'yoghurt'un dışında tüm dünyanın kabul ettiği bir diğer değerimiz de, 'istek peçetesi'dir, canlı müzik yapılan herhangi bir barda, cafede vb. eğlence merkezinde, şarkı söyleyen abimizden/ablamızdan, peçeteyle istekte bulunuruz. kağıt mağıt zinhar kabul edilemez, ille de peçete olacak! böyle kalıncana, yumşakcana, 'halka değil fil' şeklinde, güzelinden bir peçete bulunup, tükenmez kalemle yumuşak zemin üzerine herhangi bir şarkı ismi yazmanın o enfes tadına muhakkak varılacak, allah'ın emri bu!
hatta sırf o hazzı yaşamak için istekte bulunduğumuz da olmuştur hani..
neyse sadede gelelim.
aslında istek yazılan peçeteye sümkürmenin, pek tuhaf ya da sakıncalı bir yanı yok. o haliyle soliste vermezseniz tabii...
ulan arkadaş, 'yer yarılsa da içine girsem - şu duvarların dili olsa da yalaşsak - beni siken yok mu - allahım kör et beni' gibi bütün avam arzuhaller, bütün argo deyimler ve bütün çin atasözleri yetersiz kalıyor bu durum için.. nasıl anlatsam bilmem ki. kaç gündür işe gitmiyorum bu hadise yüzünden, sözlüğe bilene giremedim lan, o derece.
bilenler bilir, nevizade bir başkadır istanbul'da, nevizade geceleri diye şarkısı-sloganı neyin de vardır. yanlış anlaşılmasın, cümleye nevizade'nin müdavimiymişim gibi girdim ama öyle değil. ilk gidişimdi bu benim. namını çok duymuştum ve sonunda tecrübe ettim. hem de ne tecrübe.. nböyle bir şey nolamaz namına koyayım..
dört tam, iki öğrenci, bir de geri zakalı olmak üzere, bir cumartesi gecesi aktık nevizade alemlerine. fakat aramızda, bütün ekibi irezil ürüsva edecek bir geri zekalı olduğunu henüz kimse bilmiyordu.
etrafıma bakınmaktan, girdiğimiz mekanın adını sanını görmedim -zaten görseydim de söylemezdim amk, neme lazım, belki o gece orda olanlardan biri, bu gece de burdadır- hoş bir mekandı ve mekandan daha hoş, balık etli olmasına rağmen, ince bilekli, harikulade derin göğüs dekolteli, beyazlar içinde, kuğu gibi, kumral güzeli bir ablamız döktürüyordu en hüzzamından, muhayyer kürdisinden...
padişahımız efendimiz, l. tayyip sultan hazretlerinin kulaklarını çınlatıyoruz, altınbaş kadehlere yağ gibi doldurup, diplerini birbirine tokuşturuyoruz. öyle ki, ayda yılda bir içen ben bile, götü kaybetmiş vaziyetteyim. kalabalık arasında şarkıya eşlik eden detonelerin önde gideni, bayrak tutanıyım.
bir ara elime bir peçete geçti. yumuşak, etine dolgun, 'bana istek yaz, sana kendini hattat gibi hissettirebilirim bebeğim' diyen bir peçete... zaten deminden beri 'ne yapsam da şu hatunun yanına sokulup parfümünü derinden içime nakşetsem ulayn' diye fesat kaygılar içindeyken, böyle bir bahane de bulunca dayanamadım, yazdım.
rica etsem, ki kimseye etmem normalde.. ay pardon.. tamam dur, şöyle yazdım; 'rica etsem kimseye etmem şikayet'i söyler misiniz?' 'misiniz'i falan da ayrı yazdım ha, gerçi sonuna soru işareti koyup koymama konusunda bir hayli tereddüt yaşadım.. ama neyse, müthiş özendim yani.
sonra tam o iğrenç terli erkek kalabalığının arasından sıyrılıp, peçeteciğimi hanımefendiye götürecekken, o klasik sahne yaşandı ve birdenbire muhabbet bağı başladı...
muhaaaaabbet baaağınaaa girdim buuu geceee
açııılmııış gülleriii derdiiiim bu gece
vuslatııın çağıııııı naaaaaaa
erdiiim buuu geceee
ulan herkes aynı anda meydana döküldü, göt atan, göbek atan, birbirine iş atan, yan bakan.. derken ben yine kaldım arada, hafif de baş dönmesi olunca, oturdum yine yerime.
neyse, muhabbet bağı'nın arkasına, yine klasik birkaç oynak şarkı şeyedildi potpori şeklinde, millet iyice bi kurtlarını döktü, rahatladı sonunda. birkaç dakika sonra yine isteklere döndü abla, demlenmeye devam ediyoruz kaldığımız yerden. 'durun lan ben şu isteğimi vereyim de şarkı görün hammunagoyyim..' diyerekten, avcumun içinde kutsal bir emanet gibi taşıdığım peçetemle kalktım yerimden.
salına salına sinsice, vardım ablaya gizlice.. o sırada bir şarkıya devam ettiğinden, beni pek siklemedi tabii. ama yine de nezaketen gülümsedi falan. verdim eline.. peçeteyi. çok güzelsiniz, harikasınız, hasta oldum size falan minvalinde bir şeyler saçmalayıp, okursanız çok minnettar olurum diye de, kulağına eğilip istanbul ağzı edebiyat parçaladım.
büyük bir keyifle döndüm bizimkilerin yanına, ama nasıl kasılıyorum, yok böyle bir şey. adeta kemani serkis efendi'nin sol taşağıyım amk. alt tarafı peçeteye istek yazdık...
-ne istedin lan karıdan?
+kiim? karı benden istedi, ankara'ya gelince kesin görüşelim diy..
üff, tamam tamam, yapmayacağım bir daha, söz.
-ne istedin lan?
+manyak bi şarkı istedim beyler, okuyacak şimdi
=hadi bakalım
+kulağına eğilip çok güzelsiniz bile dedim valla
*vay ibne, iş mi attın lan
+ne sandın olum hehehe
=ibne yaa hehehe
böyle saçma sapan, gülüşüyoruz falan... derken bir sessizlik oldu baba...
anam avradım olsun yalan söylüyorsam. bak nası biliyor musun. hani düelloya çıkar ya iki kovboy, böyle aralarından kuru ot topağı falan yuvarlanır hani.. heh işte öyle bir sessizlik, öyle bir soğuk rüzgar...
ablaya bir şey oldu, kesin bir şey oldu düşüncesi bütün mekana yayılmıştı bir anda, herkes aynı merakla, aynı noktaya bakıyordu, o nokta ise, tam olarak bana...
abla ateş saçan gözlerini bana dikmiş, 'senin gelmişini geçmişini sikerim çocuk' der gibi bakıyor. e hatunun saplandığı noktayı merakla takip eden diğer tüm bakışlar da, yine benim üzerimde noktalanıyor. lan oğlum, bir anda titreyip kendime geldim yeminle, sarhoşluk mayhoşluk kalmadı amına koyayım. olduğum yerde soğuk terler döküyorum, ben bi bok yedim ama ne? diye, sıçtım sıçacağım altıma yani..
birkaç yüz asır, beni gözleriyle resmen dövdükten sonra, elindeki peçeteyi, iki parmağının ucuyla, kendisine ait olan o mini masaya bırakırken çok ağır şeyler söyledi, gururumu kırdı, haysiyetimi sikip attı, amına koydu gençliğimin...
-oysa ne kadar da efendi birine benziyosun
+(lan?...)
-yazık.. şu yaptığın.. çok ayıp.. çook
+...
-şimdiki gençlerin eğlence anlayışı bu demek...
+...
sonra bir şeyler daha söyledi ama ben dış dünyayla bağlantımı kestiğim için tek kelimesini duymadım.
kıpkırmızı bir kafa olarak duruyordum masada. kendi arkadaşlarım dahil bütün mekanın gözleri hala üzerimdeydi. ne oluyordu amına koyayım? ne bitiyordu? hiçbir sik anlamamıştım. o dondurucu sessizlikten ve akabindeki fırtınadan sonra, abla yeniden bir şarkıya girdi. sonra bizim elemanlar bana yüklendi.
-nooldu lan, ne yazdın olum kadına?
+sevişelim mi dedin lan ahaha?
=betin benzin aktı amk, kalk bi elini yüzünü yıka
*ahahaha hay allahım ya
sonra garsonlardan biri geldi masaya. ve hiç konuşmadan, köpeğin önüne kemik atar gibi bir peçete bıraktı önüme.
peçeteyi açtığım an, yediğim boku anladım. bir flash back'le, puzzle'ın bütün parçaları oturdu yerine.
demin, muhabbet bağı'yla millet coşarken, ben beynimin sağ lobunu, burnumdan hınkırıp bir peçetenin içine zerk etmiştim, hatta sonrasında 'oha hayvan, farkını vereyim de sıç' demişti bizim arkadaşlardan biri. işte o an, daha bir yerin dibine girdim, daha fazlası olamaz sanıyordum ama deminkinden kat ve kat daha da mahçuptum, salaktım, sığırcıktım, gecenin geri zekalısıydım.
'rica etsem kimseye etmem şi-sümük, balgam, fıstık yeşili, iğrenç, bööğk-i söyler misiniz?' yazılı peçete elden ele dolaştı masada ve elini ağzına bastırarak gülmesini tutmaya çalışan, kendini dışarı attı...
bu boku nasıl bir dalgınlıkla yemiştim bilmiyorum ama, hayatımın en iğrenç gecesini yaşadığım, en büyük potunu kırdığım kesindi.
arkadaşlarımın, beni eve bırakana kadar 'arap sen içme sümüğünü çıkartıyorsun puhahahahaha' şeklindeki son sürüm götverenlik ürünü esprilerine maruz kaldım.. maruz kalmak zorunda kaldım.
eve nasıl geldim, yorganı tepeme ne ara çektim.. hiç bilmiyorum. fakat hala bu gerzekliğin etkisindeyim. allah düşmanımın başına vermesin.
kimseye edemedim şikayet, ağladım ben halime
sümkürdüm tiksinç gibi, baktıkça istek peçeteme...