objektif bir realite. ne diyor hzmuhammet veda hutbesinde:
"cahiliyet devrinde güdülen kan davalari da tamamen kaldirilmistir.kaldirdigim ilk kan davasi abdulmuttalib'in torunu(amcazadem)rabiya'nin davasidir"
norveç'teki, çin'deki, endonezya'daki, fas'taki, uruguay'daki kan davaları nooldu? allah sadece arabistan için mi var?
öncelikle yine ilkel sorgulama başlıklarından biri daha diyerek cümleye başlıyorum.
endonezyadaki, çindeki davalara ne olmuşmuş. buradaki mesajı anlamayacak kadar saf mısınız ? yoksa trollüyor musunuz ? tanrı'nın indirdiği kitap ,araplara hitap eder, evet tarihseldir, o bölge insanı muhatap alınmıştır ama verilen mesaj evrenseldir. o mesaj da kan dökmeyeceksin, hırsızlık yapmayacaksın ,hak yemeyeceksin ,tanrını inkar etmeyeceksin. orada araplara söylemiş ,buradan sen anlayacaksın bu kadar basit. laiklik nerede ortaya çıktı ? fransada. yani çıktığı yer itibariyle yerel ve tarihseldir. oysa ne oldu ? laiklik gittikçe yayılarak evrensel bir hal almaya başladı. laiklik fransız devrim hareketinin bir sonucuydu belki ama o mesajı bütün dünya aldı ve uyguladı. din de böyledir. belli bir bölgeye hitap etmesi ,evrensel mesaj içermesine engel değildir.Yani arabistandakilere ,kan davasını kaldırdım derken , bu mesaj insanın ta kendisinedir aslında. kan dökme! emridir.
ikinci olarak kuranda kar geçmek zorunda değil ki. kutup ayısının geçmesi zorunda da değil. arabistanda en fazla görülen hayvanlar çöl yılanları ,kertenkeleler vs. ama kuranda hiç bir yerde geçmez ne yılan ne kertenkele. e ne diyeceğiz buna şimdi ? kaldı ki arapların kar gibi doğa olaylarını bilmemesi doğru değil. irana suriyeye kervanlar gidiyordu ve o bölgelere kar yağıyor mutlaka görmüşlerdir.
Dr. Mahmud Mustafa'nın naklettiği şeylere benzer aynı hususları 1968 yılında kendisiyle tanışma fırsatını bulduğum Kerkük'lü Matematik Profesörü Dr. Adil Bey de hikâye etmişlerdi. Doktorasını Amerika'da yaptığı yıllarda, sık sık yerli halkla da görüşen Doktor, kendini hayrete sevk edecek durumları şöyle naklediyordu:
"Yerliler, kendi aralarında tevhid akidesine uygun âyinler yapıyor ve Allah'ın, yemez, içmez, üzerinden zaman geçmez olduğuna inandıklarını ilân ediyor; hatta kâinatda cereyan eden her şeyin onun iradesine râm olduğunu tekrarlayıp duruyorlardı. Ve daha, bir sürü selbî ve vücûdî sıfatlardan bahsediyorlar ki; düşüncelerindeki bu yüceliği, yaşayışlarındaki vahşet ve bedevilikle te'lif etmek katiyyen mümkün değildi..."
Demek ki, doğu-batı, dünyanın en ücrâ yerlerinde, bu akîde ve telâkki birliği ancak kâinatın sahibi tarafından oralara gönderilmiş elçilerle izâh edilebilir. Zira en büyük filozofların dahi kavrayamadığı bu türlü muvazeneli tevhîd akîdesini, vahşet içinde yüzen Mavmav'lara, Neyamneyam'lara veya Maya'lara vermek asla mümkün değildir.
Ezcümle, hepsinde "çok"dan "tek"e doğru gidiş; tahammül - fersâ musibetler karşısında her şeyi bir tarafa bırakarak, bir yüce dergâha el açış ve elleri yukarılara doğru kaldırış; fizik ötesi hâdiselerle münâsebete geçişte, müşterek tavır ve davranış; hep menbâ ve muâllim birliğine işaret etmektedir. Kanarya Adalarındaki yerlilerden, Mayalara kadar; Kızılderililerden Yamyamlara kadar, âyin ve dinî ilâhilerinde hep aynı renk ve dekor görülür, hep aynı nağme ve cümbüş hissedilir...
