insanoğlunun inanma ihtiyacı

entry9 galeri0
    6.
  1. inanmak kavramını iyi idrak edebilmek gereklidir. inanmak kavramı anlaşıldıktan sonra ancak belki akıl yoluyla birşeyler tartışılabilir hale gelir.

    inanmak sözlük anlamının ötesinde matematiksel bir dille aksiyomu ifade eder aslında. inkar etsede her insanın mayasında inanmak vardır, çünkü insanın doğumuyla birlikte insana verilen, sahip olduğu birşeydir "inanmak". kişi inanma yoluyla bazı şeylerin doğruluğuna ulaşır ve o doğrular ışığında gelen önermeleri akıl fonksiyonundan geçirerek yeni doğrular üretir ve akıl fonksiyonu besler durur. fakat akıl fonksiyonun kapsayan daha üst bir fonksiyon da vardır ki bu da kalp (vicdan) fonksiyonudur. belki akıl fonksiyonu ile çıkan doğru, kalp fonksiyonundan geçince yanlışa dönebilir. o yüzden sebebini açıklayamasak da bazen yaptığımız ya da yapacağımız şeyler bize yanlış gelir.

    peki inanç, iman nedir? işte bu noktada hem kalp hem de akıl bileşke fonksiyonuna sokulan "varoluş düşüncesi" neticesinde bir sonuç ve geri besleyen olarak inanç, iman, ortaya çıkar. geri besleyen diyorum çünkü çıkan bu sonuç artık bileşke fonksiyonun da bir parçası haline gelir. hz. ibrahimin olayında olduğu gibi, bu bileşke fonksiyon içerisinde akıl fonksiyonu hem bir put dikicidir hem de bir baltadır, bir yandan putları dikerken bir yandan bu putları baltayla yıkar. ne zamanki yeni putlar dikilmez işte o an kalp fonksiyonu devreye girer ve hakiki inanç ortaya çıkar... yalnız o putlardan birini yıkamazsa işte o an kişinin inandığı da put olmaya başlar, kim bilir belki o put bir fosil bile olabilir...

    ben allah a inanıyorum çünkü akıl ve kalp bileşke fonksiyonumdan "ben nasıl ve neden varoldum" düşüncesini geçirdiğimde "bir", "tek", "o (cc)", "müsebbib ül esbab" a ulaşıyorum
    1 ...
  2. 5.
  3. iki hücrenin birlikteliği ile hayat yolculuğuna başlayan insanoğlunun yaratılış evrelerinde akıl almaz mucizevî olaylar vardır. Bu iki hücrenin tesadüf olmayan karşılaşması ve çoğalmaya başlaması enteresan açılımları da beraberinde taşımaktadır. iki hücreden akıl almaz bir hızla çoğalan bir kısım hücreler kemik yapımızı çatmaya başlarken başka bir gurup hücre ise kas sinir ve damar ağının bu sistemle entegrasyon oluşturmasında gecikmiyor. Anne karnında iki ay dolmadan bu süre tamamlanarak insan yaratığının minyatürü meydana gelmiş oluyor.

    Ruh-beden-zihin üçlüsü ile daha dünyaya gelmeden anne rahminde bazı hastalıklarla da tanışabiliyoruz. insan bedenini meydana getiren organların hastalanması ve bunların tedavileri ile ilgili uğraşan biz hekimlerin karşılaştığı çeşitli zorluklar da yok değil. Bazen basit bazen ise daha karmaşık ve zor olan birçok hastalıkla uğraşırken almış olduğumuz tıbbi bilgiler çoğu zaman yetersiz kalabilmekte.

    Çağımızın hızlı gelişen ve ayak uydurmakta zorlandığımız teknolojisi bize bir çok olumlu imkânlar sunarken farkında olmadan da özellikle sağlığımızdan bir şeylerimizi götürmektedir. Öyle ki günümüz yoğun ve yorgun insanı bir düğmeye basarak her şeye hükmedebiliyorken sağlığını zindeliğini kazanmak için yaptığı maddî ve manevî uğraşılara rağmen arzu ettiği yaşam kalitesini bir türlü yakalayamaz hale gelmiştir..
    Sağlık sektörü tüm dünyada önemsenen ve uğrunda milyarlarca paranın harcandığı bir alan olmasına rağmen hedeflenen iyilik halini yakalamada hâlâ yaya olmaktan öteye geçememiştir.

