dünya tozdan geliyordu ve sonunda yine toz olacaktı. sabah ayinine gitmeye başladım. günah çıkardım. ahşap bir kilise seçmiştim kendime, alçak ve sağlam bir bina, meksika mahallesine yakın. orada dua ediyordum. yeni bandini. ah, hayat! buruk ve tatlı trajedi, mahvıma neden olan göz kamaştırıcı orospu! birkaç günlüğüne sigarayı bıraktım. yeni bir dua tespihi aldım. sadaka kutusuna para attım. acıyordum dünyaya.
bukowski amcamız boşuna benim tanrım dememiştir bandini'ye toza sor çok etkileyicidir,okunması gerekir.
bukowski kesinlikle boşuna dememiş "o benim tanrım" derken. ondan beslenmiş. ilhamını ondan almış. o kadar ki john fante'nin "bandini" ismini kullanması bile etkilemiş bukowski'yi ki kendisi de " chinaski" olmuş kitaplarında. sırf bukowski gibi bir büyük yazara ilham verdiği için bile büyük bir yazardır john fante.
"Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım Meksika ekmeğine. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, Camilia, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal..."
(bkz: teoman)'ın (bkz: yalnızlar mektebi)'nin temmuz-ağustos sayısında incelemesini yaptığı efsane yazar. karakteri arturo bandini'nin o yer yer boğuk yer yer heyecanlı ve umursamadığını hissettirmeye çalıştığı hayatına giren kadınlara davranışları bukowski kadar sert değildir. aslında tam ayarında bir adamdır.
Charles Bukowski sayesinde kitapları yeniden basılarak tanınmaya başlamış yazardır. Bukowski onunla ilk tanışmasını şöyle anlatır toza sorun kapağında; bir gün kütüphanede kitapların birini alıp diğerini bırakırken ona rastladım ve açtım okumaya sanki kelimeler yuvarlanıyordu, onun kadar duygusallıktan korkmayan birini görmemiştim diyordu ve daha sonra Fante benim tanrımdı cümlesiyle ön sözü bitiriyordu.Gerçekten de öyleydi toza soru alıp okuduğumda kelimelerin sayfalarda yuvarlandığını ve duygusallıktan korkmayan birine rastlamıştım bende, yazarın kitaplarının genelde ince olması kalın kitaplardan korkanlar için bir başyapıt olabilir.
"Konuştuk o ve ben. işimi sordu ama içten değildi, işim onu ilgilendirmiyordu. Ben de verdiğim yanıtta içten değildim, işim beni de ilgilendirmiyordu. " /John Fante
amerikan edebiyatı'nın çok konuşulmamış, ama en az beatnickler kadar toplumu ve edebiyatı etkilemiş olan büyük yazarı. yarattığı bandini karakteriyle adeta iç dünyamızın merdivenlerinden ilk gençliğimize, oradan da çocukluğumuza seyahat eden, bunu yaparken de terli ellerimizi hiç bırakmayan bir dahi. her zaman mütevazı bir sanatçı. charles bukowski'ye henri chinaski karakterini yaratma ilhamını vermiş, ayrıca tüm yazın hayatını derinden etkilemiştir.
ilk okuduğum kitabı "1933 berbat bir yıldı" ile beni allak bullak etmiş, son okuduğum "los angeles yolu" ile de ölümcül darbeyi indirmiştir. arada kalan eserleri belli bir sıra dahilinde olmaksızın yavaş yavaş insanı sırtından dürterek bir uçuruma sürükler. ve siz o uçuruma yürürken o kadar zevk alırsınız o kadar çok şey öğrenirsiniz ki, uçurumun kıyısına geldiğinizde kendinizi aşağıya bırakmak bir zorunluluk değil, içten içe bir istek olur. çünkü bandini bize yaşamın, aslında ölümün hareketli bir formu olduğunu anlatır her macerasında. kimi zaman balık fabrikasının isyankar işçisi, kimi zaman en yakın arkadaşının kız kardeşine yangın, sol koluyla kurşun bile atabilen yetenekli bir kenar mahalle beyzbolcusu. her durumda bizden bir parçadır bandini. yaramızın üstüne kapaklanan bir yarabandıdır, kanımıza bulanmayı onur sayar.
