Gerçekliği yokluğunda olandır, daha çok öyküdür...
Belki tırnaklarımın bu kadar uzamasının nedeniydi ölememek ama daha çok yaşamaya yeltenememek. Kimi zaman kendimi bir mezar gibi görüp, içime gömülen bu ruhun kemiklerini aramaya koyuluşumdu anlatmak istediğim. Çokluk otobüs durakları ve kelime hazinelerinden mütevellit bir coğrafyaydı... Hiçbir önemi yok bunların, asıl önemli olan başarısızlıklarımdır; mesela kötü bir cüceyim veya yeryüzünün en kötü iyisiyim, bir de dünyanın en gereksiz yaşayanıyım. Nasıl bir anlamım olabilir ki? işte hikâyenin başlaması da tam buraya denk düşüyor, yani benim gereksizliğime... sıradan bir sabah ve ben her zaman ki gibi 1,82 boyumdaydım. Gözlerim sıradan kahverengiliğinden öte bir şey görmüyordu. Gözün bu egoistliğinin bile bir anlamı olması ne acı!
Başında çığlık çığlığa bir güneş; parıldamıyor, ölüyor sanki... Türlü türlü camlara defnedilip geriye aydınlık adına birkaç külün yankısı, ağısı kalmış, bizse buna "aydınlık" diyoruz, gülüyorum sadece... Bir çay bahçesindeyim. bahçede çaydan fazla insan var. insandan fazla ses var. Ne çok konuşuyor insanlar, hele kalabalığın içinde... Önümdeki demli çayın içinde çözülen şekeri izliyorum. Parça parça sökülüyor; kıskanıyorum. Birazdan geriye sadece çayın yüzeyindeki ruhu kalacak. Bense o ruhu kaşıkla alıp küllüğe dökeceğim. Ruhu olan her şeyin olası sonucu işte!
- Boş mu?
diye soruyor, sarışın bir kadın olacağını birazdan farkedeceğim bir ses.
- sorunuz kadar değil... Diyorum. Oturuyor. Başımı kaldırıp bakıyorum, sarışın bir kadın. Güzel olduğu için ayrı bir ilgi bekleyen bir hali yok. Seviyorum bu halini.
- Sigara?
diye soruyorum, türlü renklerle boyanmış parmaklarını uzatıp birini alıyor. Küllükteki sigaramla yakıyor. Dirseklerini masaya koyuyor ve bana bakıyor. Bakışlarından değil, bana bakmasından rahatsız oluyorum. Bir nefes daha çekip söze giriyor:
Yok olma arzusu bu kadar yüksek ama yokolacak egosu bu kadar düşük biriyle ilk kez karşılaşıyordum. Başka biri olsa belki "neden böyle bir şey istiyorsun" diye sorabilirdi. Bense bir sigara daha yakıp çay içmek isteyip istemediğini sordum. Kabul etti... sorusuna - hayır, daha doğrusu- teklifine verilebilecek pek çok cevabım olmasına rağmen susmayı tercih edişimi kendime izah edemiyordum. Çelimsiz çaycının gidişinden sonra da devam etti bu sessizlik.
- Ben ölünce ne olacak?
Diye sordum, sabırsızlıkla... Çaydan bir yudum alıp gülümsemeye başladı. Yakışıyordu da... Daha sık gülümsemeliydi. küllükte duran sigaramdan bir nefes alıp söze girdi:
- Bir şeyi gerçekleştirmişsin olacaksın... "Neyi" diye sorma ama ben cevaplayayım; bir misal olan olan ölümümü hayata getirmiş olacaksın.
Kendimi bildim bileli, kendimi yokluğumun alternatifi olarak adlandırdım. Bunu yapmakta herhangi bir maksadım yoktu. Yokken daha güzeldim çünkü. Ve güzelliğin de bu anlamda olmayan, bilinmeyen her şeye dair olduğuna dair kanıma, sanrıma şahit olmuş oldunuz. Bu sarışın kızın bir anda karşımda belirip yerine intihar etmemi istemesi hem de bunu yaparken ölümü bir yana itip bir gerçeklik olarak yokluğu karşıma çıkarması beni altüst etmese de şaşırtmıştı. itiraf etmeliyim ki hoşuma da gitmişti. Bana düşünmek için zaman verip numarasını da bu zamanın bir noktasına iliştirdikten sonra yanımdan ayrıldı. Aslında tam anlamıyla yanımda değildi, karşımdaydı. Ki bu halini daha çok sevmiştim; bana, benden daha fazla karşıydı.