    Biz hekimler bu açmaz karşısında kendimize yeniden dönüş yapıp nerede neyi eksik bırakıyoruz sorusunun muhatabı olmak durumundayız. Gerçekten nerede eksiklik yapıyoruz? Niçin bizden talep edilen şifaya vesile olamıyoruz.? Bizden beklenen performansı yakalamak için neleri yapmamız gerekir? Bu soruları daha çoğaltabiliriZ.Ancak amaç belli:

    Dünyamızı ciddi olarak tehdit eden silah sektörüne ayrılan para, ilaç ve sağlık sektörüne ayrılsa sonuç değişir mi? Bunca yıllık tecrübeme dayanarak değişir diyemiyorum. Çünkü sağlık ve ilaç sektörünün tröstlerinin cirit attığı ülkemizin batısındaki devletlerde sağlık ile ilgili sıkıntılar bizim gibi gelişmekte olan ülkelerin sıkıntılarından pek gerilerde değil.

    Bunu nerden anlıyoruz. Yapılan bilimsel çalışmalar bize şu sonucu veriyor. insan et ve kemik ötesinde bazı özelliklerle yaratılmıştır. Biz aynı hastalığın farklı insanlar üzerinde tezahürünü ve tedaviye cevabını farklı bulmaya alışkın hekimleriz. Aynı ilaç bir hastada tedaviye yardım ederken başka bir hastada sonuç vermemekte hatta ölümlere sebep bile olabilmekte Bu örnekleri artırmak mümkün...

    Bizleri yoktan var eden yüce rabbimiz yaratma gücü gibi şifa gücüne sahip olduğunu bizlere aktarıyor. Ölümden başka tüm dertlerin devasını yarattığını da müjdeliyor. Bu gerçeğe göre şifayı ararken biraz da bu alandan bir bakış açısı ile istifade etmeliyiz diye düşünüyorum. Modern batı tıbbı da zaten zorunlu olarak bu yöne doğru kaymak durumu ile yüz yüze.

    Bilim araştırmayı sorgulamayı aklı kullanmayı ve karamsar olmamayı bize düstur olarak öğrettiğine göre çare ve çözüm için manevî dinamiklerimizi harekete geçirmemizin faydalarından da istifade etmemiz gerekiyor.
    Şunu çok iyi biliyoruz. Her türlü hastalığın tedavisinde hekim hasta diyalogu önemli. Hastanın doktora ve tedaviye inanması da öneml Doktorun hastanın iyileşebileceğiyle ilgili yapacağı olumlu telkinlerde önemli. Bu üç şey tedavî olma ve şifa bulmada gerçekten önemli Günümüzde milyarlarca dolarlık yatırımlarla keşfedilip üretilen ilaçlardan ve alternatif tedavilerden daha önemli.. Bu üç şey..

    Bu üç şey aynı zamanda kendi içlerimizde bulunan şifa gücünü keşfedip kullanmamızın da anahtarıdır. Halk arasında söylendiği gibi şifayı yüreğinde arama sözü; Bu gerçekten yola çıkarak söylenmiş olsa gerek.
    istemek yardım talep etmek anlamına gelen dua bize hangi kapıları açıyor kısaca bir göz atalım; Dua ile en başta bizi yaratan ve bize şifayı vaad edenle bir buluşma gerçekleştiriyoruz. Riyanın maddi çıkarın olmadığı samimi ve yalın bir buluşma bu

    Hastalıklar insanlarımızda aynı zamanda bir acziyet meydana getirir. Acizlik insanları daha samimi olmaya yöneltir. Samimiyet ise muhabbet ve bereket demektir. Bu psikolojide bir insanın dilden ve kalp yolu ile istekleri doğal olarak beynimizde bazı hormonların salgılanmasına sebebiyet vermektedir. Otonom sinir sistemi ve iç salgı bezlerimiz bu salgılanan maddeler ve hormonlardan olumlu etkilendiği ise yapılan çok yönlü çalışmalarla su yüzüne çıkmış Beynimizde ve zihnimizde meydana gelen bu biyokimyasal değişim doku ve organlarımız için umulmadık şifalara vesile olabilmektedir.

    insan ruhunun hasta olmayacağına yönelik bilgilerimizle bugünkü halimize baktığımızda ise çoğu yakınmalarımızın sebebinin zihnimizdeki engin dehlizlerde olabileceği gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz..

