islamdan başka bir şey bilmeyen islamik

entry15 galeri0
    1.
  1. hristiyanlar karşısında bu yüzden ezilir. iyi bir misyoner tam donanımlı ve her şeyi bilen olmalıdır. her seyi okur kendini geliştirir.

    bizimkiler halen hu allah ya allah. hadi bakalım.
    3 ...
  2. 2.
  3. Evet başlıkta ki kişi ezilebilir.

    Ama islam okumayı emreder.

    Araştırmayı emreder.

    Peygamberimiz ilim çinde dahi olsa alın buyurmuştur.

    Tam donanımlı mümin i kimse ezemez allah ın izniyle.
    7 ...
  4. 3.
  5. hristiyanlar karşısında müslüman ezilmez binlerce yıllık gerçekliktir bu. ne zaman karşılaşsalar şaplağı yemişlerdir. ne zaman müslüman islamı terketmiş o zaman yenilmiştir. çünkü puta tapmaya başlamıştır.
    binlerce yıllık dünya tarihi bilmeyen kömür karası cahil bunu iddia edebilir.

    müslümandır. çünkü islam hak dindir.islamdan başka her şey yalandır. ölünce anlarsın.
    3 ...
  6. 4.
  7. Islam ın bir devlet, siyaset,iktisat, hukuk, adalet sistemi olduğunu bilmeyen laik kafa yapısının hezeyanıdır. Önce islam dini nedir onu öğren sonra eleştir. Senin ele aldığın din imanı kurtarmıyor.
    4 ...
  8. 5.
  9. adet görmemiş kızların evlendirilmesiyle ilgili ayeti: ( bakınız talak 4 ) açıklamasını yapamayacak olan tam donanımlı ezilmeyen islamiklerdir.
    0 ...
  10. 6.
  11. aynı zamanda koskoca evrendeki yeri zik kadar olan insana tuzak kuran bir tanrıya inanırlar.
    bakınız : allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.
    bakınız: hayırlı tuzak
    0 ...
  12. 7.
  13. Kadınlarınızın içinden adetten kesilmiş olanlarla, henüz adetini görmemiş bulunanlardan eğer şüphe ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları, doğum yapmalarıdır. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.

    Düz mantık kur an okuyanların islama attığı cahilce iftiradır.
    Adet gormeyenden kasıt bazı akıl buluğ olduğu halde adet görmeyen, hasta olan kadınlar kastedılmıstır.

    Islamda evlilik;

    "Yetimlerin mallarını evlilik çağına gelinceye kadar güzelce tutun, onlarda rüşt halinı görürseniz mallarını verin"

    Ayeti ile akıl rüşt olarak belirlenmiştir.

    Ayrıca nikahın olabilmesi için kişinin rüşt ve özgür karar verebilmesi, aile yuvası kurma niyetlı olması gereklidir.

    Şimdi sizde bize milyonlarca kişinin izlediği ve binlerce kişinin çevirdiği çocuk pornolarını açıklayın.
    3 ...
  14. 8.
  15. enfal 1 de '' ganimetlerin tamamı allaha ve resulune aittir '' derken

    enfal 41 de '' ganimetlerin beşte biri allaha ve resulune aittir '' der

    he birde 41.ayetin devamında resulün akrabalarına da pay çıkar.

    anlaşılan akrabalar da sahabeler de enfal 1 e bayağı kızmış.

    bunu da açıklayamayan tam donanımlı müminlerdir.
    2 ...
  16. 9.
  17. http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=178882

    şu sitedeki ayet hadis ve tarihi olayları hala inkar edip evlilik hakkında buluğa ermesi aklı başında olması gibi şeyler uydurarak cehaleti örtbas etmeye çalışan tam donanımlı müminlerdir.
    0 ...
  18. 10.
  19. spermin testislerde üretildiğine değil de '' bel ile göğüs kafesi içinden '' bakınız tarık suresi ayet 7 çıkıp geldiğine inanan tam donanımlı müminlerdir.
    0 ...
  20. 11.
  21. Allah'ın aslında arabistandaki El-ilah putu olduğunu aynı zamanda el ilah ın ay tanrıçası olduğunu diğer tek tanrılı dinlere özenerek onun seçilerek tekleştirildiğini, dua ederkenki ellerin pozisyonu, minare üstündeki ve bayraklardaki hilallerin hala ay tanrıçası el ilah ı simgelediğini bilmeyen tam donanımlı müminlerdir.
    1 ...
  22. 12.
  23. Alıntıdır;
    “Ganimetlerin Allah’a ait olması”, onların hükmünün, taksimat işlerinin Allah’a ve onun elçisine ait olduğu anlamındadır. Yani, ganimetler herkesin keyfine göre, alacağı bir mal değildir. Onların asıl sahibi Allah’tır. Öyleyse ganimetler, Allah’a ve onun emirlerini tatbik eden peygambere aittir. Hz. Peygamber (a.s.m), onları Allah’ın emirleri doğrultusunda mücahitler arasında taksim eder.

