işsizliği gönüllü olarak tercih edip sıcak yuvamda kitaplarımın arasına gömüldüğüm dönemlerde şöyle düşünmeyi çok severim;
"şu an bir işim var ve kazandığımın hepsini çalışmamak için harcıyorum"
bundan büyük özsaygı olur mu a dostlar.
çaresizliktir işsizlik. kendine ait hiçbir şey elde edememek, arkadaşlarınla gezmeye çıkamamak, telefonuna kontör bile alamamaktır. en önemliside hayatın çok anlamsız olduğunu anlamaktır.
günler çabuk geçsin diye gecelerce yatmamak, sabahları erken kalkmamaktır işsizlik. ne iş yapıyorsun sorusundan bıkmak, yolda tanıdıklardan kaçmaktır.
kötü günlerinde arayacak bir dost bulamamak, "hiç arayıp sormuyorsun bizi unuttun" diyenlere anlamsızca bakmak, "ama ben işsizim gelirim yok" diyememektir.
parasız kalınca boş boş gezmek, bir yere oturup bir çay bile içememek, bazen babayla tartışmak, bazen de hayattan bıkmak, ölmeyi istemektir işsizlik.
eskiyen ayakkabılara bakmak, dizi yırtılmış pantolonu giymeye utanmak, bazende herşeyi boşvermektir işsizlik.
işin özü:
en berbat iştir
işsizlik...
neyi beklediğini bilmeden bekleme hali.
şimdi bendeniz ben butonuna bastım ve son entrymi 3 ay önce yazdığımı farkettim ki hergün sözlüğe girer, söyle bi dolanır çıkarım.niye niye niye. 3 aydır işsizim sözlük.hiçbir şey yapamadan bu 3 ayı geçirdim.tatile gittim.olmadı.kendimi dine verdim.halk eğitim kursuna yazıldım.olmadı.rejim yapmaya karar verdim.3 tabak yemek yedim.zilyon tane cv hazırlayıp zilyon yere dağıttım.spor olsun diye iş aramaya çıktım.
1 ay-az kafa dinlerim iyi oldu dedim
2 ay-evde oturamam lan ben iş aramalıyım dedim
3 ay-lan cvdemi bi bozukluk var yazım hatasımı yaptım ki bugun hangi semtte iş arasam ki dedim.
şimdi;
- umutsuzluğa mı düşmeliyim?
- ısrarla zilyon adet daha cv mi hazırlamalıyım
- şehir mi değiştireyim?
- kendimden mi geçmeliyim?
- tez elden koca bulup 3 çocuk mu yapmalıyım. ki şu durumum 3 çocuk isteyenlerin eseridir ki o başak bir başlık konusudur.
şimdi işsizlik tanımı: delirme sınırlarında gezerken zoraki dengeler kurmaktır.*
lanet olası üniversitemi, orda geçirdiğim berbat günleri bile özlememe vesile olmuştur. keşke büyük türk düşünürü, şahsiyetine kurban olduğum, son osmanlım benim; her üniversite bitiren iş bulacak değil ya buyruğunu ben okurken verseydi de okulu uzatıp uzatıp dursaydım...
delikanlı adama fena koyan eylemdir. üniversite yıllarında hayvanlar gibi gidilen galatasaray maçları, gece gezmeleri, alkolik hareketler; kemer sıkma politikası nedeniyle yok olup uçup gidiveriyor bu andropozik evrede. maksat binbir utançla babadan para isteme eylemini en alt düzeye indirmek. sitemkarlığın tavan yaptığı bu dönemde en büyük sorunlarda biri de mülakat tarhi beklemektir.
toplumsal dinamikleri her an patlayacak gibi hazırda bekleyen bir ülkede yaşıyoruz. buna da alışmış durumdayız. alışma mefhumunun derecesi ve akıbeti başka tartışmalarının sularında boy göstereceği için, biz o patlaması olası dinamiklerin baş aktörü olan işsizlik sorunsalına yüzümüzü çevirelim.
