gerçekten de makine olmak yolunda ilerlemektedir. içgüdülerini ve doğal olma durumlarını zamanla kaybetmektedir. peki bu klişe laflardan doğru sonuçlar çıkarmamıza neden olan olay nedir?
cinsel konularda uzman bir hocanın anlattığı bir olaya göre, bundan on sene evvel çocukları olmuyor diye doktora giden karı kocanın, kadının göbek deliğinden ilişkiye girmeye çalıştıkları anlaşılmış. eğer ki bu olay gerçekse insanın aklına hayvanların içgüdüsel olarak çiftleşmesi geliyor. bu insanların eğitimsiz olmaları açıklayabilir mi bu olayı. içgüdülerimizi mi kaybediyoruz anlamadım. evrim sürecinin bazı süreçlerini pas mı geçtik sorgulamaktayım.
makineleşmeyle ilgili olarak, başka bir dayanak noktası ise profesyonellik kavramıdır. çünkü doğada hiçbir şey profesyonel olduğu için değil kendi seyrinde geliştiği için olmaktadır. yılanlar fareleri yer, yılan fareyi yemezse fareler ekilen sebzeleri meyveleri talan eder, yılanlar bu yüzden vardır vs.
insan kardeşlerim makineleşiyoruz hep beraber, bazılarımız kol gücüyle, bazılarımız ise elektrik enerjisi ile çalışıyoruz şimdilik.
hiyerarşik bir sosyal primat türüdür. kurallara, ahlak derslerine ve bunları uygulayacak bir toplumsal yapıya ihtiyaç duyar. ihtiyaç duyduğu toplumsal yapı**dindir. toplumsal yapının uyguladığı kurallar din kurallarıdır. tanrı ise insan için kuralların nihai dayatıcısıdır.
biyo-psiko sosyal yaratıktır.
doğadaki her bir canlıya ihtiyacı vardır da.
Hiç bir canlının yaşamak için insana ihtiyacı yoktur.
kendisi tükeninceye kadar tüketir.
rumuz altına entari giydirirken, ulan şimdi o bana yazdı diye yazdığım düşünülecek, diye hayıflanmama karşın artık yazmış bulunduğum iyi yazar. artık takibimde.
insanın, sonsuzluğun "kan damlası" olduğunu düşünürüm hep.
Tek bir kan damlasına bakarak onun "sahibi" hakkındaki bütün bilgileri nasıl görüyorsak, tek bir insana bakarak da onun "sahibi" olan kainatı ve Tanrı'yı görebiliriz.
Evrene ve Tanrı'ya ait bilmediğimiz ne varsa, hepsini çözecek kilit insanın içinde saklıdır bence.
Belki de içinde böylesine büyük bir bilgiyi taşıdığından insanın kapıları insana kapalıdır, "bir güç" bizim kainatı tanımamıza, en azından şimdilik, izin vermek istemediğinden bizi kendimiz için bir "sır" haline getirmiştir.
Her şeyi yapabiliriz, uçabiliriz, denizlerin altında yürüyebiliriz, yıldızlara gidebiliriz, atomu parçalayabiliriz, topraktan siyah bir sıvı çıkartıp onu enerjiye dönüştürebiliriz, aramızda hiçbir hat olmadan sesimizi binlerce kilometre öteye ulaştırabiliriz, binlerce kilometre ötedeki olayları anında izleyebiliriz, bütün bu mucizeleri gerçekleştirebiliriz ama en basit şeyi yapamaz, kendi varlığımızın gizine erişemeyiz.
Bildiğimizi bile bilmediğimiz bilgiler saklıdır içimizde.
Rüyalar görür ve şaşırırız.
Ruhumuzda taşıdığımızdan bile haberdar olmadığımız görüntüler çıkar karşımıza rüyalarımızda, duygular çıkar, arzular ve korkular çıkar.
Bütün onları nerede, ne zaman biriktirdiğimize dair hiçbir fikrimiz yoktur.
Üstelik, söylenenlere göre, rüyalarımızda ortaya çıkanlar sadece kendi hayatımızda yaşadıklarımızdan değil, bizden önce yaşayanların da tecrübelerinden akmıştır içimize.
Sadece kendimizi değil bir de geçmişi taşırız içimizde.
Bir polisiye roman gibi kurgulanmıştır zihin.
"Sırrı" bulmak için verilen ipuçları genellikle şaşırtma amacıyla çıkarılmıştır önümüze, tam bir çözüm bulduğumuzu sandığımızda bizim çözümümüzü tamamıyla ortadan kaldıran başka bir duyguyla karşılaşırız, o duygunun peşine takıldığımızda öyle yerlere saparız ki asıl hedeften uzaklaşırız ve bulabildiğimiz bütün yollar gelip bir karanlığın içinde kaybolur.
Ve zihnimizde o "karanlık" çok geniş bir yer kaplar.
