imam gazzali(r.h.)'yi anlamak için öncelikle ehli sünnet kelamını(eşari-maturidi) anlamak gerekiyor. gazzali'yi eleştirenlerin çoğunluğu bu kelam yorumunu anlamadıkları için eleştiriyorlar.
şimdi en başta bir ehli sünnet kelamcısı için her şey islam'a hizmet için bir araçtır. örneğin bilim bir araçtır bununla sünnetullah'ı anlarsınız, akıl bir araçtır bununla ayetlerde de anlatıldığı gibi mahlukatı inceleyip üzerinde düşünüp iman edersiniz. temyiz gücü dediğimiz iyiyi ve kötüyü akıl ile ayırt edersiniz bunun için gazzali'nin (eşari)de içinde bulunduğu ehli sünnet kelamcıları için akıl çok önemlidir.
işte bazı insanların anlamadığı nokta burada başlıyor. madem aklı bu kadar önemli görüyorlar o zaman neden bazen aklı kullanıyorlar bazı yerde ise aklı hiç önemsemiyorlar gibi eleştiriler geliyor.
aslında mesele tam öyle değil evet ehli sünnet kelamcıları için akıl çok önemli fakat kısıtlıdır. örneğin ne kadar akıl yürütürseniz yürütün gayba(akıl ve duyular yoluyla hakkında bilgi edinilemeyen varlık alanı) dair bilgileri akıl ile elde edemezsiniz. insan nasıl elinden, dilinden, gözünden imtihandaysa aklından da imtihandadır insanın aklının çözemeyeceği şeylerin bulunması imtihan gereğidir.Her şeyi akıl çözebilecek olsa imtihana ve vahye gerek kalmaz. yani ehli sünnet kelamcısı aklı iman etmekte kullanır fakat iman ederken aklının kısıtlı olduğunu kabul ederek iman eder. vahyi en tepeye koyar diğer her şeyi ona hizmetkar yapar. zaten aksi bir müslüman için küfürdür. hiçbir şey vahyin önüne geçemez islamda.
Sözkonusu faturada elbette hatırı sayılır bir payı vardır ama abartmamak lazım. Asıl sebep bambaşkaydı.
Refere ettiğim entry dizisinde açıklamaya çalıştım. Sözlükte yazdığım son uzun entari dizisi o oldu. Baktım ki üç kuruşluk bilgisi olmayan, sağdan soldan duydukları, binlerce kere tekrar edilmiş kısa "açıklamaları" (!), kendinden pek emin cümlelerle (bkz: Dunning Kruger sendromu) bilgidir diye satmaya çalışan cahil cüheladan başka insan yok sözlükte, orada bıraktım.
imam Gazali, ibni Sina ile farabi'nin kafir olduğunu söylemiş. Sebebi ise ibni Sina ve farabi'nin ruhlar ve Uzayın (güneş, yıldızlar, gök cisimleri) yaratılmış olduklarını değil de ezelden beri var olduklarını söylemeleri, düşünmeleri imiş.
günümüz tarikatçılarının mürted ilan ettiği islam alimi. dinin, ahlak ile normatif ilişkisine temel arayan gazali ile yobazları herhalde ki kıyaslamayacağım. günümüze bile ışık tutan çıkarımlar sunan bu bilim insanı ile dini "hangi akraba ile kaç yaşından sonra cinsel ilişki kurulabilir?" sorusuna indirgeyenlerle bir gören aptalların gözümde bademciler kadar değeri yoktur.
imam gazzali, ibni sinayı tekfir ettiği kayıtlarda yazılırdır.
Gazzali’ye göre, Aristo’nun ve ona tabi olmuş Farabî ile ibn Sina’nın tekfiri üç husustan ötürüdür:
a. "Haşir cismanî değildir. insanlar cesetleriyle değil, yalnız ruhlarıyla haşr olunur." demeleri. Bu bütün Müslümanların inancına ters bir düşüncedir.
b. "Allah külli şeyleri bilir, fakat cüzî şeyleri bilmez." demeleri. Bu açık bir küfürdür.
c. "Alemin kadim/ezeli olduğunu"
söylemeleri. Bu üç düşüne islam akidesine, Müslümanların düşüncesine aykırı olup tekfir edilmesi gerekir.
Gazalinin empoze ettiği islami yaşayabilmek için kendinizi tamamen toplumdan soyutlayip, dünyada dünya dışı garip bir varlık gibi davranmanız gerekir. inanmıyorsanız gidin okuyun dört ciltlik ihya_i ulumiddini.
Tehâfütü’l-felâsife’nin temel iddiası, ilâhiyyât meselelerinin çözümünde aklın yetersizliğinden dolayı bir Müslüman için en doğru tutumun bu meselelerin çözümünde dinî açıklamaları kabul etmenin gerekli olduğudur.
