jeeway ottoman

entry1 galeri1
    1.
  1. tarih: ocak-2005/nisan-2006.

    himalayalar'dan doğup gelen sawan nehri, pakistan'ın en büyük ve en eski şehirlerinden biri olan rawalpindi içerisinde kollara ayrılarak bu büyük yerleşim bölgesini üç ayrı parçaya böler.

    kentin güneydoğu bölümündeki maymun ormanlarıyla kaplı alan içerisinde, ingiliz ve türk ortaklı bir şirket tarafından inşa edilen 'riverside city' adlı, bölgenin genel dokusuna hiç de yakışmayacak kadar modern ve yalnızca elit tabakaya hitap eden uydukentin yolu üzerindeki faz 3 bölgesinde, bir yolüstü köyünde geçer hikayemiz.

    her sabah, firmamızın bizlere tahsis ettiği arazi araçları ile rawalpindi'den 'riverside city' şantiyesine doğru ilerlerken, annelerinden, 3-4 yaşlarındaki çocuklara varıncaya kadar dizi-dizi aileleri, ormanın derinliklerine doğru bu yolda ilerlerken görmek alışıldık bir manzaradır.

    bölge insanları, inanılması güç olmakla birlikte, hemen her gün; nohut, sarı mercimek, safran, su ve yağdan oluşan 'dal' adını verdikleri, bizler için yenilemeyecek kadar baharatlı bir çorbayla beslenirler. bu yemeği pişirmek için gerekli çalı-çırpıyı ise hemen yanı-başlarındaki ormandan temin ederler.

    doğayla iç-içe yaşayan köy halkının davetsiz misafirleri arasında maymunlar, dev iguanalar, yabani sultan papağanı ve muhabbet kuşu sürüleri de vardır. kısacası, bizler için görülesi yerlerdir ama alışık olduğumuz teknolojinin yakınından bile geçmediği, vücutlarımızın ömrümüz boyunca tanışmadığı çeşit çeşit mikrobu barındırması bakımından uzun süre yaşanası değil.

    ***

    o gün de her cuma gibi sıradan bir tatil günü olarak başlamıştı benim için. önce, yiyebildiğimiz sınırlı yiyecek türlerinden hamburger veya pizza seçimini yapacak, bunun ardından zorunlu olarak 'pizza hut' veya 'mc donald's'dan herhangi birinin yolunu tutacak, karnımı doyurduktan sonra da haftalık alış-veriş için bir ingiliz marketine gidecektim. Alış-verişten sonra, kendimi yorgun hissediyorsam eve dönecek, hala gücümün var olduğuna inanıyorsam, yaklaşık bir saatlik mesafedeki islamabad'a gidip bir kafe'de bir şeyler atıştırırken, nispeten daha medeni bir dünyada, artık her dakika görmekten bıktığım iş arkadaşlarımdan daha farklı yüzlerle tanışacaktım.

    kafamı bu sıradan düşünceler meşgul ederken gözlerim, kaldığım evin penceresinden yolun karşı tarafındaki parkta oynayan, giydikleri ütülü denizci üniformalarına benzeyen kolej kıyafetleri içerisindeki 3-5 kast çocuğuna takıldı.

    o an, gerçek rengini anlayabilmenin mümkün olamayacağı kadar çamurlu külotlarından başka giysileri olmayan, zayıf ancak koca göbekli, kirli sularda neşe içerisinde gülüp-oynayan, kara gözlü, sarı benizli, köy çocuklarını anımsadım. hani şu, anneleriyle birlikte ormandan odun toplamaya giden, yol-üstü köyündeki çocukları.

    sanki bu adaletsizlik, dünyanın diğer az gelişmiş ülkelerinde ve hatta türkiye'de de yok muydu? vardı elbet! ama ekonomik olanak ya da olanaksızlıkların ötesinde, insanları bir de üst ve alt sınıflar olarak tabakalara ayıran, bununla da yetinmeyip kimilerine soyluluk türünde ünvanlar veren kast sistemi olunca, daha bir hüzün verici oluyordu mevcut tablo. insana seyirci kalmaması ve bir eylemde bulunması gerektiğini, adeta vicdani bir sorumluluk olarak yüklüyordu.

    bu sorumluluk duygusundan biraz olsun kurtulmak için ilk aklıma gelen şeyi yaptım. markete gidip bir büyük kutu bisküvi aldım ve yol-üstü köyünün yolunu tuttum. oraya ulaştığımda, öğle saatleriydi ve cuma namazı saati yaklaştığından köyde büyük bir hareketlilik yaşanıyordu. arabamı yol kenarına çekerek yolun karşı tarafındaki kanal boyunca oynayan çocukların yanına gittim. kutuyu yere koyup kapağını açtım ve etrafımı saran çocuklara paket paket ikram etmeye başladım.

    yüzlerindeki mutluluk ve kocaman kara gözlerindeki minnettarlık gerçekten görülmeye değerdi. birkaç dakika içerisinde koca bir kutu bisküvi tükeni-vermişti. 10-12 yaşlarında bir erkek çocuk yanıma yanaştı ve ingilizce, " amerikalısın değil mi? " diye sordu. 'hayır! türküm' dedim. adımı sordu-söyledim. çocuklara döndü ve " he's an ottoman-he's an ottoman " diye bağırmaya başladı. ardından hep birlikte bağırmaya başladılar;

    - jeeway ottoman, jeeway ottoman!

    çocukların ardından büyükler de koroya katıldı ve bu haykırış birkaç dakika daha devam etti. çok şaşırtıcı ve gerçekten inanılmazdı benim için. ancak, neden 'türküm' dediğim halde beni bir osmanlı olarak görmüşlerdi. bunun sebebini aylar sonra, aynı köyde yaşayan yaşlı bir özbek göçer anlatacaktı.

    ***

    - osmanlı, zamanında bizi kaderimize terk etmiş. dedem, öncesindeki güzel günleri bana bir masal tadında şöyle anlatırdı;

    " genellikle ilkbahar ve sonbahar aylarında, anadolu'dan gelip hayber'den geçen osmanlı kervanlarının haberi, baharat, ipekli halı ve ipekli kumaş tacirlerine özel ulaklarla ulaştırılır ve kervanın rotası üzerindeki peşaver, rawalpindi, lahor, kandahar ve delhi şehirlerinde hummalı ticari hazırlıklar gözlenirdi.

    kervan dediysem, 5-10-50 değil en az 300-400 deveden oluşan, yükseklere çıkılıp bakıldığında ovada kıvrılıp giden dev bir yılanı andıran katarlar. öyle ki, geçip gittiği yerde üretilmiş ne varsa silip süpüren ama karşılığında çil-çil altınlar bırakan, sadece bu bölgenin tüccarlarına değil çinli tacirlere bile el ovuşturtan cinsten.

    ne olduysa, ardı-arkası kesildi birden. böyle nasıl desem; bıçak gibi, aniden. bir aralar, "osmanlı gayri müslimlerle savaşıyor" dediler. sonra, "kemal paşa gayrimüslimleri yendi padişah oldu" dediler. öyle dediler-böyle dediler lakin o kervanlar bir daha hiç gelmediler. öksüz kalmış çocuklara döndük. "

    inanılır gibi değildi. aradan geçen 85 yıla rağmen bu insanlar nasıl olur da anadolu'da halen osmanlı'nın hüküm sürdüğünü zannedebilirlerdi. üstelik, başkent islamabad'a sadece bir saatlik mesafedeki bir köyde.

    ***

    her cuma bir önceki cuma'dan daha büyük bir istekle markete uğrar ve bisküvi kutusunu kucaklayıp yolüstü köyünün yolunu tutar olmuştum. siyah arabamla faz 3 sınırındaki tepeye tırmanıp aşağı sallandığım anda köyün çocukları beni görüp kanal kenarında sıraya diziliyorlar ve kendilerine bisküvi ikram edilmesini bekliyorlardı. bildik bir tören tadında kutuda bulunan bisküvilerin dağıtımı biter bitmez aynı haykırışlar hep bir ağızdan göğe yükseliyordu.

    - jeeway ottoman, jeeway ottoman!

    yaşadığım garipsemenin ötesinde, beni derinden etkileyen bir hazzı da duymamam mümkün değildi doğrusu.

    edit : mbaran'a yazım hatalarının düzeltilmesi konusundaki yardımları için teşekkürler.
    3 ...
© 2025 uludağ sözlük