Bazıları, o karanlığın bir tür "suç ve günah" deposu olduğunu, utandığımız, korktuğumuz ne varsa oraya sakladığımızı ve oraya sakladıklarımızın zamanla bir cehennem buharı gibi tüterek bizi zehirlediğini söyler.
O "depoyu" temizleyerek zehirden kurtulacağımıza inananlar çoktur.
Belki de haklılar.
Kendimizden gizlemek istediklerimiz var.
Ama insanı bütün günahlarından, suçlarından, utançlarından temizlediğimizde geriye kalan "temiz" şeyin bir işe yarayacağını sanmam.
Zaten bütün çıkmaz da burada.
Bizi utandıracak olan "kötülüğün ve günahın" daha doğuştan mayamıza katılmasında.
Onu ayıklayamayız.
Onu yok edemeyiz.
Onu kabul edemeyiz.
Ve bu yıpratıcı çelişkiyle daha doğuştan huzursuzlanırız.
Zaten düşünsenize, eğer biz içimize "kötülük" konmadan yaratılmış olsaydık onca dine, insanı mükemmelleştirmeye çalışan onca ideolojiye ne gerek vardı?
Dinler de, ideolojiler de sürekli olarak kendimizle çarpışmamızı, kendimizi yenmemizi, bir yanımızı silip atmamızı isterler.
Anlaşılmaz olan ise, bunu isteyen güçle, bizi silinemez biçimde "günahkarlıkla" damgalayarak yaradanın da aynı güç olması.
Hatta biraz daha uçlara, biraz daha zihnimizin ağırlığını taşımakta zorlanacak ince dallara doğru tırmanalım.
insanlığın en büyük günahlarından biri olan "ensestin" tanrılara ait bir yaşam biçimi olduğunu söylüyor Jung.
Mitolojiye baktığınızda, bir ensest zinciriyle karşılaşırsınız.
Nasıl oluyor da insanoğlunun yaratabildiği en büyük mitolojide bu büyük günah böyle bir yer bulabiliyor kendine?
Neden tanrıların tanrısı Zeus her türlü günahı bu kadar rahat işliyor?
insanlar her türlü günahı bir cezaya uğramadan, utanmadan, vicdan azabı çekmeden yaşayabilmenin tanrısal bir güç olduğuna inanıyorlar herhalde.
Ve, unutmayın ki tanrılara imrenilir.
Eski Yunan'ın günah dolu bir tanrılar alemi yaratmasının altındaki anlam ne?
Bir yandan Yunan filozofları "iyilik" öğretmeye çalışırken, bir yandan öğrenciler tanrıların günahkar olduğunu öğreniyorlar.
Bu ikisinden hangisine inanacak insan?
Hangisi daha çekici gelecek ona?
iyi ve güçsüz bir insanoğlu olmak mı yoksa güçlü ve günahkar bir tanrı olmak mı?
O mitolojiden yola çıkan Freud her erkeğin annesiyle, her kadının da babasıyla yatmak isteyen bir yanı olduğunu söylemiyor mu?
Biz günlük konuşmalarımızda bile hiç yadırgamadan Ödip kompleksinden, Elektra'dan söz etmiyor muyuz?
Eğer bu söylenen doğruysa, insanın karanlık yanlarını anlamak o kadar kolay olabilir mi?
Üstelik bu artık karanlıkta bile saklamayıp ortaya koyduğumuz, insanlık gerçeği olarak tekrarlayıp durduğumuz bir "kompleks".
Varın siz gizli kalanların neler olabileceğini düşünün.
Bir de bu karmaşık yapı birbirine benzemeyen iki ayrı cinse, kadınla erkeğe ayrılmış.
Doğanın bir araya getirmeye, toplumun ayrı tutmaya uğraştığı iki grup.
Neden doğada çok sıradan olan birleşme insanlar aleminde böylesine karışık ve çetrefil bir ilişkiye dönüşüyor?
Sevişmeler neden kıskançlıklara, sahiplenmelere, acılara dönüşüyor?
Niye bir başka vücudun tümüyle bize ait olmasını istiyoruz?
Sevgiden mi?
Hükmetme isteğinden mi?
Etkileyiciliğimizi ve gücümüzü görme arzusundan mı?
iki bedenin birbirinden zevk almasından intiharlar, cinayetler, acılar yaratan zihnimizin o karanlık yanında neler oluyor?
insanlar neden binlerce yıl sevişebilmek için öyle büyük zorluklar yaşadılar, yasaklarla boğuldular, doğanın güçlü talebiyle boğuştular?
Neden sevişmeyi çılgınca arzulayıp, aynı çılgınca dirençle buna engel olmaya uğraşıyoruz?
Ama daha şaşırtıcı olanı...
Sevişmeyi hayatın doğal bir parçası haline getiren bazı iskandinav toplumlarının da mutluluğu bulamaması.