    Bu ayet, Bedir ganimetleri konusunda mücahitler arasında meydana gelen tartışmalar üzerine nazil olmuştur.

    Allah Teâlâ ganimetin nasıl paylaştırılacağını belirlemeden önce, bu tavrın ahlâkî yönünün yanı sıra eğitmeye yönelik telkinlerde bulunmayı murat etmiş; savaşta ve barışta müminlerin asıl hedef ve vazifelerinin neler olduğunu, nelere öncelik, vermeleri gerektiğini açıklamıştır. Buna göre her şey gibi ganimet de Allah'ındır. O'nun Resulü vahyi tebliğ etme ve dini öğretme yanında örnek gösterme ve uygulama vazifesi ile de yükümlü kılınmıştır. Tam manasıyla mülk olarak Allah'a ait bulunan ganimetin kullarına nasıl paylaştırılacağını açıklama ve bunu uygulama vazifesi de Resulullah'a aittir. Müminler ganimet için savaşmamalı, ganimete göz dikmemeli, bir şey verilirse almalı, verilmezse hak iddia etmemelidirler.

    Mülkiyeti Allah'a, kullanım ve dağıtım şekillerindeki tasarruf hakkı da Resulullah (sav)'e ait bulunan bir madde üzerinde tartışan, bu arada birilerinin öfkelenmesine ve incinmesine sebep olanlara düşen vazife ise hemen gönül almak, ilişkileri yeniden normal çizgiye getirmek ve güzelleştirmektir. "Ganimetin Allah'a ve Resulü'ne ait olması" böyle anlaşılınca aynı sure’nin 41. ayetinde geçen, ganimetlerin beşe bölüneceğini, beşte birinin Allah'a, Peygamber'e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğunu ifade eden âyetin bunu neshettiğini, hükmü değiştirdiğini söylemenin anlamı kalmamaktadır. Bu âyet konunun ahlâkî boyutunu, meseleye bir kul gibi yaklaşmanın örneğini vermekte; 41. âyet ise Allah'ın kendine ait olanı nasıl dağıtmayı murat ettiğini açıklamaktadır. (bk. Kur’an Yolu, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, ilgili ayetlerin tefsiri.)

    Bazı tefsir ve fıkıh âlimlerine göre bu âyet, ganimet ile ilgili hüküm ve uygulamanın ilk aşamasını açıklamaktadır. Hz. Peygamber (sav) Bedir Savaşı'nda alınan ganimetlere bu âyetin hükmünü uygulamış, tamamı kendisine bırakılmış bulunan ganimetin beşte birini ayırmadan hepsini gazilere dağıtmıştır. Sonra ganimetin beşte birini ayırmasını, geri kalanı savaşa katılanlara dağıtmasını bildiren 41. âyet gelmiş ve bu âyetin hükmünü değiştirmiştir. (bk. ibn Kesîr, III, 549-550)

    Burada neshi kabul etmeyen fakih ve müfessirlere göre iki âyeti, yukarıda açıklandığı şekilde anlayıp birleştirmek, birlikte uygulamak mümkündür, nesih söz konusu değildir.

    Peygamberimize ganimetlerden pay verilmesi Allah'ın emridir. Peygamberimiz bu ganimetleri fakir Müslümanlara ve kalplerini islama ısındırmak için uygun gördüğü gayri müslimlere dağıtmıştır. Nitekim Peygamberimiz çoğu zaman yiyecek bir şey bulamayıp bir kaç hurma ile sahur yapmış günü oruçlu geçirmiştir.

    Yaşantısına bakıldığında Peygamberimiz'in fakir bir hayat yaşadığı görülecektir.

