Onca sıkıntılı günün ardından sonunda Türk ordusu izmir kapısına dayanmıştır. Büyük Taarruzla olaylar son derece hızlı gelişmiş ve Türk süvarileri Bornova ufuklarında görülmüşlerdi.
Büyük Taarruz başladığında bu önemli gelişme, bir süre izmirde halk arasında duyulmadı. Yunanlı yetkililer bile bundan pek haberdar görünmüyordu. Fakat Gazi Mustafa Kemal Paşa ve karargahtaki komutanların kafasında en net biçimde olgunlaşmıştı. Türk komutanlarda kafalarında belirginleşen ve uygulamaya konulan kararları kimseyle paylaşmadılar. Mustafa Kemal Paşa, Yunanlılara son darbeyi vurup bu işi bitirmekte kararlıydı ve yakın silah arkadaşları da bunun farkındaydı. Ancak, Yunan yetkilileri ve askerleri cephedeki yığınaklarına karşı Türklerin bir şey yapamayacağından o kadar emindiler ki; Başkomutanlık görevini saldırı günlerinde alan Hacı Anesti tenezzül edip izmir Körfezine demirlemiş yatından çıkıp, Anadoluya ordunun başına bile gitmiyordu. Sonunda saldırı başladı, hızla gelişti ve Yunanlıların bu akılları bir karış havada tavırları bir bir yok oldu. izmirde uygulanan sansürden dolayı halkın haber alma olanağı ortadan kalkmıştı. Bu yüzden taarruzdan bir süre haberleri olmamıştı. Öyle ki taarruzun dördüncü günü olan 30 Ağustosta izmirde çıkan Türkçe gazetelerde bile savaşın başladığına ilişkin haberler yoktu. Yunanlılar içinde Türkler içinde dönüm noktası olan bu tarihte izmirde günlük yaşantıda en ufak bir olağanüstü durum yoktu.
Ağustos bitip Eylül ayı başladığında işler değişmeye başlamıştı. Eylül ayının ilk günlerde trenler dolusu yaralılar artık izmire gelmeye başlamıştı ve bu konvoyları gören halk önemli şeylerin olduğunu sezmeye başlamıştı. Bu gelişmelerle de adı, niteliği ve boyutu hala konulamıyordu. Basit bir cephe savaşı mı yoksa başka bir şey miydi bilinmiyordu. Yaralıların gelişi zaman içinde daha da arttı ve artık bunun basit bir cephe savaşı olmadığı bir savaş olduğu gözlem ve kanıları güçlendi. Yunanlılar ilk önlem olarak Basmane istasyonu karşısındaki boş araziye seyyar hastaneler kurmuşlardır. Yaralıların sayısı her gün anormal bir şekilde artıyordu. Yunanlıların ve izmirli Rumların bakışları önce kuşku yüklüyken artık yerini kaygı ve korkuya bırakmaya başlamıştı. Önceleri Basmane istasyonundan cepheye gidişler yoğunken, şimdi aynı yerde yaralı insanların geri gelişiyle oluşan perişan görüntüler hakkimdi ve yaralıların adeta ağzında parola olmuş bir kelime vardı; Geliyorlar!.
6 Eylülden sonra izmirde yayınlanan Türkçe gazetelerde, Büyük Taarruzla ilgili haberler tedbirli bir dille verilmeye başlandı. Artık cephenin çöktüğüne ve Yunanlıların geri dönüşünün başladığına dair bilgi akışı hızlanıyor, olayın içeriği ve boyutu belirginlik kazanıyordu. izmirdeki yabancı konsoloslarda kendilerine gelen bilgi akışından önemli şeyler olduğunu hissetmeye başlamışlardı. Önceden cepheden yaralı askerler trenle gelirken; bu kez firari, döküntüler içinde ancak yalnız tren katarıyla değil, kimi zaman yaya, kimi zaman toplu, kimi zaman dağınık olarak izmire Yunan askerleri dolmaya başladı. Artık ya aralarında ya da arkalarında sivil Rum halkında kente doğru gelmeye başladığı görünüyordu.