    Dua sözlü olarak yapılabildiği gibi sebeplere sarılarak ta yapılabilir. Hasta bir insanın hekim araması hastalığının teşhisinde bazı tetkiklere müracaat etmesi hatta hastalığının şifası için çeşitli ilaçlar bitkiler ve perhizler yapması bütün bunları biz dua kapsamında değerlendirmeliyiz

    Bilinçli olmayarak sıklıkla işimizin Allah 'a kaldığını söyler dururuz. Aslında işimizin ona kalması aynı zamanda vuslata da ermemiz demek olduğunu ise sıklıkla göz ardı eder ve bu sözü genellikle çaresizlik durumlarında telaffuz ederiz.

    işimizin yüce Mevlaya kalması aynı zamanda aciz kalmaya başlayıp onun himmetinden yardım şansını elde edebileceğimiz bir döneme de girmemize zemin hazırladığını ise pek aklımıza getirmeyiz.
    Yüce yaratıcımız bana yaklaş yani dua et bende sana yaklaşayım ve sana yardım edeyim diyerek zor anlarımızın o çekilmez uzayan dakikalarında bizimle olmak ister. Hastalık acı ızdırap ve keder insanların zor olarak kabul ettikleri anları zamanlarıdır. Bu zamanlarımızda Rabbimize yaklaşmamız moralleri yükselttiği için bağışıklık sistemimizi güçlendirerek hastalıklarla olan savaşta galip gelmemiz mümkün olacaktır.

    Duanın etkisi sadece bununla sınırlıda değildir. Dua ile kendimizle barışık hale geliyor yaşama arzumuzu artırıyor ölümle olan ebedi savaşımızda birkaç kale daha fethetmemize zemin de hazırlamış oluyoruz.
    Samimi bir duruş ile Yaratanla baş başa kalma olarak tanımlayabileceğim dua ile sadece sağlığımızı kazanmıyoruz. Kendimizle ve rabbimizin yarattığı evrendeki tüm nes nelerle barışık zinde formda mutlu umutlu ağrılardan ve stresten uzaklarda yaşayabiliriz.

    Bugünkü bilgilerimizle çözmekte zorlandığımız ve tedavide henüz istenen başarıları yakalayamadığımız ölümcül birçok hastalıkta duyduğumuz başarı hikâyelerinin altında hep bu gerçekliliğin yattığını biliyoruz. Hastalıkları yenme hikâyeleri ile ilgili Türkçemize de tercume edilen batı ve uzak doğu kaynaklı yaşam hikâyelerinin altında hep bu iksirli formülün yattığını görmemiz bizleri yaratanımıza biraz daha yakınlaştırmalıdır.
    Hastalıklar gelmeden sağlığımızın kıymetini bilmemiz nasıl elzemse çeşitli musibetler ve çaresiz hastalıklar kapımızı çalmadan da bizlere şah damarımızdan da yakın olan mevlamızla buluşmalı onunla halleşmeli ve onun düsturları doğrultusunda yaşamaya çalışmalıyız diyorum… Sağlık mutluluk dileklerimle

    *
    4 ...
  4. 4.
  5. 3.
  6. sözlerime burayı kediler başmış diyerek başlamak istiyorum.

    kendisinden pek hazzetmesem de roni margulies güzel açıklamış inanma ihtiyacını; ''Anlamadıkları, çözemedikleri, karınlarını doyuramadıkları, mutlu olamadıkları bir dünyada insanların çektikleri tüm acılara karşı yarattıkları bir ilaç (dinden bahsediyor), yaralarını rahatlatmak için imal ettikleri bir merhem. Evet, ilaçtan ziyade plasebo, şeker kaplı bir leblebi tozu hapı belki, ama doktorlar bilir, plasebolar ilaç içtiğini zanneden hastaları çok zaman iyileştirir. Böylesi bir ilacı ancak hiç acı çekmemiş olanlar; açlıktan, yoksulluktan, çaresizlikten, dünyanın adaletsizliğinden ve anlamsızlığından bihaber olanlar küçük görebilir.''

    din inanmaktan başka bir desteği olmayan insanların rahatlatıcısı, kurtarıcısıdır. insanoğlu kendi fikrinde ulaşılmayacak ve koruyucu bir güç yaratmış ancak bir süre sonra onu kendinin yarattığını unutmuş; kendini var edebilenin ve dünya üzerindeki her şeyi kontrol edenin ancak böylesine bir güç olabileceğini düşünmüş. buraya kadarında bir sorun yok, inanmak insanları rahatlatıyorsa, mutlu ediyorsa, daha kolay yaşamalarını sağlıyorsa eğer inanmalarında bir sakınca yok. sorunlu olan nokta dinin kullanılması ve bunun üzerinden insanlara yüz yıllardır uygulanan baskılar.

