Sözlükte barış, huzur ve esenlik anlamlarına gelen, yeryüzünde şiddeti, kargaşayı, zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırıp; doğruluk, adalet ve barışı tesis etmek için gönderilmiş olan islam ve şiddet kelimeleri günümüzde en çok ve sık yan yana kullanılan iki sözcük haline gelmiştir. Son dönemlerde islam coğrafyasında terör örgütlerinin varlık ve faaliyetlerinden yola çıkılarak islamın şiddet üreten bir din ve bu dinin Peygamberinin (a.s.m) de şiddet yanlısı biri olmakla itham edildiği, şiddetin islam inancının doğasında bulunduğu imajının yaygınlaştırılmaya çalışıldığı gözlemlenmektedir. Yine terör ve intihar eylemlerine katılanların Müslüman kimliklerinin ölçü alınmasıyla, yapılan eylemlerin islami terör olarak nitelendirildiği ve bu bağlamda da bilinçli bir şekilde şiddetin islami öğretilerle ilişkilendirilmeye çalışıldığı görülmektedir.
islamın şiddet ve terör eylemleriyle özdeşleştirildiği bir dönemi haber vermesi açısından 11 Eylülü uluslararası ilişkiler bağlamında bir milat (ya da kırılma noktası) olarak ele almak hiç de yanlış bir tespit olmaz. 11 Eylül sonrasında ABD hem eylem hem de söylem olarak küresel terörizmle savaş durumunu ortaya koymuş ve bu küresel savaş durumu Batı kolektif kimliğinin islamı ötekileştirerek, güvenlik bağlamında yeniden oluşmasına neden olmuştur. Ancak, Batı kolektif kimliğinin güvenlik önlemi üzerinden kötü Müslümana karşı yapılanması, Müslüman toplumların da Batıya karşıt bir söylem üzerinde kolektif olarak kurulmasına yol açmıştır. Londra, Madrid ve istanbuldaki terör saldırılarında da iyi Müslüman ve kötü Müslüman arasındaki sınırlar kaybolmuş ve tüm Müslümanların Batılıların nezdinde terörist olma olasılığının olduğu bir döneme girilmiştir. Batılı ve Müslüman kimliklerin bu şekilde çok keskin sınırlarla çizilmesi Samuel Huntingtonun medeniyetler çatışması senaryosunun gerçekleşmesine yol açmıştır. Böylece Müslüman toplumların Batı karşısında küresel boyutta yaşadığı psikolojik güvensizlik, siyasal dışlanmışlık, saldırıya maruz kalma, ekonomik geri kalmışlık ve yoksulluk bu toplumlarda ciddi bir onur kırıklığı duygusu yaratmıştır. Söz konusu duygu ise kendini savunma anlamında şiddet eylemlerinin artmasında önemli bir etken olmuştur. Ayrıca söz konusu saldırıların failleri eleştirileceğine, bunların mensup olduğu din, yani islam ve onun kutlu Elçisi (a.s.m) haksız bir eleştiriye tabi tutulmaktadır. Kısacası islam ve şiddet konusu gündeme gelince ilgili ilgisiz herkes islamın bu konudaki yaklaşımını, temel referanslara yönelmeden yorumlamaktadır.
Kuran-ı Kerim yaratılışın gayesini Allaha iman ve Onun rızasına uygun yaşama şeklinde belirler.(el-Bakara 2/21; ez-Zariyat 51/56; el-Mülk 67/2) Bu beşeri sorumluluğu kabul veya redde bağlı olarak insanları inananlar ve inanmayanlar diye iki gruba ayırır.(el-Araf 7/87; el-Kehf 18/29; et-Teğabun 64/2) Bu temel ayrım dışında islamiyet insanlar arasında ırk, renk, dil ve toprak esasına dayalı başka herhangi bir fark gözetmez. islam, dünya hayatında inananlarla inanmayanların gerek ayrı toplumlar gerekse aynı toplum içinde birlikte yaşamalarına imkan veren toplumsal bir çerçeve çizmektedir. Allah tüm kullarına yüklediği bu beşeri sorumluluğu yüklenebilmesi ve gereğini yerine getirebilmesi için bütün insanları özgür ve masum olarak yaratmış, can ve mal güvenliğine sahip kılmıştır; insan bu masumiyetle yaşar ve bu beşeri sorumluluğu bu sayede yüklenip yerine getirebilir. Aksi takdirde bir imtihandan söz edilemez; insan özgür, dokunulmaz ve korunmuş olmadıkça bu, başarılamaz. Aksi takdirde eğer insana temel özgürlük ve dokunulmazlık hakkı verilmemiş olsaydı Allahın dünyada insanı yaratmaktaki amacı olan imtihan gerçekleşmezdi. insanın dini seçimleri, islami öğretilerle çelişse bile onurlandırılmalıdır; onlar özgür irade ve düşüncenin yansımalarıdır. insan yaşamı korunmalıdır çünkü bu, inanmayan insanların ilahi davete yanıt vermeleri için tek yoldur. Kuran-ı Kerim makasıd-ı şeria ya da zaruriyyat olarak adlandırdığı altı temel prensibe dayanarak farklı dine mensup insanlarla beraber yaşamanın çerçevesini çizmiştir. Bunlar: