inançsızlıktaki ısrarın sebepleri

entry3 galeri0
    1.
  1. Hayatı, her an her şeyin olabileceği korkunç bir kaos ve mücadele sahası, ölümü de ebedî yıkılıp gitme şeklinde gösteren inkârın hakikaten insanı kendine bağlayan, cezbeden hiçbir güzel tarafı yoktur. Aksine o, insan için sürekli bir endişe ve tehdit kaynağı, korkunç bir uçurum ve boşluktur. Fakat insanı kör ve sağır hâline getiren öyle zaaflar vardır ki, bunlara müptelâ olan insan apaçık hakikatler karşısında bile ayak diretebilir, imandan mahrum kalıp inkâra sürüklenir. Bu zaafları ana başlıklar hâlinde şu şekilde sıralayabiliriz:

    1- Kibir

    Kendisini büyük gören bir insan, Allah’a kul olmaktan uzak durabilir. Hâlbuki bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere, Cenâb-ı Hak; “Kibriya, benim ridâm, azamet ise benim izârımdır. Kim benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu derdest eder, Cehennem’e atarım.” (Müslim, birr 136; Ebû Dâvûd, libâs 26) buyurmaktadır. Demek ki, büyüklük, sadece O’na mahsustur. Bunun karşısında insana düşen ise, Allah’a kul olmaktır. Evet, sonsuz, bir tane olduğuna göre, O’nun karşısında her şey, herkes sıfır olduğunu bilmelidir.

    bu mesele, mânâ-i ismî ve mânâ-i harfî temsiliyle izah edilir. Buna göre insana mânâ-i harfî ile bakılmalıdır. Nasıl ki, tek başına bir mânâ ifade etmeyen harfin, bir mânâ ifade etmesi için bir kelime içinde yer alması gerekiyorsa, insan da Allah’a intisap ettiği zaman gerçek kıymetine kavuşacaktır. Yoksa onun kendine mânâ-i ismiyle bakması, kendini müstakil bir varlık olarak görmesi, kendi başına bir şey ifade ettiğini zannetmesi aldanmışlıktan başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde bazılarınca dile getirilen özgüven ve benzeri mefhumlar Allah’a güvenme ile derinleştirilmedikten sonra bir kıymet ifade etmez. Esasında insanın iradesi, meyelânı ve meyelândaki tasarrufu da Allah’ın ona bir armağanıdır. Cenâb-ı Hak, kendi meşiet ve iradesinden ona bir pay, bir hisse ayırmıştır. insan kendi cüz’î iradesini ortaya koyduğu zaman, Allah Teâlâ da meşiet-i uzmasıyla onu teyit buyurur. insan kendisine böyle baktığı zaman, pek çok problem çözülecektir. Yoksa Firavun’a ait olan “Ben sizin en yüce rabbinizim.” (Nâziât sûresi, 79/24) gibi mülâhazalar sadece bir kibir hırıltısıdır.Firavun’un bu sözleri açıkça şirk ve küfür olduğu gibi, “Ben kurtardım; ben yaptım; ben düzdüm; ben koştum; milleti şöyle bir badireden ben halas ettim.” şeklinde düşüncelere girmek de, zımnî dahi olsa bir nevi ulûhiyet iddiasıdır ve gizli bir şirktir. Zira aynı anda iki tane “ben” olmaz. Benlik, hakikî mânâda Zât-ı Ulûhiyet’e ait olduğuna göre, insandaki benlik Allah’ın mevcudiyetini kavrama adına ona verilen bir vahid-i kıyasîden/bir ölçü biriminden ibarettir. Yani insan, iradesiyle O’nun iradesini, meşietiyle O’nun meşietini, azıcık ilimciğiyle O’nun sonsuz ilmini, küçük basarcığıyla O’nun her şeyi kuşatan basarını anlamaya çalışacaktır.
    Diğer taraftan insandaki duyuların eksikliği, sınırlılığı, darlığı ve ihata edilebilirliği, O’na ait olan şeylerin ihata edilmezliğini duyup hissetmesine bir vesiledir.

    “Mahlûklar, O’nun dilediğinden başka, ilminden hiçbir şeyi kuşatamazlar.” (Bakara Sûresi, 2/255) âyet-i kerimesi de insandaki bu sınırlılığa işaret etmektedir. Çünkü muhit, muhit olduğu aynı anda muhat olamaz. Muhit, Allah’tır. Yani O, her şeyi ilim, irade, meşiet ve kudretiyle kuşatmıştır. Bizler ise O’nun tarafından kuşatılmışız. Eğer insan bu mevzuda kendisini olması gerekli olan konuma sağlam oturtamamışsa, imandan mahrumiyet yaşar. işte büyük çoğunluğu itibarıyla insanların imansızlığının arkasında kibre dayalı böyle bir firavunca düşünce vardır.

    2- Zulüm

    imana mâni engellerden ikincisi de haddini bilmeme ve sınır tanımamadır. Bunun bir mânâda zulüm olduğunda şüphe yoktur. Bütün tiran ve zalimlerin imansızlıklarının arkasında bu vardır. Onlar meydana gelen hâdiseleri kendi güç ve kuvvetlerinden bildiklerinden dolayı kaybetmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de resmedilen Karun prototipi bu duruma çarpıcı bir misal teşkil eder. Kur’ân, onun hâlini şöyle beyan etmiştir:
    ''Bu imkânlara ben, ilmim ve irfanım sayesinde kavuştum, dedi. Bilmez mi ki o, gerçekten Allah, kendisinden önceki kuşaklardan kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve serveti daha fazla olan kimseleri helâk etmiştir.” (Kasas sûresi, 28/78) Âyet-i kerimede de ifade edildiği üzere Allah (celle celâluhu) nice güçlü toplulukları, dağları yerinden söküp atacak insanları, hadlerini bilmediklerinden dolayı derdest edip yerin dibine geçirmiştir.

    3- Bakış inhirafı(sapması, bozulması)

    insanların inançsızlığına sebep olan faktörlerden bir diğeri de bakış inhirafıdır. Şayet bakış açısını ayarlayamamışsanız, görmeniz gerekeni ya hiç göremez ya da doğru göremezsiniz. Çalışma ve araştırmalarınız sizi belli bir yere kadar götürse de, Zât-ı Ulûhiyet hakikatine ulaşamadan gider bir yerde takılır kalırsınız.

    Hem bakışta esas olan, bakılan şeyi mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle görebilmektir. Yani bir şey hakikatte ne ise, onu o keyfiyette görebilme gayretidir. Dolayısıyla bakılacak şeye, doğru bakmak gerekir. Ayrıca bakışta görme hedef alınmalıdır. Mesela siz çok sayıda kitabın bulunduğu bir kitaplığa bakarsınız ama bakışınızda bir maksat yoksa karşınızdaki kitapların isimlerini, renklerini göremezsiniz. Onun için derler ki, bakma başkadır, görme başkadır. Bu ikisinin birbirine karıştırılmaması gerekir.

    Kur’ân-ı Kerim, Firavun’un bakış inhirafını gösterme adına onun şu ifadelerini bize nakleder:

    “Ey Hâmân! Benim için bir kule yap. Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Mûsâ’nın ilâhına ulaşırım.” (Gâfir Sûresi, 40/36-37) Çağımızda aynı çarpık bakışa maruz birisi de buna benzer bir ifadeyle, küre-i arzın etrafında dolaştığını fakat bir ilâha rastlamadığını söylediğinde, Üstad Necip Fazıl kendine mahsus sesiyle onun bu sözlerine şöyle mukabelede bulunmuştu: “A be ahmak! Allah’ın -hâşâ ve kellâ- fezada bir balon olduğunu sana kim söyledi!” işte zamandan, mekândan, maddeden münezzeh Yüce Yaratıcı’yı -hâşâ- maddî bir nesneymiş gibi arayıp bulmaya çalışma bir bakış inhirafıdır. Bazıları böyle bir bataklığa saplanıp kaldığından dolayı da bir türlü imanı bulamamışlardır.