    Kurânda şöyle buyrulur: "Eğer Allaha ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı (Bedir savaşı) günü kulumuza indirdiğimize inanmamışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığımız herhangi bir şeyin beşte biri Allaha, Rasûlüne, O`nun hısımlarına, yetimlere, yoksullara ve (karşılıksız kalmış) yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla Kadirdir" (el-Enfal 8/41).

    Savaş sırasında, düşmandan ele geçirilen ganimet malların beşte dördü Allah yolunda cihâd eden savaşçılara taksim edilir. Geri kalan beşte bir ise, âyet-i kerimede belirlenen sınıflara dağıtılmak üzere ayırd edilir. Bu beşte birin (humus) dağıtım şekli konusunda iki görüş vardır:

    Meşhur olan bu görüşe göre; ayrılan humus kendi içinde beş hisseye bölünür. Birinci hisse Hz. Peygamber (s.a.s)e aittir. Kendisi bunu istediği şekilde sarf edebilir. O, bunun bir bölümünü aileşinin geçimi, geri kalanını ise toplumun yararı için harcardı. ikinci hisse, Hz. Peygamber (s.a.s)in hısımlarından Haşimoğulları ve Muttaliboğullarına aittir. Hz. Peygambere bunlarla aynı derecede hısım olan Abduşsemsoğulları ile Nevfeoğulları ise, bu hisseden bir şey almazdı. Çünkü bu sonuncular Mekke döneminde Hz. Muhammed (s.a.s)e ve Ona destek olan amcası Ebû Talib ve ailesine karşı uygulanan ekonomik ambargo sırasında müşriklerle işbirliği yapmışlardı. Geri kalan üç hisse ise; yetim, miskin ve muhtaç duruma düşmüş yolcuya aittir. Hz. Peygamber`in sağlığında yapılan taksim şekli bundan ibarettir.

    Hz. Peygamber`den sonraki humus uygulamasını şöylece tesbit edebiliriz:

    a) Ebû Hanîfeye (6. 150/767) göre, Hz. Muhammedin vefatından sonra kendisinin ve hısımlarının humustan hissesi sona ermiştir. Ancak yoksul düşerlerse kendilerine bu pay verilmeye devam edilir. Yani, onlar bu takdirde diğer yoksullar gibi muâmele görürler. Zengin durumda bulunanlara bundan herhangi bir şey verilmez. Bu takdirde humusun tamamı, diğer üç grup olan yetim, miskin ve yolculara dağıtılmak üzere beytülmale konulur.

    b) imam Mâlik`e (Ö. 179 795) göre, savaş ganîmetlerinin beşte birinin kimlere dağıtılacağı konusunda islâm Devlet başkanı takdir yetkisine sahiptir. isterse, âyette sayılan sınıfların tümüne, dilerse bir bölümüne verebilir.

    c) imam Şâfiî (Ö. 204/819) ve Ahmed bin Hanbele (ö. 241/855) göre, ganîmetlerin beşte biri, yine Hz. Peygamber hayatta imiş gibi beşe eşit parçaya bölünür. Hz. Peygamber`e isabet edecek olan pay; toplumun yararı, savaş araç ve gereçleri alımı için harcanır.

    ikinci görüşe göre humus, âyet-i kerimede belirtildiği üzere altı hisseye bölünür. Birinci hisse Allaha aittir ki Peygamberimiz (s.a.s) bunu Kâbenin masrafları için ayırıyordu. Geri kalan beş hisse ise yukarıda belirtildiği şekilde taksim edilir. Birinci görüşe göre Allah ve Peygamberin hisseleri bir tek hissedir (Fahruddin er-Razi, Mefatîhu`l-Ğayb, XV, 164/165).

    Bu konuda çeşitli hadisler nakledilmiş olup bir tanesi şöyledir: Ubade (r.a) der ki: Peygamber Efendimiz savaşların birinde bir koyun ağılının yanında askere namaz kıldırıp selâm verdikten sonra ayağa kalktı ve iki parmağının arasına bir yün parçasını alarak şöyle dedi:

    "Bu, sizin ganimetlerinizdendir. Benim sizinle birlikte bu ganimetlerde beşte birden (humus) başka bir hissem yoktur. Humus da yine size geri verilmektedir. Binaenaleyh siz de bir ipliği veya dikilmiş bir çaputu yahut bunlardan daha küçük veya daha büyüğünü dahi yerine koyun ve hainlik yapıp (haber vermeden) bir şey almayın. Zira hainlik dünya ve ahirette sahipleri için ayıp (ve rüsvaylık)tır. Allah yolunda yakın ve uzak olan düşmanlarla savaşın ve Allah yolunda kınayıcıların kınamalarına aldırış etmeyin. Hazarda ve seferde Allahın koyduğu cezalan infaz edin; Allah yolunda cihad edin; zira cihad, cennet kapılarından büyük bir kapıdır ki Allah sizi onunla üzüntü ve kederden kurtarır" (Ahmed b. Hanbel, 5, 316).

    Buhârî, Sahihinde, "iman" kitabının kırkıncı babını humusa ayırarak "Humusu ödemenin imandan olduğuna dair bab" şeklinde başlık atmış ve buna dair uzunca bir hadis zikretmiştir.
    3 ...
  24. 13.
  25. ahmet bin mehmet , mehmen bin cevdet, suphi bin mülayim gibi şahısların kendi kafalarına göre ve çıkarlarına göre verdiği hükümleri allahın hükmü gibi gören tam donanımlı müminlerdir.

    ganimetin beşte biri peygambere aitken hangi cahil bunu '' devlet başkanına'' diye yorumlayabilir. elbette ki bir menfaati olacak ;

    sen ayeti güncelleştiriyosan buyur gel türbanı da güncelleştirelim.

    madem sen kadın saçından tahrik oluyosun bre cahil. kadın da senin saçından tahrik oluyor sen neden kapatmıyosun ?

    biraz tefekkür... birazcık ya. fazla değil.

    ayrıca kendisinin en küçük bir fikri de yoktur bilgisi de. kopyala yapıştır yaparak din kurtaran tam donanımlı müminlerdir.
    0 ...
  26. 14.
  27. “Biz insanı katışık bir nutfeden/meniden yarattık.” (insan, 76/2) mealindeki ayetin tefsirinde, alimler şu görüşlere yer vermişlerdir. Katışık sözcüğü; insanın, erkekteki spermin kadındaki dişi yumurtayı döllemesiyle erkek ve dişi unsurların katıştığı hücreden yaratıldığını ifade etmektedir.(bk. Taberî, Razî, Alusî, Şevkânî, ilgili ayetin tefsiri).

    “O (insan), bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir sudan yaratıldı.”(Tarık, 86/6-7) mealindeki ayet metninde geçen “sulb ve teraib bölgesi/nahiyesi”nden maksat, erkek ve kadının üreme hücrelerinin yer aldığı bel ile göğüs/belkemiği/kaburga kemiğinin bulunduğu bölge demektir. Bu ifadeden de insanın, dişi yumurtası ile erkek sperminin telkihiyle/birleşmesiyle insanın yaratıldığını anlayabiliriz.(krş. ibn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

    Tarık Suresinin 6. ayetindeki atılgan su nedir?

    Ayetlerin meali:

    "Öyleyse insan neden yaratıldığını bir düşünsün! O, bel ile göğüs nahiyesinden çıkan, atılan bir sudan yaratıldı." (Tarık Suresi, 86/5-7)

    Ayet metninde sulb ve teraib arasındaki nahiyeden çıkan bir sıvıdan söz edilir. Normalde sulb; belkemiği, teraib ise kaburga kemiğidir. Erkek ile kadının üreme hücreleri bu bölgede yer aldığı için böyle ifade buyurulmuştur. Yoksa maksat, bu sıvının tamtamına nereden çıktığını bildirmek değildir.

    ilgili ayetlerin ve kelimelerin açıklaması şöyledir:

    "Onun için yaratılışının başlangıcında bir erlik suyu halinde iken bile rahime geçmek için bir tür gayret ve çaba demek olan dıfk, yani "atma" özelliği açıkça belirtilerek cevabında buyruluyor ki: Atan bir sudan yaratıldı.

    Dıfk fiili, dökmek, atmak gibi geçişli olduğu için suyun niteliği "atılan" veya "dökülen" olması gerekirken "atan" denilmesi kuşkusuz çok dikkat çekicidir. Bunun izahını üç şekilde yapmışlardır.

    Birincisi, Zeccac'ın Sibeveyh'ten naklettiği üzere hurmalı ve sütlü gibi nisbet mânâsıyla "dıfıklı" demek olarak yine atılan mânâsından olmasıdır.

    ikincisi, "Razı olunmuş hayat."(Kâria, 101/7) âyetinde olduğu gibi isnad-ı mecazî yoluyla ism-i mef'ul yerine ism-i fâil kullanılmış olmasıdır. Ferrâ: "Sıfat yerinde bunu Hicazlılar diğerlerinden daha çok yapar. "Gizlenmiş sır" , "Yorgun düşmüş dikkat" ve "Uyanan gece" tabirlerinde olduğu gibi" demiştir.

    Üçüncüsü, imam Halil ve Kutrub'tan dıfk ve dufuk kelimelerinin dökülme mânâsına da geldiği nakledilmiştir. Fakat hangisi de olsa bunun bu şekilde anlatılmasında bir nükte olmalıdır. Bu ise, suda bir çaba tasavvur ettirmek üzere atma işinin onun tarafından yapıldığının söylenmesidir.

    "Mâ" kelimesinin başındaki "min" başlangıç ifade eder. "Bir kısım" mânâsına gelmesi de "Suyun hepsinden çocuk olmaz." (Müsned, III, 49, 59, 93) sahih hadisinin mânâsına uygun olur ki, "atan bir suyun bir kısmından yaratıldı" demek olur. "Mâ" kelimesinin sonundaki tenvin de küçümseme, değersizlik, âdilik ifade eder. Değersiz, basit bir sudan mânâsındadır.

    Ama rastgele atılan her sudan değil şu nitelikteki atan sudan ki erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.

    Sulb, sulüb, saleb sâlib; başın arka dibinden kuyruk sokumuna kadar arka kemiğine denir ki omurga kemiği, amûdi fikarî ve bel kelimeleri ile ifade edilir. Dimağdan inen ve "nuha-ı şevki= omurilik" denilen ve sinir sisteminin ana hattı olan "korkar ilik" onun içinden iner. Beden şekillenme ve oluşumunun sertlik ve sağlamlık ekseni demek olan bir temel direğidir.

    Teraib de "teribe"nin çoğuludur. Göğüs kemiklerine denir ki "göğüs tahtası" tabir edilir. iki meme ile boyun halkası kemiklerinin aralığına veya göğsün sağ tarafından dört ve sol tarafından da dört kaburgaya veya iki el, iki ayak ve iki göze de denilir. Özellikle göğüste gerdanlık takılan yere denir. Demek ki sırttaki omurların karşılığı olarak göğüs kemiğinin sağ ve sol kaburgalara doğru dallanan her boğumu bir teribe olup hepsine birden terib ve teraib denilmiştir. Bu durumuda asıl terâib, göğüs tahtasının eksenini teşkil eden ve boyundan memeler arasına doğru inen kemikler olup etrafı itibarıyla sinenin gerdanlık takılan bölümüne ve hepsine denir. Nitekim imriu'l-Kays'ın:

    "Beli ince, bembeyaz, göbekli değil, sinesi ayna gibi parlaktır." beytinde ayna gibi cilalanmış diye nitelediği terâib, kemikler değil, sinenin kendisidir.

    Sulb ile terâib bedenin arkadan ve önden iki duvarını bel ve bağır gibi esaslı iki temel direğiyle ifade etmiş oluyor ki bunların arası üreme aygıtını kapsar. Şu halde "sulb ile terâib arası", bedenin bütün şekliyle ilgili olup ortasında bulunan üreme aygıtlarından kinâye olur.

    Aynı zamanda sulb erkeğe, terâib de kadına işaret olarak aralarının birleşmesinden kinâye olmak da sulbün erkek, sinenin kadın hakkında daha meşhur ve açık olması itibarıyla herkes tarafından bilinmiş olmaya daha yakındır. Gerçi "çıkan" kelimesi "ma-i dâfik" (atan su)in sıfatı olmak daha yakın bulunduğu için, altında gizli olan "o" zamirinin bunun yerini tutmuş olacağına nazaran dâfık kelimesinden açıkça erkeğin suyu anlaşılabileceği gibi; "sulb ve terâib arasından" ifadesinden de ilk akla gelen erkeğin sulbü ile erkeğin göğüs kemikleri arası olur ise de birleşme halinde erkek ve kadından her birinin sulb ve teraibi arasına, yahut sulb erkeğe teraib kadına ait olarak ikisinin de sebep oluşuna işaret olmak daha uygundur. Çünkü bu şekilde bu vasfın faydası daha kapsamlı olur.

    Tefsircilerin burada başlıca iki görüşü vardır:

    Birisi, ilk söylediğimiz gibi "atan su" erkeğin suyu, "sulb ve terâib arası" da erkeğin sulbü ve göğüs kemikleri arası olmaktır. Bununla bu işte kadın yönü yok sayılmış değil, ancak açıkça ifade edilmeyip "Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir erlik suyundan, onu yarattı."(Abese, 80/18-19) âyetinde olduğu gibi en önemli olanına işaretle yetinilmiş olur.

    ikincisi, erkeğin sulbünden ve kadının göğüs kemiklerinden, yahut ikisinin de sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan iki suyun toplamına işaret olmaktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) 'den "Erkek ve kadının her ikisinin de suyunun olduğu” (Müslim Hayız, 33) rivayet olunduğuna göre çocuk, erkekle kadın suyunun birleşmesinden meydana gelir.

    Bunun iki su olduğu halde sulb ve göğüs kemikleri arasından çıkan "atan bir su" diye ifade olunmasının sebebi de şöyle açıklanmıştır.

    Birincisi: Erkekle kadın ikisi birleşme halinde bir tek şey gibi olduklarından dolayı burada bu ifade güzel olmuştur.

    ikincisi: Bir şeyin iki sebebi olduğu zaman, "bu, şununla şunun arasında oldu" demek uygun olur. O halde "dâfik" (atan) denilmesi de, bir şeyin bir kısmının vasfıyla o şeyin tamamını nitelemek kabilinden olur. Bir kısmı "atan" vasfını taşıması sebebiyle tamamına da bu vasıf verilmiştir. Yahut kadının suyu da rahime dökülmesi nedeniyle onda da bu sıfat düşünülebilir.

    Bu iki görüş üzerine burada kadının da menisi var mıdır, yok mudur? Varsa, çocuğun doğmasında asıl olan hangisidir? tarzında bazı tartışmalar olmuştur. Kadının da bir suyu bulunduğunu ve buna şer'an onun menisi denildiğini ve embriyonun meydana gelmesi için döllenmede iki tarafın da ilgili olduğunu tartışmaya gerek yoktur. Fakat kadının suyu erkeğin menisi gibi hayati maddeyi içeriyor mu, yoksa mezi gibi bir yardımcı hizmeti yapmakla kalıyor mu? Çocuğun yaratılmasında ikisi birlikte etken birer unsur mudur? Yoksa biri işi yapan, öbürü bunu kabullenen durumunda mıdır? Bu yönler aranmıştır.

    Kur'ân âyetlerinin toprak, çamur, kupkuru çamur, şekillenmiş balçık, çamur hülâsasından sonra başlangıç olarak gösterdiği değersiz su, meni, atan su hep erkeğin menisinde olduğu bilinmesini ve kadın menisi hakkında bir açıklık bulunmamasını göz önüne alan bir kısım âlimler, çocuğun oluşumunda asıl unsurun erkeğin suyu olduğu görüşüne varmışlar ve kadının suyunu bir hayat unsuru değil, bir yardımcı mahiyetinde düşünerek ilk görüşü tercih etmişlerdir.

    Öte yandan ulûkun yani döllenmenin meydana gelmesinde kadından da bir maddenin iştirak edip katıldığı daha sonra çocuğun anaya da benzemesi durumlarının ortaya çıkmasından da anlaşılmasına ve hadiste de bunun kadın menisinin katılıp üstün gelmesinden olduğunun söylenmesine dayanılarak katılan etkili veya etkiyi kabul eden bir unsurun dahi nazar-ı itibara alınması gerekmiştir ki bu unsur kadının bezr (tohum) veya büyeyza (yumurtacık) tabir olunan ve döllenen yumurtacığıdır. Kadının suyunun bir meni gibi sayılması rahmin üstünde "mebiz" denilen yumurtalıktan çıkan bu yumurtacıklar dolayısıyladır. "Suyun tamamından çocuk olmaz." (Müsned, III, 49, 59, 93) hadisi gereğince çocuk erkek suyunun tamamından değil bir kısmından olduğu gibi, kadın suyunun da hepsinden değil, bu yumurtacığındandır." (Elmalılı, ilgili ayetlerin tefsiri)
    2 ...
  28. 15.
  29. kuran da kadınlar ile ilgili örtünmesi ve davranışları detaylı bir şekilde açıklanırken erkeklerin neresini örteceği ise içeriğinde bulunmayan bir kitaba iman eden tam donanımlı müminlerdir.
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük