herkesin ağzında bir "aşk" sakızı. liseli bebelerden , yaşını başını almış insanlara dek. "aşk" yok hayatımda,yüzüm gülmedi,ulan bulamadık şöyle bir hatun / herif bir alay serzeniş. sanki aşk olsa herşey güllük gülistanlık olacak. oysa aranan "aşk" nedir kimsenin ondan bile haberi yok.
bir insan düşünün , yemekten hiç anlamayan,hani yaşamak için yiyenlerden o insana dünyanın en mükellef sofrasını da kursak alabileceği keyif ve doyum "tavuk döner yanına ayran" dan daha çok olmayacaktır, hatta belki de alışık olmadığı tanımadığı yemekler yüzünden şikayetçi bile olabilecektir. bunun gibi bir nev'i karşımızdakinin ruhundan beslendiğimiz ikili ilişkilerde de vizyonumuz,gustomuz,görgümüz yaşadığımız "duygu durum yoğunluğu" ndan alacağımız keyfi belirliyor. karşımızdan alabileceklerimiz bizim algı kapasitemizle sınırlı. kütüğün tekiysen "leyla" nın sana sırılsıklam aşık olması, acuzenin tekiysen "kerem" in senin için dağları delmesi anlamsızdır. ayrıca hayata dair binbir türlü mutsuzluğu ve tatminsizliği pansumanlıyacak bir ilaç da değildir aşk ve aşık.günlük, gelgeç ilişkilerin adını "aşk koyuyor artık modern insan.
çoğumuz gündelik hayattaki tempo,şans ve benzeri sebeplerden dolayı asıl beklentilerimiz doğrultusundaki insanlarla çok sık beraber olamıyoruz. olsak dahi donanımlarımız beklentilerimizi taşıyan insanlara yetmiyor o zaman da. güzelliğin,hoşluğun,bilginin, her şeyin ama her şeyin paraya endekslendiği çevrilebildiği bir hayatın içinde umutsuzca paha biçilmez ama paraya da çevrilmez duygular arıyoruz. iyi adam ya da şefkatli bir kadın olmak artık bu dünyada bir "zaaf" hepimiz farketmesek de, kabullenmesek de vicdanlarımızın bir kısmını kaybettik. kollarımızı açtığımız kadını veya adamı hep bir gözümüz açık seviyoruz. haklıyız da artık yanında kendimizi güvende hissedebileceğimiz kimse kalmadı çünkü biz de çok güvenilir değiliz.
kötülük gördükçe iletişim biçimlerimiz gitgide paranoyaklaşıyor. bir önceki sevgiliden,eşten ne düzeyde muammele gördüysek, bir sonrakine çok daha kuşku ve bazen acımasızlıkla yaklaşıyoruz. bu koşullar altında "aşk" yaşanabilir mi ya da yaşanan şeye "aşk" demek mümkün mü ?
üstelik tamamen ortalama ve fastfood bir beğeni ile donandık hepimiz. ticari trendlerin yoğurduğu , satın alınabilir,edinilmiş güzellikler ve standart cazibeler tetikliyor algımızı. üst - baş,parfüm,giysiler. ne kadar farklı olduğumuza inansak da bulunduğumuz toplumsal katman içinde standardız. farkı sağlayacak tek şey kafanın içindekiler ve "sevme" kapasitesi. ama bunları da algılayacak sağduyuyu kaybettik bu parlak ekranların karşısında,televizyonlarda bizden başka herkesi,herşeyi anlatan dizilerin karşısında ... artık leylalar , menunlar alış veriş merkezlerindei sokaklarda birbirlerinin yanından farketmeden gelip geçiyorlar.biri yalnız , diğerinin kolunda hiç olmayacak bir kadın ya da erkek. üstelik bu herif bu kızı nerden bulmuş ya da şu hatunun yanındaki adama bak olmuş mu hiç ? dediğimiz zamanlarda ayıpladığımız büyük olasılıkla bize benzeyen ve içten içe mağdur olan taraf oluyor. o ayı kılıklı herif kendisine hiç sevgisi olmayan bir kadın için takla atıyor, o süprüntü karı beğendiğini sandığın herifin bin türlü kahrını çekiyor .....