    4- Ataları Körü Körüne Taklid

    Ataları taklit etme de inanmamanın sebeplerinden bir diğeridir. Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimesinde müşrik ve kâfirlerin bu tutumunun yanlışlığına dikkat çekmiştir. Mesela Bakara Sûre-i Celilesi’nde şöyle buyrulmaktadır:
    “Onlara Allah’ın indirmiş olduğu şeye tâbi olun denildiğinde, ‘Hayır, biz atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuş isek o yola uyar gideriz.’ derler.” (Bakara Sûresi, 2/170) Tarih boyu, inanmayanlar, inanmak istemeyenler kendilerine göre bir ata, bir tiran bulmuş ve kör bir taklitle onun arkasından gitmişlerdir. Bu mukallitlere göre, ataları taşa, ağaca, helvadan yapılmış putlara tapsa da onlar “lâ yüs’el”dir. Yani sorgulanamazlar. Onların söyledikleri ve yaptıklarında hiçbir zaman yanlışlık aranmaz. işte bu da kaybettiren, imandan mahrum bırakan çok önemli hususlardan biridir.

    Yukarıda sayılan bütün bu engellere bakıldığında, küfrün temelinde aklî, mantıkî ve fikrî bir dayanak bulabilmek mümkün değildir. inanmamaya sebep olarak gösterilen bu faktörlere, mesnet demek de doğru değildir. Çünkü mesnet, ciddî bir dayanak demektir. Bu yüzden inanmayan insanlar, mesnet vehmedilen şeylere dayanarak inançsızlıklarını devam ettirmektedirler ki, esasında bunun da insana vaat ettiği hiçbir olumlu ve güzel tarafı yoktur. Bu durumdaki insanlar sadece muvakkat bazı tesellilerle kendilerini avutmayı tercih ederler. Kendilerince mükellefiyetten kaçma ve rahat etme yolunu iman dairesi içine girmemekte bulurlar. Çünkü iman veya din denildiğinde arkadan diyanet yani amele dair mükellefiyet ve sorumluluklar gelecektir. Zira iman sadece nazarî bir mesele değildir. imanın bir gereği olarak bir kısım mükellefiyetlerin yerine getirilmesi ve bazı yasaklardan da uzak durulması gerekir. Farklı bir ifadeyle, “inandım” demekle iş bitmiyor. Arkasından amel-i salih olarak isimlendirilen bir kısım emirlerin yerine getirilmesi ve münkerat, bağy ve fahşâ olarak görülen pek çok kötü fiilin de terk edilmesi gerekiyor. işte bazıları bütün bunları hayattan kâm almanın önünde bir engel olarak vehmettiklerinden iman dairesine girmemekte ısrar ederler. Böylece insan, inkâr vasıtasıyla, gâyet cüz’î bir sıkıntı kulluk vazifesine gelmesine karşılık, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müthiş mânevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Hem, burada teselli olarak görülen bütün bu hususların, kabrin öbür tarafında insana hiçbir faydası, hiçbir desteği yoktur.

    şu da çok önemli konuyla alakalı bir ayrıntıdır: mü’minler, inançsızlığa sebep olan bütün bu engelleri aşarak iman dairesine girmiş olsalar da, bu zaafların kendileri için de her zaman potansiyel birer tehlike arz ettiğinin şuurunda olmaları gerekir. Çünkü yukarıda sayılan bütün bu faktörler iman dairesi içine girmeye mâni oldukları gibi -hafizanallah- imandan çıkmaya da birer sebep olabilir. Zira bu hastalık ve zaaflar belli ölçüde, insanın duygu ve düşüncesi üzerinde hâkimiyet kurduklarında; vicdanı baskı altına alıp onda delikler, çatlaklar ve kırıklar meydana getirdiklerinde, insan hiç farkına varmaksızın iman dairesinin dışına savrulabilir. Mesela kibirle alâkalı olarak, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem),
    “Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse Cennet’e giremez.” (Müslim, îmân 147) buyurmak suretiyle, bu öldürücü virüslerden birisine dikkat çekmiştir. Bu açıdan insan sürekli kendisiyle yüzleşmeli, sürekli üzerindeki Allah’ın nimetlerini görmeli, bu nimetlere hamd ü senada bulunmalı ve aynı zamanda bunların birer istidraç sebebi olabileceğini de asla hatırdan çıkarmamalıdır.

    düzeltme: Gene eksileyin ama bir okuyun önce.
    3 ...
  2. 2.
  3. 3.
  4. Seksin tatlı gelmesi evet.

    Bi de ateist marjinal olmanın pirim yapması.

    Eğer inancsiz ateist olursanız bolca sikisirsiniz kız erkek.
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük