Şiir bittikten sonra hiçbir şeyi toparlayamadım. Her şey, suya düşürdüğüm siyanürle başladı. Siyanür ki Simyacı Dippel nasıl yalnızdı, nasıl ölüyordu Franckenstein adlı şatosunda hayatın anlamını aramakla başladığı yolculukta onu bulduğunda.
Attila iLHANa götürüyordum. Geç kaldığımı bilmiyordum. Karşılığında bana bir kapı göstermesini isteyecektim, öyle ahım şahım olmasına gerek yok, kavak ağacından olsa yeter, diyecektim, bir de menteşeleri açılmayacak kadar paslanmamış olsun. Eşiğine dökülmüş cesaretleri toplayıp içeri girecektim. Ne aradığımı biliyordum. Aradığını bilmenin önemli olduğunu öğrenmiştim. Öğrendiklerimin bazıları işe yarar, bu da yarayacaktı. Soyadım kadar emindim.
Adımdan emin değilim. Sıkça değiştiriyorum. Başka başka olmak, bir bütünlük kazanmamak iyi geliyor, yorulmuyorum. Ufak parçaları unutmak, koca bir bütünü unutmaktan daha kolaydır. Neden unutmak istediğimi yalvarırım sormayınız. Hatıralar anlatılmak içindir. Her anı birkaç toplu kahkahayı veyahut bir çiftten fazla gözyaşını hakeder. Bütün söyleyebileceğim bu. Aslında bir kelime var ama, dile getirmeye korkuyorum, kabullenmeye, ona esir düşmeye korkuyorum. Sanırım anladınız. Aman anladığınızı belli etmeyiniz. Soyadım öyle değil, soyadımı severim, herkes sever. Sırf soyadım için benimle evlenmek isteyenler bile oluyor.
Neyse, ben siyanürü suya düşürünce ne yapacağımı bilemedim. Boşa gitti diye hayıflandım bir süre, elimi alnıma götürüp acı bir ıslık çaldım. Hayır istanbulun balığı intihar etmez ki efendim. Edecek olsalar eyvallah çekip yoluma gideceğim. Keşke ben de balık olsam. Rakı şişesi filan lüzum değil. Küçük bir akvaryum, bir de ufak sorumlulukların önemini idrak etmiş minik bir çocuk yeterli.
Baktım ki iş işten geçmiş, yapacak fazla bir şey kalmamış, en güzeli kafayı olabildiğince çekmek deyip çıktım istiklale, bulduğum ilk barın tezgahına döküldüm. Buzsuz, sek bir viski söyleyip kalem kağıt çıkarttım. Amacım üzerinize afiyet yaşadığım bu rezil olaya uygun bir şiir çiziktirmekti. Sonra kapı açıldı. Bir bara bu kadar güzel bir şeyin girebileceğini asla tahmin edemezdiniz. Baştan ayağa kusursuzdu. Boş bir masaya oturdu, bütün gece, hiç yüzüme bakmadı. Yüzüme bakmayınca ben de masasına içki yollayacak yüzü bulamadım tabi. Sonra biraz sarhoş olunca, yanımda oturup boş bir bira bardağını tükürük hokkası niyetine kullanan bıçkın delikanlının üstüne yarım kadeh şarap döktüm, olaylar çığırından çıktı. Aslında niyetim özür dileyip ona bir içki ısmarlamaktı ama baktım fazla sert yapıyor, bir afralar tafralar, giderli konuşmalar, hakkettiği gibi sol gözünün altına sağlam bir yumruk yerleştirdim. Bir yandan da masada oturan kadını kontrol ediyordum, bana bakıyor mu diye. Attığım yumruğu görmedi ama yumruktan sonra bar çalışanlarının üstüme çullanıp, anamdan emdiğim sütü burnumdan getirene kadar dövüşlerine bütün ayrıntılarıyla şahit oldu. Utancımdan mı yoksa halim kalmadığı için bilmiyorum, yaka paça mekandan atılırken, önünden geçtiğimin farkında olduğum halde başımı kaldırıp da yüzüne yakından bakamadım. Bir süre, karın altında yatıp yanağımdaki yanmaya dayanmaya çalışırken, ve tüm bedenimde gittikçe yayılan ağrılara, kafamda Çaykovskinin altıncı senfonisi; ra ra ra ram da da dam da dam da dam!
Sabaha karşı uyandım, Tanrıya şükür fazlasıyla alkol almıştım: Viski, şarap, bira, absinthe filan, yoksa kesin donardım. Kalkıp üstümü silkeledim, Tünelden Karaköye indim sonra. Kar yağmura çevirdi, nasıl keskin bir rüzgar esiyordu görmeliydiniz. Hayret ettim her şeyi götürmediğine. Aksine; hiçbir şeyi götürmediği gibi, tuttu onun kokusunu getirdi. Neresi sıla bize, neresi gurbet. Yollar bize memleket. Mırıldana mırıldana Eski istanbula doğru yürüdüm. Düzgün burnu yunan büstlerini andırıyordu, gözleri kyanos, saçları kumral, dalgalı, biz ayrıldıktan sonra siyaha boyatmış, siyah ruhuna ne de çok yakışmış! Ölesiye aşığım kapısından geçtiğim bu son kadına. Tarafından öldürülesiye harcandım! Bu yüzden gidecektim batan o köhne şilebe. Siyanür karşılığında, yeni bir kapı için yalvaracaktım büyük şaire. Soğuk iyiydi ama. Yaralarımı unutuyordum. Halimi görenler muhakkak acıyodu. Kurumuş kan yanağımı geriyordu. Böyle düşüne düşüne gerisin geri geldim, siyanürü düşürdüğüm yere.
Görseniz siz de acırsınız efendim. Tutunacak bir şiirim kalmadı artık. Açacak bir kapınız varsa, ne olur bedelini söyleyiniz. Bilirim, hiçbir kapı açılmak için yapılmaz. Neyse kefareti, ödemeye hazırım. Öyle yoruldum ki, inanın, yeniden başlamak değil amacım, hiç ses çıkarmadan, unutacak bir şey kalmayıncaya dek, hiç ses çıkarmadan efendim.. hiç ses çıkarmadan.