"olsun" diye kendimizi yırttığımız ama çoğunluğu başkalarının değer yargılarına ve beğenilerine göre biçimlenmiş ilişkilerde hayatımızı harcıyoruz. olmaycak duaya amin diyor , çabalıyor , koşturuyor ama sonuç alamıyoruz ve doğal olarak çok yoruluyoruz.bir kısım insan kendisini sadece alkole, maddi değerlere , cinselliğe gömerek uyuşmaya çalışıyor , kimi inançlarla teskin edip uyuşmak peşinde (kuantumlar,feng şuiler vs.) ama iş görmüyor . aslında tek ihtiyacımız içten bir söz, gülümseme , şöyle kocaman sarılacak kollar.
kendimizi tanımadığımız için erken ve saçma sebeplere dayanarak yaptığımız seçimler bizi paramparça ediyor. kendimizi gerçekten tanımadan yaptığımız seçimler yüzünden ne istediğimizi farkettiğimizde çok geç oluyor. sevgi ve şımartılmaya (her zaman) aç olan insan ruhu sevilmeden , özlenmeden , arzulanmadan geçirilen yıllar içinde kuruyor , unufak oluyor. mesleğine ,gelirine göre seçtiğin erkek yıllarca 1 çiçek almayı akıl edemiyor, çiçek almayı eve saksı çiçeği getirmek sananı var. en iyi giyinen, en güzel , en alımlı diye seçtiğin kadın annesinin , arkadaşlarının , işinin ve bin türlü "sen" haricindeki şeyin oluşturduğu dünyasında sana "lutufen" yer açıyor.hiçbir zaman seni gerçekten sevdiğine emin olamıyorsun ...
sonra gözler , gönüller kaymaya başlıyor. kendimizi ve duygularımızı kirletiyor , onurumuzdan feragat ediyoruz. başka beğenilerde , başka algılarda beğenilmenin peşine düşüyoruz. bir yandan da daha çok harcayıp , daha fazla tüketerek açlıklarımızı doyurmaya çalışıyoruz ve fakat ne yazık ki sevilmenin yerini hiçbiri tutmuyor. uzun yıllar boyunca 1 kere bile isteyerek birine sarılamıyoruz. çok ihtiyacımız olsa bile yanımızdakinin elini tutamayacak kadar kopup gidiyoruz ....
sonra yakınmaya başlıyoruz yalnızlık ve ümitsizliğin verdiği o en sahici acı yüzünden. öyle bir işkencenin altında inleyen bir zavallının acısını teskin edebilecek tek şey vardır o da masumiyet. ama en klişe tabiriyle;
"masum değiliz"
masum değiliz çünkü kendi fikriyatımıza düşmanız başkalarının sev dediğini seviyor, başkalarının ol dediğini oluyoruz. sonrası, sonrası ne olsun? kendini en başarılı şekilde kandıranımız en mutlumuz. yanında olmak istediğine değil, yanında olabildiğine -mış gibi yapan kadınlar ve adamların dünyasıdır bugünkü yaşam. yepyeni bir sosyal katman kara ve uğursuz bir battaniye gibi örtülmeye başladı türk toplumunun üzerine. ilk yalnız neslimiz geliyor dolu dizgin.
filmlerde gördüğümüz huzurevlerinde yalnızlıktan çıldıran, evlerinde kedisine, köpeğine, televizyondaki hava durumuna tutunarak hayatta kalmaya çalışan o yaşlılar bu toplumun ve bizlerin çok da uzak olmayan geleceği (20-30 yıla kalmaz).
aşkları, ilişkileri, evlilikleri otomatlardan aldığımız gazoz kadar çabuk tüketiveriyoruz. gençliğin sermayesi sonsuz zannediyoruz ama insan ömrünün yaşadım diyebileceğin dilimi taşı çatlatsan 10 sene. sonrası hayat gailesi, geçim derdi, doğumlar ve ölümler. o arada ömrünü yan yana geçireceğin birini bulup ona uyman, kendine uydurman lazım ama sınırsız zannediyoruz biz bu zamanı...
sonucu ise cumartesi günleri sokaklarda, caddelerde, mağazalarda acıyı, duygusal açlığı hiç yerine geçmeyecek plastik hazlarla gidermeye çalışan yaşayan ölüler.
aksayarak yürüyorsun ve başına ateş edecek bir "insan" arıyorsun. oysa onlar senden korkuyor. ne zaman aldın ki o virüsü sen? hatırlamıyorsun biliyorum, hatta düşünemiyorsun. yaşayan ölüler kötü bir senaryodan fazlasıymış...