izmire daha Türk ordusu girmeden önce, bazı ingiliz ve Amerikalı gazeteciler gelerek, Yunan askerlerinin ve göçmenlerin kenti boşalttığını gözlemlemişlerdi. Bir gazeteci izmirin Kurtuluşundan bir gün önce olaylara tanık olarak canlı manzaralar vermişti. Bu muhabir, izmir Körfezine giren Yunan askeri ve Rumların, Anadoludan ayrılırken telaş içinde olduklarını görmüştü.
Yunan işgal Komutanlığı, kente ve özelliklede limana ulaşacak yolları barikatlar kurarak kapatmıştı. Panik içerisinde gelen Rum mültecilerin ve firarilerin rıhtıma dolmaya çalışması engellenmeye çalışılmış ama başarılı olunamamıştır. Kaçanlar ordu durumuna çıkmış sürü haline gelmişlerdir. Çantalarında ve ceplerinde talan edilmiş kent, kasaba ve köylerin tüm mal varlığı vardı. Gelirken yağmalamışlar; giderken daha çok yağmalamışlardır.
Yunan ordusunun ağırlıklı kısmı, 7 8 Eylül günü ve 8 Eylül gecesi, gemilere doldurulup, izmirden uzaklaştı. Asker yüklü son Yunan savaş gemisi de, 18:25te izmir Limanından ayrıldı. Bundan sonra artık her saat Türk ordusunun izmire girişi bekleniyordu.
Yunan Yönetimini temsil edenler izmirden ayrılmıştı. Artık izmir, fiilen Yunan işgalinden kurtulmuştu. Müttefiklerse gelişmeleri nefeslerini tutmuş izliyorlardı. Yunan cephesinin çöktüğünü onlarda biliyordu. Amerikanın istanbul Büyükelçisi Horton 8 Eylül günü ülkesine gönderdiği telgrafta Türk kuvvetlerin yarın ya da ertesi sabah gelmesini beklediğini anımsatıyor; Bana lütfen Kemalist askeri ya da sivil yetkilileriyle ilişkim olursa, ne yapacağımı ivedi olarak bildiriniz.diyordu. Yunan ordusunun son kalıntısının da izmiri terk ettiği saatlerde Akdeniz Ordular Başkomutanı Amiral Brocka istanbuldan bir mesaj gönderildi. Mesajda, izmirdeki müttefik amiralleriyle, başkonsoloslarının kenti Türk ordusuna teslim etmeleri isteniyordu. Yani sadece Türk halkı değil müttefiklerde Türk ordusunun izmire gelmesini bekliyordu.
8 9 Eylül gecesi uzun bir bekleyiş gecesiydi. Yunan ordusunun dağılması sonrasında Türk ordusunun önünden kaçan Yunan askerleri ve yerli Rumlar yanlarında taşıyabildikleri eşyalarıyla akın akın izmire gelmekteydiler. Rumlar Türk ordusu gelmesiyle olumsuz şeyler olacağını düşünüyorlardı. Bu sebeple rıhtımda toplanmış ve deniz yoluyla izmiri terk etmeye çalışıyorlardı. 8 9 Eylül gecesi Kordonboyundaki göçmen sayısının 45.000 olduğu tahmin ediliyordu. Kentte Türk halkı için heyecan hakim idi. Yunan kuvvetlerinin çekilmesi sonrasında mağlubiyeti yediremeyen Rumların ani bir baskınla Türk mahallelere saldırmaları korkusu da vardı. izmir Müftüsü, silahsız Türk halkının korunması için ingiliz Başkonsolosluğuna başvurmuş. Türk mahallesinde devriyeler, nöbetçiler bulundurulmasını istemişti fakat bu isteklerine müttefik başkonsolosları olumlu bir yanıt vermemişlerdi.
