beyin hücrelerinin afilli katilleri... kallavi ibnelerin, irin topakları.
bi siktirin gidin, bi huzur verin gayrı. bir kere olsun gelip de kulağıma, tek bir şarkı sözünü mırıldanmayın...
"süzülün, uçuşun beni de
beni de alın götürün
bir okyanus ortasına
ya da bir selvi yanına..."
nereden çıktı şimdi? nasıl biliyorsunuz hassasiyetlerimi. artık eminim ki bir köstebek var ruhumun parçaları arasında. yetiştiriyor size ve gelip de istihbarat çalışmalarınızın sonucunda ilişiyorsunuz... peki, sizin kurallarınızla oynayacağım ama önce şarkıyı yarım bırakmak olmaz:
yetişin, nefesim bitiyor
yetişin bana kuşlar
ya özgürlük adına
ya da sevda hatırına
bir dalı kırık ağacım
söküp beni koparın
bir deli orman içine
bırakın beni kuşlar
sevda çok uzaklarda
yıldızların da ötesinde
bilmem nasıl yakalarım
kuşlar, kuşlar
ya umutlar biterse
gidemem, gidemem, gidemem
o kadar uzaklara gidemem
tek çarem sonsuzluğa
atın beni kuşlar
şimdi devam edebiliriz. ama önce bir tur ölüp de dirilmem gerekecek sanırım ki...
oynamıyorum ben... mutluluk ve mutsuzluk pamuk ipliğine bağlı mı olmalı hep?
mahallede klarnet çalıyor biriniz. ötekiler sustursun gavuru... zeki müren çalmasın en azından. aklıma ölü kahramanları düşürmez hem böylece. sözlerini söylemem çalan şarkının ve bakışlarım burulmaz hem. vazgeçtim... klarnetini, kafasında parçalayın. son zamanlarda bunu yapmaya çok alışmış duruyorum. sürekli birşeyler için başka birşeylerden vazgeçiyorum. hani bir sözde diyordu ya "birisini seçmek, diğerlerinden vazgeçmektir." diye, öyle birşey bu da belli ki. "şiiiimdi uzaaaklaaardasın... gönül, hiicranla dooolduuu." özledim adam seni. şükür halime ki "ben küskünüm feleğe" çalmıyor adam. oysa ben zeki müren dinlemezdim bile... yüklediklerimi, iyi taşıyor ama itiraf etmeliyim. veya önceden yüklenmişleri iletmek konusunda iyi olduğunu söyleyebilirim. iyi bir tarafı var ama onu biliyorum.
bir vedanın birinci yılını dolduracak divanenin teki. dış hatlara gidebilir yakın bir gelecekte. korkma, yurt dışına çıkmayacak... öyle bir gerekliliği yok bu sefer. sadece yadedecek ayakta durabilirse o da. kimbilir çocukluğunun şarkılarını dinleyecek, oturup da gülecek haline. belki utanmasa ağlayacak bir hal alacak gözleri ama ağlamayacak, metin ol...
istediğinizi aldnız, bırakabilirsiniz beni.
içimdeki deliler, istediklerini alana dek insanın kafatası ile cinsel münasebette bulunan mahlukatlardır.
karnıma yumruk attı biri.
öteki gözlerimi çıkarırcasına ovdu.
sonra biri iç kanamama dokundu.
yasaktı bu.
biliyordular oysa.
en önemli kural dokunmamaktı yolunda giden olaylara.
kimsesizsin dedi bir diğeri bana bu büyük acımazsızlıktı.
ışıltıyı ve bir vakitler sahip olup da gün be gün yitirileni gösterdi bana yeniden. birşeylerin sonsuz olacağına dair olan inancımızı çocukluk yıllarımızda gömüp de üzerine toprak atmıştık hani... bundan şüphe edenin, aklından şüphe ederim ama bunun da bir anlamı olmaz korkarım ki.
biriniz, henüz şimdi birşeyler geveliyordu hani "lanet, bulaşıcı bir hastalıktır." diye... şaşırmamalı boynundaki madalyonuna, en afilli deli olarak onu seçiyorum bu akşam. biraz uykusu gelmiş olmalı esneyen hanginizse onun. sarılıp uyuyun derim bunda bir artlık sezersem korkularıma kefil bırakırım aklımı. ama yok...
şimdi lanetimin gölgesinde söylüyorum şarkımı "workin' all day..." ipimi koparmam an meselesi olsa da şimdilik şarkı devam ediyor "and the sun don't shine..." sieeaaah diyorum ki yan masamdan beni yadırgayan gözlerle bakıyor birisi. şimdi saklanma vaktiniz geldi ve görünmemeniz gerekli kimselere. birisi, perdenin aralık kalmış o tarafını kapatabilir mi? utandırmaktan korkarım, düşündürmekten korktuğum gibi ve heran kusacakmış gibi geçen birkaç günün mesulüyüm alt tarafı engellenemez, karşı konulamaz bir şekilde. ama en dahi olanınızı uyarın kendi aranızda ve dağları sırtlanmaktan vazgeçsin. bilirim ki ucundan tutmamı bile istemez, çakıllarına elimin değmesini dahi beklemez bilirim ama gene de mahçubiyeti taşımak, bir dağı taşımaktan çok daha zorlu...
sonra ertesi gün ne olur bilinmez ki muallak denemez ama dağın ucundan tutun ve benim kamburuma yakışır gibi geliyor şimdilik. bir yorgana yaz gelir ve güneş doğar ama beklenmez. bir de kar yağarsa tam da o sırada zihnime üzerime korkarım kanatlarımın altındakileri üşütmekten...
susun şimdi şarkıya devam etme vakti "one sunny day, i'll get back again..." ve hatta "somehow, someway; but i don't know when".
tanım da girsin tam bu vaktinde şarkının: kendi varoluşlarının tanımsızlığını tanımlamaya çalışanlardır.
kendilerine hakim olamadığım varlıklar.. mutlu olmak nedir bilmezler onlar, hep kafa karıştırırlar hep düşünürler ve hep sorgularlar. onlarsız yaşayamam biliyorum ama bazen varlıkları öyle rahatsız edici ki, neden sürekli beynimi kemirmeye uğraşıyorlar anlamış değilim, belki haklılardır düşündüklerinde ama yine de kafamı böylesine meşgul edip beni engellemeye çalışmalarını anlamış değilim. üzülüyorum onlar yüzünden ve mutlu da olamıyorum.
neden istediğimi elde etmişken beni rahat bırakmıyorsunuz? neden sürekli olmayacağına istediğimin hep yanlış olduğuna inandırmaya çalışıyorsunuz beni? içimdeki deli bozuntuları, deli bile değilsiniz siz çünkü bu kadar mantıklı deli olmaz...
dışımdaki delilere nazaran azlardır, ancak azmışlardır. sataşacak yer ararlar sinirlendiklerinde. zor durdurulur, bir susar bir konuşurlar. şimdi avaz avaz haykırıyorlar. beni bekliyorlar, ait olmam ,kabul etmem için. bilmiyorlar ki ait olursam lider olurum.
içimdeki deliler; kendi kendime yarattığım ve bir odaya kilitleyip anahtarını uçurumdan fırlattığım mahluklar. her biriniz beni bir şekilde yaralayan, iyi veya kötü izler bırakan insanların bir suretiymişsiniz aslında. sizi içimde tutarak benden bir şeyler alıp götürmeye devam etmelerine neden olmuşum meğer. sizi hapsedeyim derken aslında kendimi kapatmışım kilitli kapılar arkasına. ama bitti artık, farkındayım her şeyin. uçurumdan attığım anahtar avuçlarımda şimdi ve ben üzerinize kilitlediğim tüm kapıları açıyorum. adeta bir resmi geçit var içimde, vedalaşıyorum sizlerle. eğer içimde barınan özgün ve gerçekten deli makluklar olsaydınız sonsuza kadar kalabilirdiniz aslında ama suretlere daha fazla ayıracak yer yok içimde. hadi gidin artık ve beni özgür bırakın. çünkü ben, havada uçuşan tüm kar tanelerinin hatırına affediyorum hepinizi.
-bana kimseyi istemiyorum dediğinde ciddi miydin?
-evet
-bizi bile mi istemiyorsun artık
-sizi bile
-ama alışmıştık birbirimize
-alışmak,insanın en kolay yaptığı aptallık
-tüm herkes gibi.
-herkes herkese benzemez mi zaten
-bu kadar benzememeli
-birden fazla benzerlik zararlı
-hepimiz suçluyken, hepimizin bir ortak noktası varken dahasını düşünmek çirkin
-suçsuz kimse yok mudur dünyada
-bebeklerden bahsetmiyoruz, bilmiş bilmiş konuşma bana
-bahsettiğimiz insanların içerisinde suçsuz olan yok, herkes suçlu ve herkes cezalı aslında
-cezamızı çekerken de "kurtarın beni buradan" diye çığlık atarız
-ve bu çığlıklar doldurur her yeri, ondandır huzursuzluğumuz
-sen hiç duydun mu?
-sen hiç duymadın mı yoksa, hayır bu düpedüz yalancılık olurdu
-sen yalancı sayılmazsın bilirim
-yalancı sayılmamak... yalancı sayılmamak...
-kulaktan topuklara neşterle ilerlercesine acıtır yalan
-öyle dokunur ki biyopsiden daha fazla acı verir insana vicdan
--"bana yalan söylemiş olmak","ona yalan söylemiş olmak" veyahut bir başkasına.
-kimse senin böbreğindeki taşla ilgilenmez, hayatınla ilgilendiği kadar
-hayatınla oynatma kimseyi
-ve kimseye acısını çekemeyeceğiden fazla koz verme
-hayat pislik,
-ya masum olup çeneni kapatacaksın ya da suçunu kabul edecek ve cezanı çekecek kadar sesin yüksek olacak bu dünyada
-ben masumum
-herkesden daha masum
-o halde kapat çeneni.
bir tanesi "hayat boka sarıyor." dedi durup duruken...
tam da günün orta yerinde ve galata köprüsü'nde... sonra anlatmaya başladı...
"bak" dedi "babalarıyla, balık tutan oğullar azaldı, galata eskisi gibi izmarit yapmıyor. midye, yem tarihte kaldı ve çapari yapmışlar da sallıyorlar... bir olta hariç"
sonra uzun bir süre o olta oldu gözümde hayat...
battı-çıktı, tuttu-kaçırdı, dağıldı-toparlandı... nasıl da tutsak ediyordu hayat, insanları kendine? zokayı yutan yutana hani.
nasıl da kanatıyordu bizleri, ne kadar kusursuz bir avcılık yeteneğine sahipti ki kurbanlarını 3er, 5er avlıyordu ve sonrasında bir yoğurt kovasına hapsedilişlerini keyifle izliyordu.
tam bu sırada yakınlarda bir restorandan bir şarkının sesleri yankılanıyordu "nerelere gideyim? kara bahtım gülmeye. ben küskünüm feleğe, düştüm bitmez çileye..."...
bu yetmişti anlamama gene üstüme oynadıklarını. sahi adam, balığa gelmemişti, gelmeyecekti ve özlemiştim oysa... sesin geldiği tarafa yöneldim ve oltaları, hayatları seyrettim... bir arkadaşımın yoğun ikazına rağmen, buzlu rakı sipariş ettim. sonra bir tane daha... akşam olmuştu ve şehir gene hüzne yenik düşmüştü, matemine bürünmüştü belki kendince. halk arasındaki deyimi ile akşam olmuştu işte...
sonra mekanın da boş olmasının etkisiyle "ben küskünüm feleğe" isteğinde bulundum... "ben ne ettim feleğe, verdi bana bu derdi..." yürüdüm sonra, galata'dan, eve... ömrümün bir tarafından, bir diğer tarafına... ve en acısı bu sefer balıktan dönmüyorduk, elini, omzumda hissetmiyordum ve artık çok daha çabuk yoruluyordum. oysa sen, birkaç gün önceki yarı evlenme teklifi mahiyetli konuşmamdan dahi bihaberdin.
tanım: kendilerinden emin, ne istediklerini bilen mahlukatlar bunlar... insan değillerdir. zira hiçbiri o kadar komplike kötülükler düşünemez. bir zararları varsa dahi düşünmeden, kasıttan uzak vuk'u bulan şeylerdir.
elimi kolumu bağlıyorlar...
beni ben yapıyorlar...
yalnızken yalnız değilsin diye fısıldıyorlar...
onlar içimdeler...
benimle beraberler...
onlar...
beni ben yapanlar...