Prof.Dr. Mahmud Mustafa'nın, çok vahşi iki kabîle hakkındaki mütalâaları bu hususu te'yid etmektedir. Doktor'un ifâdesine göre Mavmav'lar Mucay isminde bir ilâha inanırlar. Bu ilâh, Zât'ında ve icraatında birdir. Birini doğurmuş ve biri tarafından doğurulmuş da değildir. Eşi, menendi de yoktur. O, görünmez, bilinmez; ancak eserleriyle tanınır. Neyamneyam kabilesi için de, Mavmav'ların kanaatına benzer şeyler nakletmektedir: Onlar da her şeye sözü geçen, ormandaki her şeyi kendi iradesi ile hareket ettiren ve şerli kimselere yıldırım şerareleri gönderen bir ilâh vardır ki, işte O Ma'bud-u Mutlak'dır, diye düşünmektedirler. Görülüyor ki, bunlardaki ilâh telâkkisi ile Kur'ân'daki Zât-ı Ulûhiyet düşüncesi arasında, hemen hemen fark yok gibidir. Hattâ, Mavmavlar, "Aynı ihlâs sûresinin muhtevasını söylüyorlar" desek yerinde olur.
Medeniyetden bu kadar uzak ve bildiğimiz peygamberlerin te'sir sahasının dışındaki bu ibtidaî kavimler, henüz hayatın en basit kanunlarını dahi bilmemelerine rağmen, bu en derin ve en duru Allah telâkkisini nereden bilecekler! Demek:
"Her milletin bir Resûlü vardır ve Resûlleri geldiği vakit aralarında adaletle hüküm verilir ve hiçbirine zulmedilmez."(Yunus, 10/47)
"içinde peygamber olmayan hiç bir millet yoktur."(Fâtır, 35/24)
diyerek âlemşümûl bir hüküm vermektedir. Ne var ki biz, cihânın her tarafında zuhûr etmiş olan ve bir beyâna göre sayıları 124.000'e bâliğ bulunan nebîlerden ancak yirmi sekiz tanesini bilmekteyiz. Kaldı ki, bunların içinde de, pek çoğunun ne zaman ve nerede yaşadıklarına dair her hangi bir ma'lûmata sahip bulunmamaktayız. Esâsen, gelmiş-geçmiş bütün peygamberleri bilme mükellefiyeti diye bir şey de yoktur. Kur'ân:
"Onların bir kısmını sana hikâye edip anlattık, bir kısmını anlatmadık."(Gâfir, 40/78)
Her topluma, her kıtaya peygamber gönderilmiş midir?
Cevap
insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderildiği hadisde rivayet edilmiştir. Bu bakımdan her ümmete ve topluma peygamber gönderilmiştir.
insanlık tarihi boyunca, gerek dini ve ahlaki yönden gerekse bilim ve teknoloji yönünde insanların önderleri peygamberler olmuştur. Bu bakımdan toplumlarda görülen güzellikler hak dinin mahsulüdür.
1. Peygamberlerin yalnız Arap Yarımadası'ndan zuhûru ve diğer kıtalarda hiçbir Nebî'nin gelmeyişi.
2. Kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin azâba uğratılmasının adâlet olmayacağı hususu.
Şimdi sırasıyla her iki hususu da ele alalım. Ancak, daha önce insanlar arasında NEBÎ'nin yerine dikkati çekmekte fâide, hatta zarûret olduğu üzerinde duralım. Peygamberlik, üstün bir pâyedir. O, insanın öz yüceliğinin Hakk'dan halka eğilmiş bir dalı ve tabiat içinde, tabiatın verâsını yaşayan varlığın gönlü ve dilidir. Onda hem bir seçilme ve yükseltilme, hem de gönderilip vazîfeli kılınma vardır. Dâhilerde olduğu gibi, nebî, sadece yüce bir dimağ, eşya ve hâdiselere nüfuz eden bir istidât değildir. O, bütün melekeleriyle faâl, ceyyid, devamlı dalgalanan ve her dalgalanışta yeni bir arşiye çizen gökler ötesine yükselen mes'elelerine ilâhî esintilerden tahlil bekleyen, eşyanın ötelerle birleşme noktası sayılan ufuk insandır.
Onda, cisim rûha, akıl kalbe tâbi; nazar, isimler ve sıfâtlar âleminde; kadem, nazarın ulaşabildiği her yerde ve onunla beraberdir... Nebî de duygular en son tomurcuğuna kadar inkişaf etmiş; görme, duyma ve bilme tabiî sınırların çok ötelerine yükselmiştir. Onların görmelerini çeşitli dalga boylarıyla izah etme imkânı olmadığı gibi, duyup işitmelerini ses dalgalarıyla izah etmek de mümkün değildir. Hele bizim tahlil ve terkib ölçülerimiz içinde onların tabiat cidarlarını zorlayan ilimlerine erişmek asla kimseye müyesser olmayacaktır. insanlık, onlar vasıtasıyla varlığa nüfûz edip eşyâyı keşfedebilir.
Onların irşad ve tâlim dairelerinin dışında ne eşya ve hâdiselere mükemmel bir nüfûz ne de tabiata isabetli bir müdahale asla mümkün olmamıştır ve olamaz da... Tabiatın esrârı ve ondaki ilâhî kanunları beşere hediye etmek, onların birinci dersidir ve bu ders mübtedîlere has bir dersdir. Bunun ötesinde ise varlık âlemini, varlığına şahid gösteren Yüce Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarını bildirme; idrak edilmez Zât'ı hakkında ölçü ve incelerden ince temkin...
Eğer bütün bu âlemleri elinde tutan; zerrelerden nebülozlara kadar hükmünü ve sözünü geçiren, onları tesbih dâneleri gibi evirip çeviren, hâlden hâle ve şekilden şekile sokan bir Muhteşem Kudret ve irâde Sahibiyle, ona verilecek ünvanlar ve isnâd edilecek hususlar hakkında, nebîlerin apaydın beyanları olmasaydı, ne O'nun hakkında doğru bir söz söylemek, ne de doğru düşünmek mümkün olmayacaktı.
Demek ki NEBÎ, eşyâ ve hâdiselerin içine girip bütün bir hayatı bize ders verdiği gibi her şey ve her hâdisenin en birinci dersi olan, Muhteşem Yaratıcı'yı, Muhteşem Kudret ve irâde Sahibini isim ve sıfatlarıyla, Zât-ı Ulûhiyeti arasındaki ince muvâzene ve sırlı münâsebete riâyet ederek anlatan da yine O'dur.
Öyle ise, zeminin hiç bir kıtasının ve zamanın hiçbir parçasının onların feyiz ve nurundan mahrum kaldığına ihtimâl verilmemelidir. Nasıl verilir ki; onların irşâd dairelerinin dışında, varlık âlemine dâir, şimdiye kadar ne duru bir hüküm verilebilmiş, ne de felsefenin şübhe, tereddüd ve tenâkuz dolu sisli atmosferinin üstüne çıkılabilmiştir.
Esâsen, her kıt'a, her devrin, bir peygamberin vesâyâsı altında bulunmasını akıl, hikmet ve Kur'ân müştereken te'yid etmektedirler. Hem de aksine ihtimâl verilemeyecek şekilde... En küçük bir müzede ve en basit bir fuarda dahi, teşrifatçılara ve tarifçilere ihtiyaç duyulduğu ve bir yol göstericinin rehberliği ile gezilip görüldüğü ve böyle bir rehber ve yol gösteren olmayınca, gelmenin de, gezmenin de bir mânâsı olmayacağı katiyyen gösterir ki, şu muhteşem kâinat sarayını, onu temâşâya gelen seyircilere anlatacak, ondaki ince noktalara dikkati çekecek ve bu âlemin sırlarını açıklayacak dellâl ve teşrifatçılara da ihtiyaç vardır.
Ayrıca, kurduğu bu düzen ve nizâmı, bu meşher ve sanatlar resm-i geçidini, bir fuar mâhiyetinde en mükemmel şekilde sergileyen ve bütün iş ve eseriyle kendini seyircilere tanıtmak isteyen Zât hiç mümkün mü ki, bu meşherleri açsın eserlerini göstersin, seyircilerin dikkatini çeksin de, sonra intihab edeceği bir kısım müstesna kimselerle Zât, sıfat ve isimlerini, müştâk seyircilere tanıtıp bildirmesin; hikmet dolu işlerini -hâşâ- abes kılsın!
Baş döndürücü icraâtını mânâsızlıkla ittiham ettirsin! Her şeyi, bir dil ve nağme hâline getirip, onunla bizlere hikmet ve maslahatlarını anlatan Yüce Varlık, her türlü abesden münezzeh ve mukaddesdir! Kaldı ki O Zât'ın kendi beyânı olan Kur'ân, zeminin her tarafından yer yer zuhûr etmiş peygamberlerden bahisler açmaktadır.
"Celâlim hakkı için biz her millete -Allah'a kullukda bulunun ve putlara ibadetden kaçının- diye bir peygamber gönderdik."(Nahl, 16/36)
Şimdiki islama din denmez. O din yıllar önce vardı. Bu dini 1 seytanı 3 şeytana çıkaran suudi arabistan mı? yoksa milleti öldüren işide yardım eden katar, Türkiye mi? ya da sözde düzgün yaşayan diğer müslüman mı yaşıyor?. O dönemde komşun farklı bir dinden ise de saygı varmış. Şimdi ise komsun farklı mezhepten olsa bile yadırgıyorsun aşağılıyorsun. Yalan yolsuzluk en çok müslüman ülkelerde var.
müslümanların güzel ahlaka sahip olmaması, keyfine göre hareket etmesi,
islamın hak din olmadığı manasını çıkartmaz. herkes sorumlu yaşantısından ve imtihan edilmekte. dinin bize ihtiyacı yok. apaçık aşikar ve ortada. dinin indirilme gayesi onun yaşanması içindir.
sen yaşamazsan, ben yaşamazsam, o yaşamazsa işte böyle oluyor sonuç ortada.
Peygamberin vefatıyla birlikte sürekli olarak çeşitli çalkantılarla ve dış kaynaklı saldırılarla yıpratılmaya çalışılan islam toplumunun ilkesel duruşu günümüze gelene dek ciddi yaralar almıştır. Fakat son iki yüz yıldır kendisini gösteren ve önüne gelen toplumları asimile eden modernizm islam toplumunu da hedef tahtasına oturtmuş ve islam toplumunun üzerindeki dinin etkisini kırmaya yönelik çok farklı yöntemler denemiştir. Modernizm tıpkı dinin yaptığı gibi her alanda mücadele etmiş ve özellikle son dönemlerde Müslümanları etkisi altına almıştır. 20. yüzyıl baştan sona ve 21. yüzyılın ilk yılları Müslümanların yenilgilerine sahne olmuş ve Müslüman toplum kendi özünü oluşturan dininden uzaklaştıkça her alanda tökezlemiştir. Müslümanlar, içinde bulundukları zamanın, mekanın ve çevresindeki gerçekliklerin farkına bile varamadan sıkı bir ‘’modern olgular’’ ve sözüm ona ‘’ilkelere’’ maruz kalmıştır. Tabi modernizmin getirdiği en büyük belalardan biri olan ve kapitalist bir olgu olan ''geçim derdi'' de Müslüman toplumu adeta çaresiz ve hareketsiz bırakmıştır.
Uygulama alanına girdiğinde toplumun düzenini ve insani değerlerin egemenliğini sağlayacak olan islam dininin toplumsal etkisini kırabilmek için dört koldan saldıran modernizmin insanın hayatına ne duygusal ne de düşünsel olarak katabileceği hiçbir şeyi yoktur. Bilakis modernizm ve onun ürettiği kavramlar insanın hazzına hitap ederek geçici olan ama bir türlü mutlu etmeyen bağımlılıklar üretmiş ve insanoğlunu ciddi bir anlamsızlığa itmiştir.
Şu an modernizmin tutsağı olan Müslüman toplum kendisini silkelemedikçe ve etrafında olan bitenlerin farkındalığını yakalayamadıkça toplumsal olarak çöküş kaçınılmaz olacaktır. Müslümanlar diri bir din ile iştigal etmeyi becerebilmelidir. Sürekli sessizliği dürtükleyen ve kişisel olarak Allah ile kurulması gereken bağı kurmanın avuntusuyla her alanda direnmenin yolunu tıkayan bir dindarlık söylemi köken olarak dindarlıkla uyuşmamaktadır. Bunun bilinciyle Müslümanlar kendi öz varlıklarına geri dönmeyi ve kendisini yeniden üretmeyi başarabilirler. ''Fakat ortaya atılan ve her zaman da gündemde tutulması gereken mesele, bugün Müslümanların kendi zamanlarına uygun; yani çağlarını yaşamaya, selefin eski gidişatını tamamlayacak yeni bir ''yaşantı tarzı (fıkıh)''nı oluşturup, ondan da gelecek nesillerin kendilerine özgü ''yaşantı biçimleri''ni kurma konusunda kendisinden ilham alabilecekleri dipdiri bir pratik oluşturup oluşturmadıkları meselesidir.''(5) Cabiri'nin de ifade ettiği gibi diri ve çağdaş bir hayat tarzı oluşturmak ancak modernizmin zincirleri olmadan ve islam dininin özgün ilke ve yöntemleriyle mümkün olacaktır.