sean penn'in yönettiği ve izlendiğinde, bir sırt çantasıyla her şeyi geride bırakıp yollara düşme isteği uyandıran mükemmel bir film. hemen her insanın aklında yer etmiş olman her şeyi terketme isteği "alexander supertramp"te vücut bulduğundan filmi seyrederken bir garip oluyor insan. ama her zamanki gibi özgürlüğün bedeli ağır oluyor. ama tüm bunlara değeceğini de özellikle belirtiyor yönetmen. çünkü insanın sahip olduğu en değerli şey "özgürlük"tür.
özellikle hayatımızın başta internet olmak üzere, telefon, kredi kartı, lüks eşyalar ve tanımadığımız insanlara bağlı olduğu şu garip zamanda, özgür olmaya dair umutlarımızı bir nebze de olsa tazeliyor bu film.
mükemmel film, kaçımız gerçekten "yaşadıgım hayat benim seçimim" diyebiliyoruz? insanı düşündüren, melankoliye sürükleyen sean penn filmi.. yaşanmış olması daha da etkiliyor insanı..
insanın içinde var olan sisteme karşı isyanı alevlendiren ve içinde bir yerlere kilitlenmiş özgürlüğü birden açığa çıkaran gerçek hayattan uyarlama bir filmdir. sıradan alelade değil film gibi bir filmdir.
(bkz: 127 hours) a da benzeyen bir filmdir.
ancak özgürlük arayışındaki adamı en iyi anlatan filmlerden bir tanesidir.
filmde en ilginç olan ise yaklaşık 2.5 saatlik filmde adam hiç sıçmıyor işemiyor.
Ücra ormanlarda bir haz vardır;
Issız kıyılarda mest olurum;
Kimsenin rahatsız etmediği
Bir çevre vardır,
Derin denizlerde
Ve uğultusunda bir şarkı vardır:
insanı daha az sevmem ama
Doğayı ondan çok severim...
Lord Byron
Ünlü şairden bir alıntıyla başlayan filmde, dönüp arkamıza baktığımızda çok azını yaşayabileceğimiz bir varoluş öyküsünü izliyoruz.
70lerin hippilerinden kalan kırıntıların doyuruculuğunu değil, başarılı genç bir adamın, hayatın gerçeğini aramak için vazgeçtiklerini ve kazandıklarını izletiiyor film.
sean penn'in yönetmen koltuğuna oturduğu filmde, kitap uyarlamasının başarılı bir örneği izleniyor. yönetmen, gerçek bir hikayeyi anlattığı filmde , roman kahramınından daha gerçek bir adamın hikayesini anlatırken, seyircinin hayalgücünü kısatlamayan bir yol hikayesi kurgulamıştır.
5 bölümde izlenilen filmde, doğum, ergenlik, erkeklik, aile ve bilgeliğin yollarda geçen bir ömürde ne kadar yoğun yaşandığı görülüyor. Kahramanımız Alex Süperberduş, başarılı bir öğrenci, gelecek vaad eden genç bir adamdır. ama ailesinin ondan beklediği gelecek ile Alex in yaşamak istediği gelecek, iki kutup noktası kadar uzaktır ve Alex kendi kutup noktasını seçerek, Alaska'ya hiç bir özel mülkiyeti olmadan (araba, bavul, para,..vs) sade yolculuğu sırasında verdiği molalarda çalışıp kazandığı parayla gitmeye çalışmaktadır...
Yaşadığı toplumun değer yargılarının yanlışlığına, okuduğu kitapların etkisiyle ve sorunlu ailesinden ilham alarak baş kaldırmayı seçmiştir. Genç bir ergenin gerçeği ararken, içinde bitiremediği hesaplaşmalarının doğurduğu öfkesi ve onu hayatta herşeyi yapabilecek güce sahip olduğuna inandıran çocuk kalmayı başarmış ruhu ve ergen hormanlarından aldığı enerji ile, toplum düzeninden kendini kurtarıp, hayal ettiği ortak yaşam adına kendi mutluluğunu aramıştır. Filmin özellikle beşinci bölümündeki(bilgeliği anlatan bölüm) ihtiyar adamla yaptığı baba-oğul sevgisinin hissedildiği konuşmada, dünyanın sadece insan ilişkilerindeki sevgi var olmadığını, mutluluğun, tanrının yarattığı her canlıda aranması gereken bir güç olduğuna inanmaktadır. Alex'e göre insan ilişkileri, sevgiyi anlamakta yeterli değildir.
insan, hayatı, kurallara sığdıracak kadar dikkatli yaşamamalı, olasalıkların zenginliğinde hayatı aramalıdır. mesajı veren filmde, Alex için var olmak, hayatın anlamını araken varmak istediği noktadır.Ve yalnızlaşarak, insan sevgisinden "arınarak" alaska'ya ulaştığında yolculuğunun son noktasında yakaladığı bilgelik onu adeta, 'simyacı'* gibi en baştaki noktaya ulaştırmak istemiştir ve alexin başlangıç noktası; mutluluk sadece paylaşıldığında gerçektir...