    cumhuriyete kadarki toplum biçimlerinin büyük kısmında (ilkel toplumlar hariç), hangi dine inanılırsa inanılsın iktidar tek kişinin elindeki bir güçtür ve bu gücün ona tanrı tarafından verildiği kabul edilir. liderlerinin tanrı tarafından seçilip desteklendiğini düşünen halklar yoğun baskılara bu inanç doğrultusunda göğüs gerer, lidere karşı çıkmayı tanrısına karşı çıkmak olarak görür, isyan etmezler.

    sanayi devrimi sonrası burjuvazinin oluşmaya başlaması ve gelişmesiyle birlikte özellikle avrupa'da kiliselerin halk üzerinde kurduğu baskı sorgulanmaya, kimi yerlerde kırılmaya başlar.
    fransız ihtilali ile birlikte doğan ve tüm dünyaya yayılan 'modern cumhuriyet anlayışı' ile birlikte devletleri yönetme yetkisi tanrılardan alınıp insanlara geçirilmiştir. yönetimin tanrısal bir anlamı olmadığı için halk da yönetime katkı koyabilmiş ancak kurulan cumhuriyetlerin (türkiye'deki de dahil) burjuva niteliğinden dolayı yönetim yeniden belli zümrelerin eline geçmiş ve o zümreler de halkı kah dini söylemlerle, kah liberalizmle, kah milliyetçilikle ya da sol söylemlerle etkilemeye çalışmıştır.

    bu günümüzde de yaygın olarak kullanılan bir yöntem. günümüzde ağır koşullar altında çalıştırılan işçiler, dini inançları dolayısıyla bu duruma isyan etmez, şükrederler. bu onların suçu değildir kesinlikle. suç olan insanları dini bilgilerle donatırken bilimsel ve felsefi yönlerini eksikli bırakmak, bu şekilde sadece onların dini inançlarını savunuyormuş gibi görünerek onların desteğini almaktır. bu sayede halk yok parasıyla 1 ekmeğe 80 kuruş verirken cumhurbaşkanının maaşının 30000 tl olmasını önemsemez. bu nedenle kendinin değil de onların hakettiğini düşünür. şavaşlar, iş başında ölüm, askerlerin şehit olması gibi durumlarda da neden böyle olduğunu sorgulamaz, bunun tanrının emri olduğunu savunurlar. halbuki yaratmış da olsa, yaratılmış da olsa hiçbir tanrı kendine inananlara böylesine kötülükleri reva göremez. gördüğü taktirde dinin varoluş nedeni (yani insanları gözetmek, koruyup kollamak) ortadan kalkmış olur.

    lafın özü buradaki mesele inanmak değil inancın üzerinden sömürülmeye açık olmamaktır, karşı durmaktır.

    son söz: vakti zamanında marx ve engels'in dediği gibi, işte bu nedenlerle; ''din, kalpsiz bir dünyanın kalbi, acı çeken kitlelerin afyonudur.''
    1 ...
  7. 2.
  8. "Öldükten sonra bize ne olacak?", "bizim eve hırsız girdi, yakalanmadı. Allah'ından bulacak mı?", "babam öldü bir daha görüşebilecek miyiz?" gibi sorulara cevap verme ihtiyacıyla aynıdır.
    0 ...
  9. 1.
  10. illa bir şeye sığınıp boşuna yalvarmayı hiç bir zaman doğru bulmadığım için en duygusal anlarımda bile aklıma gelmemiş olaydır.
    1 ...
  11. 10.
  12. çocukken ateist yetiştirilen kişilerde böyle bir ihtiyaç belirmiyor.
    0 ...
  13. 10.
  14. 10.
  15. insanoğlu varoluşundan buyana birşeylere inanma ihtiyacı duymuştur.
    güneş' e tapmış, ay' a tapmış, put a tapmış zeka seviyesi ve bilgi birikimi yükseldikçe kendi tanrılarını yaratmaya başlamıştır. zeus, hara, apollon, hermes bunlardan bir kaçıdır.
    günümüzde ise yine bir çok inanç bulunmakta ve genelde inanç sahibi insanlar diğer inançları kati olarak kabul etmemektedir.

    özet: insanoğlu ihtiyacı olan tanrıyı dahi yaratma beceresine sahiptir. yine aynı insanoğlu kendi tanrısını yok etmeyi bilmiştir. sorun ise bundan sonra yeryüzündeki inanç sisteminin nasıl şekilleneceğidir.
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük