geldiğinde, zaten çoktandır sürdürdüğü yazma çalışmaları artık şiir eksenine kaydı. kısa sürede şiir onun için bir tutkuya dönüştü. yazılarından birinde, "şiirsiz yapamayacağımı anladım," demektedir. yirmi bir yaşındayken, çırak olarak başlayıp tam da önemli bir aşamaya geldiği tıp alanını bırakıp, kendini tümüyle şiire vermeye karar verdi. kısa süre soonra yazar leigh hunt'la ve ressam benjamin robert haydon ile dostluk geliştirdi ve böylelikle londra'daki yazın çevresinin içine girdi. bu çevre içinde dönemin ünlü simaları olan percy shelley, william hazlitt ve charles lamb ile tanıştı. giderek şiir üzerine daha çok okumaya ve daha çok şiir üretmeye başladı. edmund spenser'ı, john milton'ı ve william shakespeare'i çok iyi incelediği belli olan john keats'ın şiirlerinde, bu şairlerin etkisine rastlanır.
    john keats, yalnızca 25 yıl süren yaşamı boyunca üç kitap yayımladı: poems (1925), endymion ((1818), lamia, isabella, the eve of st. agnes, and other poems (1820).
    şiirlerinde, çevrede görülen sıradan nesnelerden hareketle evrensel düşüncelere açılan kapıları imgeler yoluyla yansıtır.
    john keats, yaşamının son yıllarında, yaratıcı gücünün tam da doruğundayken, birden içine kapanık ve karamsar bir kişiliğe büründü. hastalandı ve 1818 yılında kendisine bakan küçük kardeşi tom'u veremden dolayı yitirdi. aynı yıl, fanny brawne'e aşık oldu ve ona adadığı şiirler yazdı. hastalığı arttı, parasal sorunlar yaşamaya başladı ve parasızlık yüzünden ne tedavi görebildi ne de evlenebildi. 3 şubat 1820'de ilk kez kan kustu ve veremi artık ölümcül bir noktaya geldi. 23 şubat 1821'de henüz 25 yaşındayken öldü.
    keats, ıngiliz şairlerle ilgili bütün ulusal ve yabancı antolojilerde her zaman yer alan, en çok bilinen ve sevilen şairlerden olagelmiştir.
    bir şiirinde (ode on a gracian urn') şöyle der: "güzellik doğruluktur, doğruluk ise güzellik, hepsi bu / yeryüzünde bildiğin ve bilmen gereken her şey" ("beauty is truth, truth beauty, -that's all / ye know on earth, and all ye need to know").

    kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/John_keats
    3 ...
  12. 10.
  13. Parlak yıldız, keşke ben de senin gibi sabit (kararlı /değişmez) olsaydım,
    yalnız ihtişam içinde değil, geceleyin havada asılı
    ve izleseydim, sonsuz göz kapakları ile
    doğa'nın dayanıklı- uykusuz Eremite'i gibi (münzevi)
    Hareketli sular, onların saf abdest (takdis) ile görevli papazı gibi
    dünyanın insan kıylarının etrafını sarar
    ya da yeni düşmüş-yumuşak maskesine bakar
    dağlar ve kırlar üzerindeki karın
    Hayır -hala sadık (sabit) ve hala değişmez
    benim sadık aşkımın olgunlaşan memesinin üzerindeki yastık
    sonsuza dek yumuşakça şişmesi ve düşmesini hissetmek için
    tatlı bir huzursuzluk içinde uyanık
    yine de hala onun yumuşak nefes alışını duymak
    ve böylece yaşamak- yoksa (ya da) ölmeye bayılmak (yatmak)...
    3 ...
  14. 7.
  15. Kara dumanlar kaplamışsa düzlüklerimizi

    Uzun kasvetli bir mevsim
    süresince, kara dumanlar
    kaplamışsa düzlüklerimizi.
    Gün gelir, yumuşak güney
    doğar, dağıtır bezgin
    gökyüzünden görünmezce
    bütün lekeleri, kurtarır
    acılarından keyifsiz ayı
    kazanır çoktandır kayıp
    hakkını Mayıs hissedişinin.
    Yaz yağmuru damlamış
    gül yaprakları gibi, kıpırdar
    geçen serinlikle göz kapakları.
    Ve en durgun düşünceler
    çevremizde - tomurcuk yapraklar
    gibi; olgunlaşır meyve
    sessizlik içinde - sakin
    demetler üstündeki akşamda
    gülümser güz güneşi.
    Tatlı Sappho'nun yanakları,
    bir uyuyan bebeğin nefesi,
    yavaşça dökülür saatin içinden
    kum - bir orman deresi - ve,
    bir şairin son nefesi.

    John Keats
    2 ...
  16. 8.
  17. mezar tasinda:

    Here lies One Whose Name was writ in Water
    (burada ismi suya yazili birisi yatar)

    yazar.

    altinda ise iki yakin arkadasi sunlari eklenmistir:

    This Grave contains all that was mortal, of a YOUNG ENGLISH POET, who on his Death Bed, in the Bitterness of his heart, at the Malicious Power of his enemies, desired these words to be Engraven on his Tomb Stone

    (bu mezar, genç ingiliz sairin ölümlü olan herseyidir, ölüm döseginde yatarken kalbindeki aciyla bu yaziyi, tüm düsmanlarinin kötülüklerine karsi mezar tasina yazilmasini dilemistir.) *
    2 ...
  18. 6.
© 2025 uludağ sözlük