O son gece, büyük bir korku ve heyecan içinde geçti. Büyük patlamalar, yıkımlar, karışıklıklar ve toplu öldürmeler olmamıştı. Bekleyiş sürüyor ve heyecan içinde Türk yürekleri gelecek süvarileri bekliyorlardı.
Süvari kolordusuna bağlı alaylar, Manisa ile izmiri bağlayan dağları çoktan tutmuşlardı. izmir artık bambaşka bir sabaha uyanmak üzereydi.
Gece boyu Türk süvarileri keşif hareketleri yapmış, önemli bir olağanüstülük olup olmadığı saptanmaya çalışılmış; karargaha rapor gönderilmek üzere raporlar hazırlanmıştı.
Her alayın kendine ait keşif kolları vardı. Bunlardan birisi de, 20. Alayın 2. Bölüğünden Mülazım Enver Efendi komutasındaki keşif koluydu. Enver Efendi her an pusuya düşme ihtimali olmasına rağmen kendi ve askerlerinin canını hiçe sayarak güneye, izmire ilerlemişti. ilerlediği nokta, izmirin kuzeyinde, kente on beş kilometreye kadar yakınlaşabildiği bir yerdi. Saat sabaha karşı 05:30 Güneş yavaş yavaş ilk ışıklarını salıyor, gecenin karanlığı solup, ışığa teslim oluyordu. Teğmen Enver, bulunduğu tepeden azıcık ilerleyince, Sabuncubelinin güney eteklerinde, olağanüstü bir manzara ile karşılaştı. Genç teğmen, sabah güneşinin tatlı ışıklarının altında izmiri görünce adeta etkilenmişti. Enver Bey mutluydu. Oturdu; gördüklerini anlatmak üzere bir rapor yazmaya başladı: izmire bütünüyle hakim ve ovayı iyi görebilen bir tepedeyim. Şimdilik düşmandan hiçbir eser yoktur. Birçok geminin limandan uzaklaştığını gördüm. ileri keşfe devam ediyorum. Önceki raporda söylediğim ateşleri düşman yakmamış, orada bir köy varmış.
Onun köy sandığı yer Bornovaydı. Raporunu arkadaki tümen komutanlığına iletecekti ancak bu mümkün olmadı. Raporunu yazmak için kaleme sarıldığı esnada raporu yazması bitmeden tümen kendisine yetişmişti.
Ulusal ordunun uğruna onca kan döktüğü, can verdiği hedefi; sabahın ince ve hafif sesleri, ilk ışıklarının altın nuru içinde onlara gülümsüyordu. Tepeye çıkanlar izmir ve deniz diye bağırmaktan kendilerini alamıyorlardı. Pek çok süvari izmiri ilk gördükleri bu anı daha sonra kaleme almıştı. Bu süvarilerden biri de Yüzbaşı Şerafettindi. O bu anı şöyle anlatmaktadır; Senelerden beri, derin bir tahassürle özlediğimiz izmir, şimdi gözümüzün önünde idi. Nihayet biraz sonra ona da kavuşacaktık.
izmirde Bornovadan gelen top ve silah sesleri duyuluyordu. Türk süvarilerinin geldiği ve Bornovaya girdiği hızla kente yayılmıştı. Türkler artık orduyu beklemekteydi. Bu önemli güne tanıklık edenlerden birisi olan Naci Gündem de süvarilerin Bornovaya yöneldiği, kurtardığı ve izmire yöneldikleri anlara ilişkin yaşadıklarını şöyle anlatmakta idi; Sinirler adam akıllı gergin, sanki evlerimiz birer kafes ve bizde onlar içinde çırpınan kuşlar gibiyiz. Bir aşağı bir yukarı şuursuz adımlarla geziniyoruz Bekliyoruz, hep bekliyoruz! Fakat hala ne gelen var ne de bir haber Bu kadar senedir bekleyen, bir iki gün veya birkaç saat daha bekleyemez mi? Hayır Zira bilinmeyen bir akıbetle karşı karşıyayız. Artık bu kadar çile çektikten sonra birbirimizle kavuşmadan ölmeği asla Evet, gerçi işgal senelerinde kendi eceliyle ölenlere hiç de acımak istemiyorduk. Esasen bu şartlar altında yaşıyor muyduk, ölü müydük, onu bizde bilmiyorduk. Kalbimiz üzerinde büyük bir ağırlık çökmüştü. Bu tazyikin altında zor nefes alıyorduk. içimizde sanki bir kor, bir alev parçası vardı. Esasen ateşten gömlekmiş derler, tanrı hiç kimseye böyle bir acı göstermesin.
Yüzbaşı Şerafettinin emrindeki müfreze, Mersinli yönünde, Halkapınara doğru yürümeye başlamıştı. Bu sırada, diğer birliklerin akışı devam ediyordu. 20. Alaya bağlı bazı birlikler, Bayraklı yöresinde, tersanenin kuzey sırtlarında görülmüşlerdi. Her türlü sürpriz bir durumla ve umulmadık bir tehlike ile karşı karşıya kalabilirlerdi. Şerafettin Beyin deyimiyle, Bornova Halkapınar yönünde ve izmiri Bornovaya bağlayan şose üzerinde, silah arkadaşlarıyla beraber baştan aşağı muhasım olan şehre doğru yürümekteydiler. Çok yerde dağınık, perişan halde Yunan askerleri görünüyordu. Geçen süvarileri korku dolu gözlerle izliyorlardı. izmir şosesinde zaman zaman pusular oluyor ve ara ara bağlardan ve bahçelerden üzerlerine ateş açılıyordu fakat Yüzbaşı Şerafettin ve süvarileri daha önce karar verdikleri gibi durup oyalanmak ve zaman yitirmek istemiyordu. Bu ateşten kimi zaman süvariler etkileniyor, ara ara karşılık veriliyordu.
Mersinlide, Karşıyakadan izmire giden bir Yunan kolu ile karşılaştılar. Ufak bir duraksamanın kötü sonuçlar doğurabileceğini düşünen Yüzbaşı Şerafettin ani ve kesin kararını verdi; kendisi önde birliği arkada atlarını mahmuzladılar. Müfrezesini harekete geçirip Yunan kolunu yarıp geçti. Bu hamle karşısında Yunan erleri şaşırmış bir vaziyetteydi ve hiç birisi Türk süvarilerine ateş bile edemedi. Şerafettin hızla izmire doğru ilerlerken bu Yunan alayını arkadan gelen Binbaşı Atıf Bey kumandasındaki 13. Süvari Alayı tarafından esir alındı.
Yunan alayının bir Türk müfrezesi tarafından yarılıp gidilmesi şaşırtıcı bir olaydı. Bu kadar kolayca geçilmelerinin nedeni ise Yüzbaşı Şerafettinin tespitiyle daha iyi anlaşılıyordu. Yüzbaşı Şerafettin, Yunan ordusunun savaşacak psikoloji sahip olmadığını düşünüyordu ve bunda sonuna kadar haklıydı. Öyle ki, telaş ve endişe içinde olan Yunan askerleri karşılarına çıktılarında, Türk askerleri yanlarına gelip silahını bırak diye bağırdıklarında Yunan askerleri silahını kullanmayı akıl edemiyorlardı. Tiles? yani Ne diyor? dedikten sonra silahını bırakıp teslim oluyorlardı.