Şehveti, kendisini sarmalayan karmaşadan ayıklamak da mutlu olmaya yetmiyor.
Mutluluğu sürekli çelişkilerin, zıtlıkların, birbirini inkar ederek bir arada var olan duyguların arasında aramak zorundasınız.
Ve, "kötülükle" damgalanmış ama iyiliğe tapınan bu canlılar öleceklerini biliyorlar.
Bu gerçek onlara bildirilmiş.
"Bu gerçekle yaşa, " denmiş.
O gerçeği bilerek, onun korkusunu her an hissederek nasıl yaşanacak?
insanoğlu öleceğini bile bile nasıl ölmeyecekmiş gibi yaşamayı başarıyor?
Ben her zaman, zihnimizdeki karanlığın asıl nedeninin, ölümle ilişkimizdeki tuhaflıkta olduğuna inandım.
Ölüm korkusuyla yaşama isteğini her an bilinçli bir şekilde yan yana barındırmamız mümkün değil.
Hayat sonlu, ölüm sonsuzdur, bunların ikisini yan yana koyduğunuzda ölüm hayata galebe çalar.
Öleceğimizi bildiğimiz halde öleceğimize inanmamamız hayatta tutuyor bizi.
Zihni bu kadar parlak olan insanoğlunun öleceğini bildiği halde öleceğine inanmamasının, hayatını ancak bu tuhaf "reddedişle" sürdürmesinin anlaşılmaz mekanizması sanırım zihnimizin o ulaşılamayan karanlık kısmında gizli.
Doğanın açıkça ifade ettiği o korkunç "öleceksin" hükmüne karşın zihnimizdeki karanlığa gizlenmiş bir ses bize "inanma" diyor, "unut ölümü" diyor ve sözünü dinletiyor.
Eğer zihninizdeki karanlığı bir gün tümüyle aydınlatırsanız, sizi "ölmeyeceğinize" inandıran sesi de susturursunuz, hayat biter.
O karanlıkta sadece "kötülükler ve günahlar" değil, bizi yaşatan güç de saklı.
Kötülükleri o karanlıktan ayıklama çabası tam anlamıyla başarıya ulaştığında insanoğlunun hayatının sonu da gelir, kimse yaşamaya dayanamaz.
Ancak kötülüklerimizle yaşayabiliriz biz.
Dinlerin daima "ölümden sonrasını" hayatın kendisinden daha çekici olarak anlatması, onun isteğine uyarak mükemmel olmamız, kötülüklerden tümüyle arınmamız halinde yaşamaya devam edemeyeceğimizi bildiğinden belki.
Mükemmel olduğumuzda yaşamaya dayanamayacağımızı, karanlığımızdaki bizi "yaşatan" sesi kötülüklerimizle birlikte temizlediğimizde ölüm gerçeğine karşı direnecek gücümüz kalmayacağını sezdiğinden, dinler belki de "mükemmel biri olduğunda ölürsün ama ölüm hayattan daha güzel" diyor.
Daha da ileri gidip, her din "intiharı" yasaklıyor.
"Mükemmel" olanın ölmek isteyeceğini gördüğünden daha başından o yolu da kesmek istiyor.
inandığınız her şey, Tanrı, din, ideoloji size "mükemmelliği" öğütlüyor ve siz mükemmel olamıyorsunuz.
Mükemmel olarak yaşayamıyorsunuz çünkü.
Ve yaşamak için kötülükleriniz olması gerektiğinden...
Bu kötülüklerden...
Bu günahlardan...
Utanç duyuyorsunuz.
Utanmadan yaşamanız mümkün değil çünkü.
Utanç, yaşamanın bedeli.
O utancı saklayacağınız bir yer lazım size yaşayabilmeniz için.
Zihninizdeki karanlığa saklıyorsunuz siz de.
insanoğlu bu bildiğimiz yaşam biçimini sürdürdüğü sürece kendi karanlığını aydınlatamayacak.
Onun için hiçbir zaman bugünkü yaşam biçimiyle kainatın ve Tanrı'nın sırrını çözemeyecek.
Sır içimizdeki karanlıkta gizli.
Tanrı, içinizdeki karanlıkta saklanıyor.
Kainatı ve Tanrı'yı kendi derinliğinizde taşıyorsunuz.
Onun için onları hep hissediyor ve hiç göremiyorsunuz.
şahsına 2 milyonuncu entryi istemeye gideceğim insan. halbuki benim olmalıydı o entry. nick altım dolup taşmalıydı be. sözlük bayanları zirvelerde 'aa bak bu 2 milyonuncu entryi giren çocuk, yakışıklı değil ama sempatik değel mi' demeliydi. o entryi gösterip onlarla birer hamburger neyin yemeliydik. ama olmadı işte ya. neyse canı sağolsun sahibinin..