şu anda bile yüzümüze kara bir gölgenin düştüğünü söylemek çok yanlış olmasa gerek. bu kara gölgede bi yanlışlık var ama yalnızlık pek yok gibi. oldukça kalabalık ve yığın halini almış coğrafyalarda seyir alıyoruz ne yazık ki. her aileye en az üç çocuk söylemleri bu sorunun neresinde kalıyorsa, enflasyon ve ihracat oranlarının da artması-azalması bu sorunun orasında kalıyor. aslında işsizliğin orası-burası yok. nedenleri bir çığ gibi önümüzde dururken (çığ; eğitimsizlikten tembelliğe, torpilcilikten niteliksizliğe ve daha benzerlerine tekabül ederken) çözüm arayışları yerle yeksan olmuş durumda. tartışmalar hep sığ dünyalarda yürütülüyor. derine inmek işlerine mi gelmiyor insanların, yoksa gerçekten vurgun yeme fobileri mi var...orasını tam bilemiyoruz.
anlaşılmıyor ya da anlaşılmak istenmiyor belki ama işsizlik yanında hep bir sözcüğü daha barındrıyor: güçsüzlük.
işsiz-güçsüz oturuyorum cümlesi, aslında içi yeteri kadar dolu ya da içi doldurulabilecek kritik bir cümle. istihdam sorunu kökeninde hatta merkezinde elbette iktisadi nosyonlarını barındırıyor. fakat olayın insani ve manevi boyutunu kesinlikle atlamamak gerekiyor. bazen neyin nerde nasıl başladığı, neyin nerde nasıl bittiği ile çarpışıyor. sanırım bu çarpışma bize ışık tutan taraf olacak. belli başlı şeylere önem verilmesi mesela sosyal bilimlerin, sanatın nerdeyse yok sayılması; belli başlı şeylerin mesela adaletsizliğin, kalkınamamazlığın, cehaletin baş tacı edilmesi öyle saçmasapan bir ikilem yaratıyor ki; bu cümlenin devamını getirmek bile imkansızlaşıyor. bu imkansızlık halinde bilmem kaç milyonluk işsiz ve güçsüz ordusu sadece maddi açıdan kayıba uğramıyor elbette. toplumsal gerginliğin baş nedenlerinden biri olup çıkabiliyor bu ordu. belki sadece buradan güç topluyor ya da bunu iş ediniyor sadece. kesin yargıya ulaşmak güç ama zayıf olan toplumsal hafızamızı biraz zorlarsak yaşadığımız sevimsiz ve yıkıcı olayların arkasından çıkan kişi ve grupların eğitim seviyelerini ve yaşam tarzlarını ve çalışma(ma) ortamlarını biliyoruz.
ortaya atılan daktilolar, kendini yakmaya çalışanlar, kendini yakanlar, intiharı düşünenler, intihar edenler, ailesine kurşun yağdıranlar, üniversite mezunları, ortaya atılan daktilolar noktalar ve vesaireler gün be gün artıyor. kapitalizm krizleri ile de kendini yenileyebilirken, bizler hep yinelenip yeniliyoruz.
işsizlik iş arayıp bulamamak, çalışmak isteyip çalışamamak demek.
işsizlik birilerine muhtaç olmak demek.
geliriniz olmadığı için birilerinden harçlık alıp onların her sinirli olduğunda çemkirdiği sözlerden alınabilmektir.
birisi ayakkabı alsa birisi pantolon alsa birisi de cebime üç kuruş koysa da arkadaşın yanına gidebilsem çekirdek alabilsem gibi durumlardan kurtulamamak demek.
işsizlik bunalıma sürükleyen en gerçek sebep bence. ellerinin titremesi hiç geçmiyorsa sinirlerin toparlanmadan tekrar bozuluyorsa tek sebebi kişinin kendine bir hayat kuramaması.
klavyede yazarken elinin titremesini belki saklarsın ama kalemi tutup imza atacağın zaman el içinde, işte o zaman saklayamazsın evde oturmaktan paslandığını, giderek yıpranan sinirlerinin artık tamir olmasının zorlaştığını.
planları ertelemektir. ne iş yapıyorsun? Diye soranlara sözlükte yazarım demektir. ilk aylar da tatil gibidir, sonrası eylül-ekim geçince artık bahara kaldı demektir. 1 yılı dolduğunda kronikleşmiştir. yaş 30 u bulduysa eyvah demektir. en sonunda iş fikirleri üretip kendi işini kurma hayallerinden ibarettir. sıkıntıdır, berbat bişeydir. ölmek isteyip ölemeyip ama her gün ölmektir. en sonunda üniversite okuduğuna pişman olmaktır.