Yüzbaşı Şerafettin ve müfrezesi doludizgin izmire doğru gitmekteydiler. Halkapınarda Tandodupla ait bir Ruma ait un fabrikası bulunmaktaydı. Türkler bu ismi söylemekte zorlandıkları için buraya Tuzakoğlu adını vermişlerdi. Buraya Tuzakoğlu denmesinin nedeni de izmir aşkıyla yanıp tutuşan Yüzbaşı Şerafettinin dört askerini kaybettiği yer olması idi. Naci Gündem bu tuzaktan anılarda şöyle bahsetmekte idi: Saat 10: Ayyıldızlı kalpaklarıyla öncüler, tozu dumana katarak Halkapınarı geçtiler. Tam Melez Köprüsüne geldikleri sırada, az ilerisindeki fabrikadan atılan bombalarla dört yiğit şehit Ta Afyondan beri izmire kavuşmanın hırs ve heyecanıyla uçuşarak gelen bu erler, ne yazık şehrin dış kapılarında canlarını verdiler. Görüp de görememek Bu kaderin yazdığı acıların en acısı .
Bu olay sonrasında tüm süvarilerin içi yanıyordu. Bir Fatiha okuduktan sonra Yüzbaşı Şerafettin şaşkınlığa yer vermek istemiyordu. Yüzbaşı Şerafettinin açtığı yoldan birlikler arkaları sıra gelmeye devam ediyordu. Bu tarz olaylarda Pişdarın tavrı çok önemlidir. Yüzbaşı Şerafettin Beyde Pişdar olarak saldırganlarla fazla oylanmamak gerektiğini düşünüp müfrezeye izmire doğru hareket emri verdi. Atlarına binen süvariler yürüyüşlerine dörtnala devam ettiler. Onlar en önde, yıldırım hızıyla Alsancaka ilerlerken, arkaları sıra tümenler gelmesini sürdürüyordu.
Atlarına binmiş doludizgin yoluna devam eden Yüzbaşı Şerafettin ve müfrezesi Alsancak Aydın demiryolunun sonu olan büyük bir gara gelmişlerdi. Yer olarak savunmaya müsait olan burada Yunanlılar bir savunma hattı oluşturmuşlardı. Pişdar ise durumun farkındaydı. Bu noktada kısa bir çatışma oldu; savunma hattında bulunan Yunan erleri kılıçlar dağıtılmış ve hat yarılmıştı.
Süvariler Alsancak istasyonunun köşesine geldiklerinde, bir ingiliz amiraliyle karşılaştılar. Bu kişi King George V adlı ingiliz savaş gemisinin kaptanı Thesingerdi. ingiliz amiralle müfreze karşılaşınca Yüzbaşı Şerafettinin kısa bir komutuyla süvariler durdu. Bu tarz karşılaşmalarda tercümanlık için göreve atanmış olan Binbaşı Atıf Bey çeviri görevini üstlenmişti. ingiliz Amiral, yabancıların can ve mal varlığının ne olacağını soruyor, Yüzbaşı Şerafettin de Türk ordusunun güvenliğinde olacağını belirtiyordu. Amiral, Türklerin yabancıların can ve mal varlığını önemsemeyeceğini düşünüyor ve güvence arıyordu. Tabi bu konuşma boyunca dakikalar geçiyordu. Daha fazla zaman kaybetmek istemeyen Yüzbaşı Şerafettin Bey, Binbaşı Atıf Beyi ingiliz amiralle bu noktada bıraktı. Yüzbaşı Şerafettin Bey yeniden müfrezesine kılıç çek emri verdi ve atları dörtnala kaldırdı. Süvariler yıldırım hızıyla Alsancakın ara sokaklarına daldılar. Yüzbaşı Şerafettin, müfrezesi ile birlikte izmire girmişti. Olayı sonradan anlatan gazetelerin yazdığına göre; Türk süvarileri saat 10:30da izmir şehrine muzafferen girmişlerdi.
Süvariler, Alsancakın dar sokaklarından heybetli atlarıyla geçerek Kordonboyuna doğru ilerliyorlardı. izmirin fatihleri atlarının sırtında rüzgar gibi Arnavut kaldırımı döşeli yollardan geçiyorlardı. Sabahın ilk saatlerinden beri Sabuncubelinden bu yana bir rüzgar gibi Bornovayı, Halkapınarı, Alsancakı yalayan Türk süvarileri Kordona yönünü dönmüş ve Kordonboyuna doğru açılan yollardan ilerliyorlardı. Sokaklar Rum muhacirlerle, içi eşya dolu arabalarla; hayvanlarla, silahlı ve bombalı sivil, asker binlerce insanla doluydu. Yüzbaşı Şerafettin bunlarla meşgul olmuyor ve yıldırım hızıyla müfrezesini hedefe doğru götürüyordu. Ne yapacağını şaşırmış olan göçmen ve firarilerin arasından geçerek Türk süvarileri Kordonboyuna çıkmıştı. izmir Limanında birçok savaş gemisi bulunuyordu. Belli noktalarda ingilizlerin ve Fransızların deniz askerleri bulunuyordu. Bunlarla durup oyalanmadan atların mahmuzlayarak ilerliyorlardı. Geçtikleri yollarda karşılaştıkları silahlı düşman askerleri, onlarla karşılaşınca büyük bir korku yaşıyor; silahlarını yere fırlatıyor ve atların nalları altında çiğnenip ezilmemek için sağa sola kaçışıyorlardı. izmirli Türkler pencerelerden, sokaklardan süvarileri izliyor, hayret ve takdir duygularını gizlemeden alkışlıyorlardı. Alkışlayanlar arasında sadece Türkler değil kaçkın Yunan askerleri ve mülteciler de vardı. Yol boyunca tepeden tırnağa silahlı Yunan askerleri görülüyordu fakat bunlara aldırış etmeden devam ediliyordu. Yüzbaşı Şerafettin, bir Türk şehri olan izmiri bir an önce işgal etmek istiyordu. Yunan asker ve subaylarının hiç biri, bir avuç Türk süvarisine tek bir kurşun atmaya cesaret edemiyordu. Kimi pencerelerden, balkonlardan süvarilerin başından aşağı çiçekler atılıyordu. Bunu gören süvarilerin heyecanı artıyor; yürüyüş hızları artıyor; bir oluktan akan su gibi Hükümet Konağına ilerliyorlardı. Pasaporta yaklaştıklarında, bir manga ingiliz deniz askeri tarafından selamlanıyorlardı. Kordonda nal sesleriyle oynaşan zafer ruhunu Naci Gündem anılarında şöyle anlatıyordu; Fakat vatan ve istiklal uğruna yola düşenlerin gözlerini ne yıldırabilir ki? Değil onlar, altlarındaki havyanlar bile ne yaptıklarını ve nereye hizmet ettiklerini mükemmelen biliyorlar. Şahlanan da şahlandıranda farksız Kamçı, dayak bunlar esasen hissizlere mahsus Pek az sonra yeleleri dimdik, ağızlarında köpük, Kordonu nal seslerine boğarak yıldırım gibi geçiyorlar Vaktiyle bu yerde tanık sıfatıyla bulunanlar Şimdi de aynı yerde nelere şahit oluyorlar. Tam üç buçuk sene evvel bu faciayı hazırlayıp sahneye koyanlar, son perdenin bu şekilde kapanışını gördükleri zaman, gayriihtiyari kahramanlarını alkışladılar.
Türk Süvari müfrezesi tam Pasaport iskelesinin önüne gelmişti. Kalabalığın arasından birden belinde kayışı ve kasaturası, elinde silahı ve bombası olan bir Rum çete üyesi karşılarına çıktı. Müfrezenin başında olan Yüzbaşı Şerafettin atının dizginlerini çete üyesine doğru kırdı ve silahlarını atmasını söyleyerek onu uyardı. Ancak bu çete üyesi Rum elindeki silahlarını yere atmadı. Rumun elindeki bombayı üzerine atacağını anlayan Yüzbaşı Şerafettin elinde kılıcını sallayarak, atının dizginlerini gerip, silahlı ve bombalı Rum çete üyesine doğru hamle yaptı. Ön ayaklarını şaha kaldıran atı, Yüzbaşı Şerafettini hedef olmaktan çıkarmıştı. Buna karşın Rum çete üyesi bir anda elindeki bombayı kendisini uyaran Yüzbaşı Şerafettinin üzerine fırlattı. At şaha kalktığı için, bomba Yüzbaşı Şerafettine değmedi; atının ayaklarının altına doğru yuvarlandı. Ardında da atın ayaklarının altında büyük bir gürültüyle infilak etti. Zavallı at kişneyerek kanlar içinde yere yuvarlandı, Yüzbaşı Şerafettin atının üzerinden kenara doğru savruldu. Atın karnı parça parça olmuş, kanlar içinde kalmıştı. Atının üzerinden savrulan Yüzbaşı Şerafettin de kanlar içindeydi. Kordonda nal sesleri yerini haykırışlar ve bağırışlara bırakmıştı. O ana dek süvarilerin yürüyüşünü merak ve hayranlıkla izleyen kalabalık, bomba sesi ve bu görüntü üzerine büyük bir gürültü ve arbede içinde sağa sola kaçıştı. Saldırgan Rum rıhtımda olup biteni izleyen göçmenler arasına karışarak kayboldu. Diğer süvariler, komutanlarına saldıran saldırganı yakalamak üzere kendilerini toparlayıp ileri atıldılar; ancak yakalamayı başaramadılar.
Yüzbaşı Şerafettin, savrulan şarapnellerle; biri boynundan, öteki omzundan olmak üzere iki derin yara almıştı. Vücudunun değişik yerlerinde de küçük yaralar vardı; şarapnel değmiş oyuklardan kanlar sızıyordu. O an bile o, Fakat yaraları kim düşünür? diye aklından geçiriyor; Ölsem ne gam! izmiri kurtarmıştık ya! Bu şerefin öncüleri biz olmuştuk ya! diye düşünüyordu. Hızla yarası çaput parçalarıyla alnından ve başının arkasından kuşak atılarak bağlandı. Genç yüzbaşı durmadı; derhal başka bir ata bindi ve atını süvarilerinin başına getirdi. Yüzü ve boynu sargılı, sargıların üzerinde ayyıldızlı kalpağı, elinde dizgini ve kılıcıyla atını hızla hükümet meydanına sürdü.
Yüzbaşı Şerafettin, müfrezesinin başında Pasaporttan Konak yönüne dörtnala giderken, omzundan ve kolundan hala kan boşanıyor; kan sızıntısı üzerindeki sargıyı kızıla boyuyordu. Ancak o bunlara önem verip durmadı; süvarilerin önü sıra, Konak yönüne aktı gitti. Atlar, halkın şaşkın bakışları arasında, izmir sokaklarından geçerek Gümrüke doğru ilerliyordu. Sonunda Yüzbaşı Şerafettin ve süvarileri gümrük önüne geldiler. Bir an Konak Meydanına giden yolu şaşırdılar. Bir duraksama olmuştu ve bu duraksama esnasında müfrezenin karşısına ağlayarak bir Türk genci çıktı. Heyecan içindeki bu genç karşısında Türk süvarilerini görünce sevinçten kendini tutamamış, gözyaşlarına boğulmuştu. Bu genç yolu şaşıran süvarilere yardımcı oldu; bir ata binerek, müfreze Konak Meydanına ulaşıncaya kadar onlara yol gösterdi. Tarif edilen yolu izleyen süvariler, ara sokaklardan geçip; bir anda kendilerini Konak Meydanında Hükümet Konağının karşısında buluverdiler.