Bir heykeltraş gibi çatlakları balmumuyla doldur, sonra aklın alçısıyla sıva, tamamdır; al sana işte kusursuz bir deli. Bana deli diyenleri seviyorum, akıllı olduklarını sanıyorlar.
bir tanesi çıkageldi gün içinde ve sormaması gereken bir şey sordu "naber lan?" dedi ve bariz bir alay vardı ses tonunda. hissedilir, duyumsanır bir alay. fakat çok daha acısı bu soruyu cevapsız bırakmaktı. her soruya verilecek bir cevap, her derde elbet bir derman vardı oysa ama bu çok daha farklı birşey...
akıllıların, girişimci kurnazlıklarından sıkılmış olmak kadar ürkünç bir durum bu, o kadar içinden çıkılmaz, o kadar boktan. bir diğeri geldi "kim bu ihtiyar" diye sordu oysa genç bile sayılırdım...
sonra bir diğeri geldi ve kulağıma derinden bir şarkı fısıldadı. ki film tam bu noktada koptu... "her günahın tadına, dünyanın batağına, batacağım kadar battım." bu benimkiydi, endamından, ses tonundan belli. ve bütün bir günümün içine sıçmış olmanın orgazm çığlıklarını atıyordu bir taraftan kafamı sikerken...
sahi neden yaşıyoruz? her koşulda bir neden yaşıyoruz, her sonuçta bir neden yaşıyoruz ama nihayetinde bir neden yaşıyoruz kendimizce ve vakit buldukça...
disosiyatif yanımdır. bir gün içinde birden fazlası ortaya çıkabilmekte. beni hiç bırakmasını istemedğim benlerdir. delilik güzeldir. eğlencelidir. -kaç tane sen var? -bilmem, saymadım. ama çok olduklarını biliyorum. zamanla tanışırsın herbiriyle.
söyleyin duvarın dibinde durmaksızın "ben deli değilim" diyen tazeye kendini tekrarlamaktan fazlasını yapmalı... hepiniz daha ilk gününüzde çıkıp gitmeliydiniz buradan. daha adımınızı attığınız gün çıkmalı ve gitmeliydiniz. çekmeli ve gitmeli...
çekmek kolay ama gitmek değil bilirim. çok kere gittim, çok şeyler gitti ama ayrışarak değil sanki, içten içe koparak gittiler. arkadaşlar, sevgililer, sevilenler, sevilmeyenler... kocaman, heybetli ve gösterişli şehirler akıp gittiler birer birer. ve puslu bir camın ardından izlendiler, çaresiz. şimdi söyleyin deli olmadığını söyleyen puşta, en az kırmızı bir pelerin görmüş boğa gibi kapalı görünüyor şuuru. çabası ise herdaim yorgunluğu olacak, hatırlatın ona.
burada kutsal bir amaç için olduğunun farkına varması gerek öncelikle. çürük beyin hücreleri, bu kadarını olsun kaldırabilir... fon müziğine kulak versin en azından ve akıllı insanlar gibi kendini tekrarlamaktan vazgeçsin şimdi.
glenn frey, benden daha iyi olacaktır bu konuda take it easy diyerek ansızın ve bir pazar sabahı... o da olmaz ise lennon ve mccartney'e kulak versin. bu kadarını olsun yapsın let it be diyerek...
içimdeki sesler... aşkımın tek destekçileriydi !
ölü bir sevginin yolunu gözlemekmiş benim ki, imkansızlığı kucaklayıp, sonu olmayan yollarda umarsızca kaybolmakmış.
gözlerimden yaş değil, ihanetinin acısı süzüldü sevgilim.
sensizlikten kıvrandığım vakit dedi ki içimdekilerden biri: .........lakin söyleyemem sır.
tamam yeter bu kadar şamata, sizi kendi halinize bırakmamak lazım anlaşıldı. hem ne bu neşe? sen,her zaman dertlenecek bir şeyler bulurdun oysa. ama bakıyorum sen bile gülümsüyorsun bana. peki ya sen, duvarın hemen dibindeki, sen neden neşelisin bu kadar? bilseniz ne çok özeniyorum size. yaşadığınız her şeyi sonuna kadar yaşıyorsunuz. sevinçse sevinç, kederse keder. efendim? anlamıyorum söylediklerinizi, hep bir ağızdan konuşuyorsunuz gene. hey,durun nereye? gitmeyin ne olur, daha sevincinizin nedenini bile söylemediniz bana. gittiler... onlarsız nasıl sessiz içim bir bilseniz. bazen çekip gidiyorlar böyle ansızın, sonra binbir saçmalıkla dönüyorlar yine. hepsi yaşadıklarını anlatıyor kendince ve ben şaşırıyorum, aynı olay nasıl böyle farklı farklı yaşanabilir diye. onlar benim ruhumdaki renkler. geri gelin lütfen, şimdi olmaz, olmaz...