Hatırladığım zamanlardan beri hep var olan, bir türlü çözülemeyen, iş adamlarının da umurundaymiş gibi dillerinden düşürmediği, ama asla umursamadiği gene iktidar ve muhalefetin de siyasi malzeme yapmaktan asla çekinmedikleri çekinmeyecekleri sorun.
enteresan olan, iş adamları da (bugün umit boynerin yaptığı açıklama) işsizliği bir sorun olarak görüyorlar, ama nedense %25 kar eden şirketlerinin kari %20 ye düşecek olsa ya personellerine zam vermekten veya prim vermekten vaz geçer, ya da eleman çıkarırlar, eleman ihtiyacını arttırmamak için yıllık izin gün sayısını devletin belirlediği asgari gün sayısından tutarlar.
devlet te hükümetler de buna bir çözüm bulmak yoluna gitmezler. avrupada bir çok ülkede 30 iş günü minimum izin zorunluluğu var ki bu Türkiyede olanın iki katı demek yani şöyle düşünelim, eğer her çalışana ekstra dan 3 hafta daha yıllık izin verir iseniz her 17 çalışan için fazladan bir kişi daha istihdam etmemiz gerekir. bu da toplam istihdamın %5 inden fazla istihdam yaratmanız anlamına gelir. ama tabii işverenlerin işiine gelmeyeceği için ve devlet te onlarin elind ebir oyuncak olduğu için (hay senin paradigmana sokayim kuhn) bunlar olmayacak şeylerdir.
ayrica bir de fazla mesai mefhumu vardir. insanlık sahibi olan bir işletme sahibi fazla çalıştırdığı personelim emeğini çalıp hırsızlık yapmaz, yani zaten çok paran var gariban çalışanının emeğini çalmaya ne gerek var, bir de mantiği var bunun eğer bir iş yerinde bir ayda yapılan toplam fazla mesai saati tek bir personelin bir aylık toplam mesaisine denk ya da yakın ise bir personele ihtiyaç var demektir. ama işveren için bu fazla mesai bedava olduğu için fazla personel almak yoluna gitmez. hani çalışanların da senin benim de bu işsizlikte suçumuz yok değil, bu memlekette esnek çalışma saatlerine uygun diye bir ilen verilebiliyor. ne demek bu fazla mesai yapacak ama bunun için para felan istemeyeceksin demek. niye senin benden daha çok mu paraya ihtiyacin var ki ben sana bedava çalışayim. ama devlet bunu bilir görür bişey yapmaz. öyle ki bankanın genel müdürlüğüne gidin akşam mesai sonrası çalışan tonla insan görürsünüz, bu doğrudur. ama banka tek kuruş fazla mesai ödemez ve bunun vergisini de ödemez ama devlet buna ses çıkarmaz. çünkü ranttan payina düşen bişeyler var devlet büyüklerinin de.
bir personelin bir aylık değil beş alık mesaisinden fazla mesai yapılan yerler var. ben daha önce çalıştığım bankada bir ayda toplam da 8 gün fazla mesai yapmiştim. ve bunu yapan tek kişi ben değildim, toplamda ortalama 4-5 personelin mesaisi kadar fazla mesai yapılıyordu birimde, bu ne demekti, yani banka patronu kuveytli bilmem kime her ay 5 türk vatandaşının maaşı hibe ediliyordu.
Bizim sistemimiz böyle işte. ne izin kullanılır ne izin parası ödenir patronlar dünyanin en zengin 1000 i arasına girerken personeller maaş alamaz kriz var diye zam alamaz. fazla mesai yapar işten atılır. hüküme teyet geçti der. olur biter.
genç nüfüstaki oran( ki bu da 15-24 yaşı kapsamakta) %24 le tirajikomik olan durumdur.yani her 4 kişiden 1 i boşta.kaldı ki, bu durum kayıtlara geçen kısmı. burda şöyle bir hatırlatma yapmadan de geçmeyelim, zorunlu tüketim malları arasında ''pinpon topunu'' gösteren bir zihniyetin yaptığı resmi bir çalışmanın sonucudur bu işsizlik rakamları.gerisini varın siz düşünün.
ama biraz da çuvaldızı kendimize batırır isek, üniversite mezunları sanki üni. bitirmek matahmış gibi iş beğenmemekteyiz.