Yorgun atlar kendilerini kuşluk vaktinin sıcağında, izmir imbatına karşı, meydana atmışlardı. Süvariler meydan içinde atlarını zapt etmeye çalışıyorlardı. Meydanda bir hareketlilik vardı. Süvarileri karşılamak için Değirmen Dağından Kuva-yı Milliyeciler inmiş; bunların arasına izmirli Türklerde katılmış ve 40 50 kişilik bir grup oluşmuştu. Süvarileri bir şenlik havası içinde bağrına basmak için bekleşiyorlardı.
Yüzbaşı Şerafettin sargılı ve yaralı haliyle süvarileri gibi atının üzerinde, gözlerini Hükümet Konağında hala dalgalanan Yunan bayrağına dikmişti. Yüzbaşı Şerafettin başında bulunduğu Türk süvarileri ile birlikte atlarını Hükümet Konağı yönüne çevirdiler. Konağın kapısı kilitliydi. Çevreye Türk süvarileri yerleştirilerek güvenlik sağlanmıştı. Önce konağın hizmetlisine ulaşılmaya çalışıldı fakat bu girişim sonuçsuz kalmıştı. Bunun üzerine bekleyecek zaman olmadığını düşünen Yüzbaşı Şerafettin derhal bir karar verdi. Yüzbaşının emriyle Mülazım Konyalı Ali Rıza Bey, hükümet konağının yan kapısına ulaştı fakat bu kapı zincirliydi. Ali Rıza Bey, yanına iki süvari alarak kapıyı tutan zinciri kırdı. Binanın içine girip ön kapıya ulaştılar ve kapıyı açtılar. Bu sırada Yüzbaşı Şerafettin atının üstünde bulunuyordu. Arkadaşlarının kapıyı açtığını görünce yaralarına aldırmadan bir ok gibi atının üzerinden fırladı. Derhal taş zemine indir. Bu sırada bir Türk genci yanında bir bayrak getirmişti. Şerafettin Bey, gencin elinden bayrağı aldı; önce gözyaşları içinde, uğruna büyük bir ulusun yıllarca mücadele ettiği şanlı bayrağı arka arkaya öptü. Gözyaşlarının ıslattığı bayrağı bir çırpıda göğsüne soktu. Bir elinde kılıcı, öteki elinde silahı ile koşar adımlarla merdivenleri çıktı; arkadaşları tarafından açılan ana kapıdan içeriye koşarak girdi. Yanında Ali Rıza Bey ve Hamdi Bey vardı; üçü birden binanın iç merdivenlerinden koşarak yukarı çıktılar. Balkonda dalgalanan Yunan bayrağını indirecek ve yerine Türk bayrağını çekeceklerdi.
Bu sırada Konak Meydanına kadını erkeği, genci yaşlısı tüm izmir Türkleri toplanıyordu. Kısa sürede meydanda önemli bir kalabalık oluşmuştu. Gelenlerin kimisi ağlıyor, kimisi süvarilere alkış tutuyor, sevinç nidaları atıyorlardı. Üzerinde silah olanlarda vardı; kimisi kendini tutamıyor havaya ateş ediyordu.
Yüzbaşı Şerafettin, iki arkadaşıyla birlikte Hükümet Konağının balkonuna doğru koşuyordu. Tam bu aşamayı, sonradan dile getirdiği anılarında o şöyle anlattı: Hükümet Konağının önünde atımdan yere bir ok gibi fırladığım zaman bir delikanlı ile karşılaştım. Elinde şanlı bayrağımız vardı. Bu mübarek emaneti gencin elinden kaptım ve koynuma soktuktan sonra bir elimde silahım öteki elimde kılıcım binadan içeriye daldım. Süvari arkadaşlarım da beni takip ediyorlardı. Birkaç dakika sonra binanın üst katında vazifemizi tamamladık; düşman bayrağını direkten alaşağı ederek ; Balkona şanlı bayrağımızı çektim.