charlotte bronte nin muhteşem kitabıdır. döneminde kadına ve aşka yeni bir bakış getirdiğine inanıyorum bu kitabın. çünkü bu kitapta kadın bir süs eşyası değil hatta baş kahramanı güzel bile değil ama hep tek başına olmasına rağmen pes etmiyor, aşkı uğruna yanlış olduğuna inandığı şeyleri yapmıyor. erkekler bu kadının fiziğine değil ama ruhuna, zekasına deli gibi aşık oluyorlar.
en sevdiğim, favori romanımdır. onlarca kez okudum sanırım. elimde '69 baskısı var (dedemindi) ve okunmaktan parçalandı artık. bazı yönlerimi de jane eyre 'e benzettiğimdendir belki de. her ne kadar hataları olsa da edward rochester gibi bir aşık bulmak çoğu kızın hayali zaten. ya da benim hayalim, çok klasiğim herhalde.
5 kere sinemaya uyarlanmış kitap.
1943-1983-1996-2006 ve 2011 yıllarında. bıkmadılar çekmekten sanırım, 1943 te çekilende elizabeth taylor helen burns rolünde.
2011 tarihli film olanı için konuşacak olursak jane eyre rolündeki mia wasikowska'nın ve mr. rochester rolündeki michael fassbender'ın oyunculuklarını konuşturduğu romandan uyarlama harika bir film.
mia wasikowska'nın bu rolü oynarken 21 yaşında olduğunu hatırlatmakta fayda var. kadınların erkeklerin üstünlüğü karşısında boyun eğdiği victorya döneminin ingiltere'sinde özgür olmayı isteyen jane eyre'in hikayesi bu. filmde mekanlar, kıyafetler o dönemi çok güzel yansıtıyor.
dönem filmlerini seven şahsımı dönemi iyi yansıtmasıyla ve oyunculuklarıyla mest etmiştir izleyin derim.
Bir genç kızın hayal dünyasıyla acı gerçekler, hassas kalbiyle zalim olaylar arasında çektiği ıstırapları anlatan bir roman.
ingiliz edebiyatı Charlotte bronte eseri.
TRT de bu günkü AKP nin atası ANAP iktidarıyla birlikte yobaz kadrolaşma başlamadan önce bunun gibi ingiliz klasiklerinin dizileri ve filmleri sık sık yayınlanırdı bizde amerikalıların seviyesiz dallasa ları yerine bunları keyifle izlerdik. Ne hikmetse din iman kuran diyen iktidarlarımızla Türkiyeye playboy da geldi playmen de, dallas hanedan gibi dizilerde, başörtülülerin hiçte ahlak sahibi olmadığını kanıtlayan sabah programları ve izdivaç programlarıda geldi.dinci iktidarların tekelinde seviyeli ve eğitici ne kadar dizi film varsa mahrum edildik.
aşkın ve sevginin sade,tatlı ve içten bir anlatımla izleyicilere sunulduğu film. şimdiki aşklar eskisi gibi saf ve temiz değil mi ne? diye sorgulatıyor insana.
"birçok insanın onu çirkin bir adam sanacağından eminim. yine de tavrında öyle bilinçsiz bir gurur, davranışlarında öyle bir rahatlık, dış görünümüyle ilgili öyle mutlak bir kayıtsızlık, öyle kibirli bir güven, herhangi bir dışsal çirkinliği gideremeyecek başka erdemleri ve güçleri olduğuna ilişkin öyle güvenli, adeta küstah bir inanç okunuyordu ki, ona bakan, onunla birlikte olan insan ister istemez onun bu umursamazlığını paylaşıyor, hatta bir kusur işleyerek, körü körüne onun güveniyle inancına ortak oluyordu."*
"bayan Ingram gösterişliydi ama samimi değildi. güzeldi, bir sürü parlak yeteneği vardı ama zihni zayıftı, kalbi karakteri gereği çoraktı.