hollywood için senaryolar da yazmış olan fante, yazınını güçlü kılmak için sadece ve sadece basit ve anlaşılır cümleler yazmıştır. dünya edebiyat tarihinde bu kadar süssüz ve bu kadar etkili olan bir başka yazar neredeyse yoktur. sadık bir okuyucusu olan ben onu ve kitaplarını her zaman yüreğimde taşıyacağım, düne ve bugüne dair bana öğrettiği her şeyin belki bir karşılığı olarak...
--spoiler--
"her sabah bu duyguyla kalkıyordum yataktan. şimdi kendime bir iş bulmam lazım, lanet olsun. kahvaltı ediyor, kolumun altına bir kitap yerleştirip ceplerime kalem doldurduktan sonra kapıdan çıkıyordum. merdivenden indiğim gibi kendimi dışarı atıyordum. bazen sıcak oluyordu hava, bazen soğuk, bazen sisli, bazen açık. koltuğumun altında kitapla iş aramaya çıktığım için önemi yoktu havanın.
"ne işi, arturo? ha, ha! sana iş, öyle mi? kim olduğunu bir düşünsene, oğlum! yengeç katili. hırsız. elbise dolaplarında çıplak kadın fotoğraflarına bak, sonra da iş bulmayı umut et! ne kadar gülünç! ama gidiyor işte, salak, koltuğunun altında kocaman bir kitapla üstelik. hangi cehenneme gittiğini sanıyorsun, arturo? neden o sokağa sapıyorsun da bu sokağa sapmıyorsun? neden batıya gidiyorsun -neden doğuya değil? cevap var bana, hırsız! kim iş verir senin gibi bir domuza -kim? ama kasabının öteki ucunda bir park var, arturo. banning parkı adı. harikulade okaliptüs ağaçları var orda, yemyeşil bir park, arturo. ne kitap okunur orda! oraya git, arturo. nietzsche oku. schopenhauer. o muhteşem adamlarla geçir zamanını. iş mi? peh! oraya git ve okaliptüs ağaçlarının altında kitabını oku iş ararken."
Bukowskinin kitabın boşluklarını bile övmesiyle ünlenen Toza Sordan bahsetmezsek olmaz tabiki.
Hatta söylediği tam olarak bu:
derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım.
birkaç paragraf okudum. sonra çöplükte altın bulmuş biri gibi kitabı masaya götürdüm.
cümleler sayfada yuvarlanıyordu, kayıyorlardı. her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı.
cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu: sayfaya oyulmuşlardı sanki.
duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda.
mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti.
o kitabın ilk sayfaları benim için çılgın ve büyük bir mucizeydi.
evet, fante beni çok etkiledi. o kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım.
benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik.
bazen ona, bana orospu çocuğu deme! bandiniyim ben, arturo bandini diye bağırırdım.
fante benim tanrımdı ve tanrıların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacığını biliyordum.
ama angels flightın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını tahayyül etmeyi severdim. hemen her gün ordan geçerdim.
camillanın tırmandığı pencere bu muydu? lobi bu mu?
hiçbir zaman emin olamadım.
bukowski'nin tanrısı olarak bilinir. en sevdiğim kitabı -nedense- (bkz: los angeles yolu)dur. oradan bir bölümü sizlerle paylaşayım:
Sonra sıkıldım bu oyundan, kendimi giderek salak gibi hissetmeye başlamıştım, bir süre sonra onları sadece birer fotoğraf oldukları gerçeği her şeyin önüne geçti. Hepsi birbirine benziyor, aynı biçimde gülümsüyorlardı. Hepsinin üzerine fahişe kokusu sinmişti.
(çıplak kadın dergileri üzerine. )
ask the dust romanında bir paragrafında kiliseye gidip dua ettiğini ve tanrıya şunları söyleyen yazar;
"tanrım artık bir ateist olduğum için beni bağışla. ama nietzsche'yi okudun mu? ne kitap!"