yönetmen sean penn imzası taşıyan filmde, doğaya bakış açımızı genişletecek görüntüler kadar, filmin soundtrack i de dikkat çekmektedir. Alex' in yolculuğunun rüzgarını kulaklarda hissettiren şarkılar, gitarın sakinliği ve sözlerin hayat üzerine düşündüren anlamlarıyla, kum fırtınasındaki toz parçaları kadar özgür ve bir o kadar da birbirimize benzer olduğumuzu hissettirmektedir
Mukemmel bi filmdir. Bu filmin soundtrack'lerini yapan eddie vedder abimiz filme verdigi enfes parcalar ile album yapsa top listelerine girer. O derece saglam soundtrack'leri vardir.
bitmeyen filmdir. canınız sıkkınken veya üzerinizde daral varken kesinlikle izlememeniz gerekir. fenalıklar basar, delirecek hale gelirsiniz. * en etkileyici kısmı müzikleridir, konusu da iyidir. chris'in kız kardeşinin sesi huzur vericidir. ama abartılacak bir şey değildir.
özgürlüğü muhteşem bir şekilde anlatan filmdir. insanı özendiren bir filmdir arkadaş. insan içinden der ki ben de dilediğim gibi dilediğim şeyleri yaşamalıyım. ben de dünyanın güzellerini görmeli, bir yere bağlı kalmamalıyım. insana hayatın güzelliklerini anlatır. iyi hissettirir.
özgür ruhlu, ailesinden, toplumun bir takım dayatmalarından bıkmış bir bireyin, tek başına seyahat edip, sonunda bir yere yerleşip, orada yalnız başına ölmesini konu alan bir film. hayalimde hep öyle biri olmak vardı; lakin bu filmi izledikten sonra, pek de iyi bir şey olduğunu düşünmemeye başladım.
insanların birbirlerinden ayrılırken yaşadıkların hüznün geçiciliğini de anlatır film , hakikati ararken.
"hayatın anlamının insan ilişkilerinde olduğunu sanıyorsan yanılıyorsun , tanrı her yerde , etrafında gördüğün her şeyde , yaşadığımız her şeyin bir parçası, insanlar hayata bakışını değiştirmeli ".
film önemli romantiklerden lord byron'un şiiriyle açılış yapıyor. film ne anlatmak istediği hakkında büyük ip ucu veriyor. ne diyor bryon insanlık özüne dönsün, doğaya dönsün, medeniyet çöktü, bitti. filmin derdi mcclandess'i anlatmak değil. zaten hayatıyla alakalı öyle ilgi çekici bir şey yok ve bir çok ayrıntı aktarılmamış filme.
film sean penn'in siyasi duruşu, kişiliği, aktivistliği ile tamamen uyuşuyor. bu bağlamda filmde medeniyet çöktü, modern hayat bitirdi insanlığı, doğaya...mesajını güzel bir şekilde veriyor. bunu yaparken mcclandess'in hayatıyla gerçeklik katılmış. malum filmi gerçeklik daha etkili kılar.
sean penn'in filmde işlediği fikirlere katılmamak elde değil. modern hayat bitirdi bizi. daha iyi, kariyerli iş için iyi okullar okuyacağız diye çocukluğun, gençliğin en güzel yıllarını okullara verdik. daha fazla maaş, terfi için zamanı, sağlığı veriyoruz. enflasyon, savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar.....insan kendini toplum içinde yok ediyor.
filmi ve mccandless'i takıntı etmiş biri olarak mccandless'le alakalu bulduklarım :
her ne kadar mccandless parasını, kimliklerini yakarak modern hayata hadi ordan diyebilen biri gibi gösterilip kahramanlaştırılsada aslında parasını, kimliklerini falan yakmamıştır. otobüste bulunduğunda çantasından 300 dolar, kimlikler, kütüphane kartı, haritalar ve oy kullanma kartı çıkmıştır. gerçek yaşama dönecekti yani, tabi başarabilseydi.
ölümü hâlâ tartışılıyor. haritası olan biri nasıl olurda bir çıkış yolu bulamaz? sonra bir kaç kilometre içerisinde bulunan park görevlileri için yapılmış içi malzeme dolu kulübeleri nasıl fark etmez?
ölüm sebebi açlık, zehirlenme yok. son zamanları otobüsün camına yardım isteyen bir not yapıştırmış. ölmek üzere, yardım çığlığı. not için buyrun. http://www.flickr.com/pho.../in/set-72157603417003300
notu kendi ismiyle imzalamış. demek ki bir şeyler değişmiş.
sean penn filmi çekebilmek için ailenin 10 yıl izin vermesini beklemiş. film çekilirken mcclandless'in anne ve babası da eşlik etmiş. filmde aileyle alakalı bölümlerin fazlalığı sanırım bundan.
Film izlenmeye başlanır. Ortalara doğru sanki sıkıyor izlenimi verir. Sonlara alıp götürür sizi. Sonunda ağlamamak için kendinizi zor tutarsınız. 1 ay boyunca into the wild triplerinde dolaşırsınız.
Filmin ana fikri; teoriyle pratik her zaman farkeder.
O yüzden teorik bilgileri pratikte denemeden bir halta kalkışmamak en iyisidir.
iktisatta buna fizibilite çalışması diyorlar.
Neyse, seyretmek için iyice aramak lazım bu filmi (internetten çalmak kolay olabilir)