Bu saatten sonra yapmam gereken şey düşünmek gibi görünse de sadece hesabı ödedim. insanlarla kapatılmış yolda yürümeyi taklit ederken aklımda beliren şey dükkanların yaptıkları indirimlerdi. Yine salak yerine konulmanın sezonu açılmıştı. Aldırmadan yürümeye devam ettim. Eve gidip orada düşünmeliydim. Bu bana iyi gelecekti. Ki bana iyi gelen şeylerin başındadır düşünmek...
Birinin yerine ölmek, onun yerine ölmek miydi yoksa kendi ölümünü yadsımak mıydı? Bence ikincisi, çünkü hayatı boyunca kendi olayan birinin ölürken kendi sonuna ulaşabileceği ihtimali bana oldukça zayıf geliyor. Mesela otobüste, karşımda duran kadın; saçlarını kırmızıya boyamayı kendi istediği istediği için mi yaptı yoksa "bu sana çok yakışır" diyenlerin bir dayatması mıydı? insana en çok yakışan şeyin yalnızlık olduğunu bildiğim için, insanları uzaktan bir hikâye gibi izlemek daha çok hoşuma gidiyordu. ki geçen zaman içinde ne denli haklı olduğum da ispatlandı. Neyse... konuya dönersem, hep en çok parayı getirecek işlerin peşinde koşmaktan kendi değerini yitiren insanların arasında yaşıyoruz. Şimdi çıkıp da biri bana - mesela kızıl saçlı kız- "ama o kişi yaşamaya senden sonra da devam edecek" dese, yekten cevabım "iyi de sen ölmeye öldükten sonra da devam edeceksin" diye cevap verirdim.
Ev... iki harf, tek hece ve iki oda; en azından kendi evim için iki oda. Yani iki hece... Girişe koyduğum kurumuş ağaç ve yattığım yataktan başka hiçbir şeyin olmadığı bir yer burası. Varoluşum çoraklığı her halinden okunuyor. Ağacı girişe neden koyduğumu bilmiyorum; kesilmişti ve yan gelmiş halde parkta yatıyordu; o ölümün içinde yan gelip yatma hali veya tembelce kuruma durumu sinirime dokunmuş olacak ki alıp evime getirdim. Ve girişe koydum; tavanla yer arasına tam sığdığından ötürü duruşunda herhangi bir sıkıntı yok. Bir de camlara örttüğüm gazeteler var tabii... Hayır, düzenli olarak gazete okuduğumdan veya perdeleri sevmediğimden değil bu tavrım; eve yeni taşındığımda içeride onlar vardı, o yüzden onları kullandım. Şimdi yatağımın üzerinde oturmuş o kadını düşünüyorum. O kadın yapılan o konuşmanın ardından bir teşebbüs gibi beliriyor bende; ölme teşebbüsü... Ölmenin teşebbüsü olur mu? Hiç sanmıyorum; olsa olsa başarısızlığa kılıf uydurma çabasıdır bu. Ölmeye çalışan birinin başarısız olması zaten hayattaki teşebbüslerinden kaynaklı değil midir? Teşebbüslerinde bunca başarısız olan biri ikinci bir teşebbüse kalkışmaz bence... işte o kadın da bende böyle bir çelişkiyle beliriyor. saçlarını, gözlerini ve göğüslerini değil onun yerine ölme teklifini düşünüyorum doğrudan. Kurduğu o cümle benim için onun şu dünyadaki tek görüntüsü...
Çocuktum; bir yaşa, ömüre sahip olamayacak kadar küçüktüm, belki doğmamıştım bile. Kaldığımız semtte bir kadın vardı; Deli M... derlerdi kadına; ismi eksik olduğu için mi yoksa isimsiz olduğu için mi delirmişti bilinmez ama kadın deliydi. Annem ısrarla ona yaklaşmamamı söyler dururdu. "Neden" diye sorduğumda "deli işte" derdi. "Neden delirmiş" diye sorduğumda tokatı yerdim. Bir gün kadının kaldığı müstakil evin bahçesinden kiraz çalarken gördüm; çamaşırlarını asıyordu. Deli olsa hijyeni düşünmez diye düşünürdüm ama öyle değildi; temizlik delisiydi anlaşılan. Çamaşırları topladıktan sonra Çamaşırları astığı ipi kesip beni çağırdı. Avucumdaki kirazlarla öylece durdum. Kadın gelmeyeceğimi anlayınca olduğu yerden bana seslendi;
- Olduğum zaman beni topla tamam mı?
Korkudan konuşamıyordum. Birkaç kez ısrarla "Tamam mı" dedi. En sonunda "tamam" dedim. Gülümseyip ipi bahçesindeki ağaca sıkıca bağladı. sonra da kendini astı. O gün akşama kadar bekledim... Olgunlaşmasını, meyve vermesini... Ya da ne bileyim çiçek açmasını. Kadın sadece koktu... Koktuysa çiçek de açar dedim. Hiçbir şey olmadı, meğer kadın ölmüş! Deli olduğu için kendini astığını söylediler. Bence tam tersi; kadın kendini astı çünkü ölüm aklını kaybetmişti!
Göz korkutmalık, yani sadece intihara teşebbüs edeceksen çok belli oluyor. Özellikle ilaç içenler... Acil de hangi ilaçları içtiğiniz ve niyetinizin gerçek olup olmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Yapmayın.
O kadını, o deli kadını aklıma getiren şey yaşadığı hayat değil bence; yaşamayı inkâr ettiği hayat ve deliliği, biraz da gözlerimin önünde ölüşüydü anımsaman nedenim. Artık bir şeyler yapıp harekete geçmeliydim. Bunun için de evvela susmam lazımdı. Çünkü konuştukça eylemi inkâr ediyor, kelimelerden ibaret oluyordum. işime gelen bir durumdu bu ama susunca bizzat konuşulan şeylerin kendisi oluyordum; dinlenilmeyen, unutulan, önemsenmeyen her şey oluyordum. Bir huy oluyordum veya kötü bir alışkanlık. Bu yüzden de susmam ve saf bir eylem haline dönüşmem lazımdı. Yine anı çay bahçesine gidip - eğer değişmemişse fikri ve kendi- o kıza teklifini kabul ettiğimi söylemeliydim. Bunu yapmaktaki amacım bir şeyi gerçekleştirmek filan değildi. Sadece kendime ölerek, kendimi öldürerek, kendime bir iyilik yapmaktı. intiharın bencilliği de işte tam burada gizliydi...
Yeryüzünde gerçekleşmemiş her hayatın pişmanlığıyım; gerçekleşmek değil muradım bir yalana dönüşüp inkâr edilmek. Tüm vakitlerin bir gecikmeyi anlattığı zamanlardan kalma bir korkunun anlatılmasıdır aslında bu; bir varmış, bir yokmuş diye başlanılan ama her defasında bir misal gibi dolaşan söylencenin bir izahı. Uyumak, cennetin kendisi olmalı ve ben tüm insanlık içinde oradan kovulan tek kişi gibiyim. Oysa ben bir günah işlemedim sadece kusursuz olmak istemedim. Şimdi anlıyorum ki tüm bu hayatın tek kusuru benim. Yapmam gereken mezar kazarcasına bir son gerçekleştirmek ve bunu yaparken de en ince detaylarına kadar düşünmeliyim. Her şeyi hesaplamalı, kadere yapacak bir iş bırakmamalıyım. Alınyazısının öldüğüne tanık olanlar için bir yarın yoktur. Ve bu sabah, bu ışıklar, bu sesler ve tüm parıltı sadece ama sadece bir olmasını istediğimiz bir düşün tarafımızdan düşlenmesidir.