... özgün değildi; kitaplardan okuduğu kulağa hoş gelen sözleri tekrarlıyordu, hiçbir zaman kendisine has bir fikir öne sürmezdi, zaten böyle bir fikri de olmazdı."*
bir kadının acı dolu hayatını anlatan güzel bir kitap. filmi de güzeldir okuduktan sonra izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim.
Mükemmel bir kitap. insanın okudukca okuyası gelir fakat 2011 yapımı olan filmini tavsiye etmem. Konular çok yüzeysel anlatılmış.
Kitabını okurken ilk sayfalardan başlarsınız ağlamaya, bitene kadar da devam eder.
Evet ben de itiraf etmeliyim ki okurken Çalıkuşuna benzettim. Kamrana sövüldüğü gibi sövmez sövemez insan Rochester'a.
edit:düzeltme
sözde milli görüşten gelen muhafazakar özal ve avanesi anap iktidar olur olmaz, trt deki kaliteli seviyeli bu gibi dizileri ingiliz edebiyatı kaynaklı dizileri kaldırıp yerine dallasvari amerikan dizilerini doldurdu, playmen biel anap iktidarında türkiye ile tanıştı. böyle bir dönemi sembolize eden dizlerden biriydi. Türkiyenin bu günkü süslüman keapazeliğinin temelleri ve hödük gençlikler yetiştirme yi başaramışlardı.
2006 yılı bbc yapımı dizisindeki edward rochester* tam hayalimde canlandırdığım gibi. filmindeki daha yumuşak suratlı biriydi, kitaptaki tasvirde rochester'ın daha sert çizgili bir suratı vardır.
jane eyre 'i canlandıran hatunun * çemçük ağzına pek bakamadım. kafamda canlandırdığım jane biraz daha masumdu, bu kızın yüzünde ne bileyim bir sinsilik, bir fettanlık var. gene de iyi bir çift olduklarını düşünüyorum.
--spoiler--
jane , edward'ın evli olduğunu öğrenince nikah töreni sonlandıktan sonra jane'in odasında edward'ın "don't go, jane" diyerek onu öpüp kokladığı sahneler şahaneydi.
--spoiler--
bu arada, her kıza karizmatik bir edward rochester nasip olur mu? hataların olsa da güzel adamsın sen edward, ruhun saf. bbc yapımı dizisini mutlaka izleyin, benden naçizane tavsiye.
1. çok basit bir dille yazıldığı için kalınlığına rağmen akıcı bir şekilde okunabiliyor.
2. dönemini(viktorya dönemi) fena yansıtmıyor ve birkaç noktada dönem normlarının dışına çıkarak "al sana" yapıyor.
3. feminist eleştirideki en önemli figürlerden biri olan, her feministin can yoldaşı ve göz nuru "woman in the attic" bertha mason'la tanışıyoruz.
bu üç madde, dediğim gibi, kitabı okunası yapan sebepler. ama bunlar dışında kitabın kurgusu olsun, karakterlerin derinliği olsun tatmin edici değil. hele o sonu var ya o sonu... ahh o sonuu... kanımca fantastik kavuşmalı berbat türk filmlerinin atası olan bu kitap öyle bir şekilde bitiyor ki insanın inanası gelmiyor. hayatımda okuduğum en rezil sonlardan biri hatta birincisi olabilir.
yine de bana kalırsa jane eyre hariç diğer karakterlerin, özellikle rochester'ın, günahıyla sevabıyla olduğu gibi yansıtılması, jane austen karakterleri gibi tanrısallıkla yoğrulmaması muadillerinin karşısında ufak da olsa bir artı sayılabilir. ancak o berbat sonu hiçbir şey kurtaramaz tabi, o ayrı.
ayrıca dediğim gibi kalınlığından gözünüz korkmasın, rahat okunuyor. okumak isteyip de cesaret edemeyenlere duyurulur.
-Seni koşulsuzca affediyorum- diyebilen yüce gönüllü kadın .
Kitabı harikaydı geçenletde filmine denk geldim ve izledim . benim kafamdaki Jane daha masum ve naifti filmdeki bana göre olmamış olsada Jane candır .
kadınların toplumdaki yeri, feminizm gibi birçok yönü de olsa taşıdığı tüm rollerden sıyırıp sadece hissettirdikleriyle ifade etmek istedim bu romanı.
--spoiler--
bir çocuk, kimsesiz. diğerlerine benzemediği için, kolayca boyun eğmediği, kendine has bir karakteri olduğu için ezilmiş. sevginin ne olduğunu bilmeyerek büyümüş. acımasızca kapatıldığı kırmızı oda, yapılan iyiliği sürekli yüzüne vuran insanlarla bir evde on yaşına kadar barınabilmiş.
kötü huylu, yalancı bir çocuk olduğu iddia edilirken, yani ondan hiç güzel bir gelecek, ince davranışlar, kibarlık göstermesi beklenmezken hayatını eline almış. hiçbir şey bilmeyerek girdiği kimsesizler yurdundan öğretmen olarak çıkmayı başarabilmiş. bunu başarmasında iki kişi rol oynamış. veremden ölen arkadaşı ve okulun müdüresi. ikisinin ortak noktası sevgi. sevilmek bir insanın tabiatını nasıl değiştirir onu göstermiş bize.
sevdiği insanlar ondan koptuğunda kendini bağlayan bir şey bulamadığında yeni bir maceraya yelken açmış. o güne dek ne bir erkekle tanışmış, arkadaşlık etmiş ne de bir yakınlık kurmuş. bu sebepten mi ilk gördüğü erkek olan efendisine böyle bir aşkla bağlandı bilinmez ama bilinen bir şey varsa bu romanda geçen aşkın bizlere hissettirdiği gerçeklik duygusudur.
aşk sadece güzel insanlara layık görülen bir beceri zannederken belki de çevrelerinde beğenilmeyen iki insanın birbirine nasıl tutkuyla bağlandığını görmemiz bu aşka inancı artırıyor okurken. aşkın saf bir duygu olduğunu, ete kemiğe bürünmeden de yaşanabileceğini gördükçe kendimizden bir şeyler bulmuşuz.
çatıdaki deli kadın, jane'in kendini diğer metreslerin yerine koyuşu, ilkeleri uğruna aşkını kalbine gömüp kaçışı ve diğer pek çok şey bu kitabın tamamen bir aşk kitabı olmadığını göstermiyor mu? sadece aptal romantizmle dolu olmadığını.
bir insanı sevmek için onun kalbinin, şefkatinin, ağır başlılığının, bağlılığının da önemli olduğunu bilirken okumak da güzel oluyor. özellikle sonunda iki aşık kavuşurken ne aradaki yaş farkı ne adamın körlüğü, çolaklığı bir önem arz ediyor. jane tam anlamıyla rochaster'ı tamamlıyor. gözleri oluyor, eli oluyor. hayatı, kalbi, ışığı, eşi, her şeyi oluyor.
ama zayıf yönleri de var tabi. başladığında olay örgüsü güzel ilerlerken sonuna doğru olaylar türk filmi kıvamına gelmekte. yüce bir yaratıcının çizdiği rolü yaşadıkları gözümüze sokulmakta adeta.
ölmek üzereyken evlerine alan kişilerin hiç tanımadığı kuzenleri çıkması. üstelik koca ingiltere'de. daha sonrasında kalan miras ve ailenin bir anda kolay bir şekilde paraya kavuşturulması, en son olarak da rochester ve jane'in millerce uzaktan seslerini duymalarına sebep olan o ilahi olay.
tüm bunlar hikayenin zayıf yönleri bana kalırsa fakat roman gerçekten kısaltılmış tabir edilen kopyalarından değil de orijinal metinden okunmalı.
bu arada kitapta en hoşlanmadığım karakter de jane'in kuzeni olan papazdı sanırım.
--spoiler--
Neden bilmiyorum ama çocukken pisikolojimi fena bozmuştu bunun basitleştirilmiş hali, hatta yatak yakmalı falan bir kısım vardı onu okurken bildiğin sinmiştim yorganın altına.