Bu noktadan hareketle, filozofların başlıca ilâhiyyât meselelerinin çözümüne dair ileri sürdükleri spekülatif iddiaların kesin ve ikna edici kanıtlara dayanmadığını yine onların kullandığı yöntemlerle ortaya koyan Gazzâlî, rasyonel delillerle kanıtlanması mümkün olmadığı halde başlangıçsız evren ve başlangıçsız zaman fikrini savunmakla islâm’ın hür ve yaratıcı Tanrı inancından saptıklarını; Tanrı’nın ilmini beşerî bilgiyle karıştırarak değişken varlıklar hakkındaki bilgilerin değişmesinin onu bilende de değişiklik meydana getireceği öncülünden hareketle Tanrı’nın yalnız kendisinin bilincinde olduğunu (Aristo) veya tümelleri yahut bütün eşyayı tümel bir bilgiyle bildiğini (ibn Sînâ) iddia etmek suretiyle Allah’ın bilgisini sınırladıklarını; Eflatun’dan beri devam eden nefsin basitliği ve gayri maddîliği şeklindeki iddiaya dayanarak âhiret hayatının sadece ruhanî bir hayat, âhiret mutluluğunun da aklî ve spritüel doyumlardan ibaret olduğu şeklindeki fikirleriyle cismanî dirilişi reddettiklerini, duyu hazları veya elemleriyle ilgili Kur’ân tasvirlerini halkın ahlâkî terbiyesini amaçlayan semboller olarak değerlendirdiklerini düşünür.
Sonuç olarak Gazzâlî, bütün bu fikirleri Kur’ân’da yer alan sarih açıklamalara ters düştüğü ve peygamberleri yalanlama anlamı taşıdığı için filozofların tekfir edilmesi gerektiği kanaatine varmış; bu meselelerin dışında kalan dinî konuların islâm mezhepleri arasında da tartışmalı olduğunu dikkate alarak filozofların bunlarla ilgili görüşlerinin bid’at sayılmasının uygun olacağını ileri sürmüştür. (Tehâfütü’l-felâsife, s. 254; el-Münkız, 26-27)
Gazzâlî filozofların Allah’ın varlığı, birliği, cisim olmadığı, nefsin ruhanî bir cevher olduğu gibi konularda islâmî bakımdan benimsenmesi gerekli olan veya benimsenmesinde sakınca bulunmayan görüşleri de bulunduğunu kabul etmekle birlikte onların kullandıkları yöntemlerle bu kabullerden hiçbirini kanıtlamanın mümkün olmadığını ısrarla vurgular.
Önemle belirtilmesi gereken bir nokta da onun, yine Tehâfütü’l-felâsife’deki çeşitli vurgularıyla Kur’ân’ın ilâhiyyâta dair açıklamalarını benimsemekte rasyonel bakımdan hiçbir sakınca görmediğini ifade etmesidir. Zira bu açıklamaları aklî yöntemlerle kanıtlama imkânının bulunmaması onların akla aykırı olduğu anlamına gelmez. Böylece Gazzâlî akıl üstü olmakla akla aykırı olmak arasında kesin bir ayırım yapar. (bk. DiA Gazzali, Tehafüt, ibn Sina, ibn Rüşd md.)
Gazzâlî’nin esas maksadı, filozofların Ehl-i sünnet inançlarıyla bağdaşmayan yukarıdaki meselelere dair doktrinlerini çürütmekti. Fakat Gazzâlî, her ne kadar filozofları küfür ve bid’atçılık şeklindeki dinî ithamlarla mahkûm ettiyse de yine eski kelâmcılardan farklı olarak felsefeye karşı tenkitlerini onların delilleriyle, yani mantıkta koydukları ölçülere bağlı kalarak (Tehâfütü’l-felâsife, s. 45: Mi’yârü’l-ilm, s. 27) felsefî zeminde yürüttü. Ayrıca filozofları, kendilerinin koyduğu kanıtlama yöntemlerine mantık ve matematik gibi disiplinlerde sıkı sıkıya bağlı kalırken ilâhiyyât meselelerinde zan ve tahminlerle hüküm vermekle suçladı. (Meselâ bk. Tehâfütü’l-felâsife, s. 40, 52-53)
Her ne kadar ilk bakışta onun bu ifadelerinden filozofları, ilâhiyyât konularına dair görüşlerini kesin kanıtlara dayandırma hususunda gevşeklik göstermekle itham ettiği gibi bir anlam çıkmaktaysa da Tehâfütü’l-felâsife’mn temel iddiası ilâhiyyât meselelerinin aklî kanıtlarla çözümlenemeyeceği düşüncesidir. Eğer onların matematiğe dair bilgileri gibi ilâhiyyât konusundaki bilgileri de tahminden arınmış olarak kesin kanıtlara dayalı bulunsaydı aralarında asla ihtilâf çıkmazdı (Tehâfütü’l-felâsife, s. 40). Fakat bu ihtilâflarının asıl sebebi, mantığın çeşitli bölümleri için şart koştukları rasyonel kesinlik ölçülerini ilâhiyyât meselelerine uygulama imkânından yoksun bulunmalarıydı. (Tehâfütü’l-felâsife, s. 45)
Nitekim Gazzâlî, filozofların görüşlerini eleştirdiği yirmi meselenin her birinde onların kanıtlarını sık sık tahakküm (keyfî hüküm verme), tahayyül, telbîs (aldatma), tenakuz, habâi (kafa karışıklığı), bâtıl gibi kavramlarla niteleyerek bu kanıtların kesinlik ifade etmediğini, aynı yöntemlerle bunların aksinin de savunulabileceğini vurgulamış; bu tür meselelerin beşerî akılla çözümlenemeyeceğini, bunun için vahyin klavuzluğuna ve bâtınî keşfe (manevî sezgi) ihtiyaç bulunduğunu ısrarla belirtmiştir. (Tehâfütü’l-felâsife,s. 109, 138, 180-181, 185)
Gazzâlî’nin felsefeye hücumu, o dönemdeki felsefenin disiplinleri bakımından da sınırlıdır. Eleştirisinin ilkelerini koyarken bu felsefenin tenkide konu edilmesi ve tenkit dışı tutulması gereken kısımlarını şöyle belirler:
1. Mantık ve matematik din bakımından tamamen tarafsız ve kesin kanıtlara sahip disiplinlerdir.
Dini savunmak düşüncesiyle felsefe adına bunların eleştirilmesi dine karşı bir “cinayet” olup onu zaafa uğratmaktan başka bir sonuç doğurmaz. (Tehâfütü’l-felâsife, s. 41-42; el-Münkız, s. 22-23) Zira bu bilimler kesin kanıtlara dayandığı için dini güçlendirmek maksadıyla bunlar hakkında kuşku uyandırmaya kalkışan kişi sonuçta dini kuşkulu duruma sokar. Yanlış yöntemlerle dini destekleyenlerin ona vereceği zarar, doğru yöntemlerde dini eleştirenlerin vereceği zarardan daha büyük olur. (Tehâfütü’l-felâsife, s. 42)
Bunun yanında Gazzâlî, filozofların din bakımından zararsız olan bu ilimlerdeki başarılarına bakarak onların metafizik konularında da yanlış fikirlere sahip olmamaları gerektiği gibi bir hataya düşülmemesi hususunda okuyucuları uyarır. Çünkü bir meslekte uzman olan kişinin her meslekte uzman olması gerekmez. (el-Münkız, s. 21-22)
2. Tabiat ilimleri içinde tıp, deneysel fizik, kimya, astronomi, meteoroloji, zooloji, botanik gibi pozitif alanların da din bakımından inkâr edilmesi uygun düşmez (el-Münkız, s. 25; Tehâfütü’l-felâsife, s. 190-191; ihyâ, I, 22)
3. Sebep-sonuç (illet-ma’lûl) ilişkisi ve dolayısıyla mucize meselesi, ruh-beden ilişkisi, ruhun ebedîliği ve ölümden sonra cesede dönüp dönmeyeceği gibi klasik felsefede “tabîiyyât” disiplini içinde incelenen metafizik meselelerle ilâhiyyâta ilişkin problemler hakkında filozofların ileri sürdükleri görüşler hem dinî hem de felsefî bakımdan tartışmaya açıktır.
Gazzâlî islâm toplumunu inançta, kullukta, ferdî ve içtimaî ahlâkta ve genel olarak maddî ve ruhî hayatın bütün cephelerinde ıslah etmenin yollarını Müslümanların kendi ilim, zihniyet ve kültürlerini oluşturan tarihî mirasında görüyordu. Bu mirası ve onun içerdiği ıslah yollarını daha sonra kaleme aldığı ihyâü ulûmi’d-dîn adlı eserinde ortaya koymuştur. Bu sebeple bizzat kendisinin de belirttiği gibi (Tehâfütü’l-felâsife, s. 137) Tehâfütü’l-felâsife’de, filozofların eşyanın gerçeklerinin bilgisine dair iddialarını kesin delillerle kanıtlamaktan âciz olduklarını gözler önüne serip onların kendi iddiaları hakkında şüpheye düşürülmesi amaçlanmış, en önemli temsilcileri Fârâbî ve ibn Sînâ olan felsefenin eleştirilmesiyle yetinilmiştir. (Tehâfütü’l-felâsife, s. 40, 43, 50)
Gazzâlî’nin bu son açıklamasının dikkat çeken bir yanı da onun sadece bu iki islâm filozofunun ortaya koyduğu şekliyle Aristo felsefesini hedef almasıdır. Bu açıklama, giderek yaygınlaşan kanaatin aksine onun genel anlamda felsefeye düşman olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Zira Gazzâlî, “kısır akıl ve ters görüşlere sahip” küçük bir azınlık dışında filozofların önde gelenlerinin, bütün peygamberlerin ortak öğretisi olan Allah’a ve âhiret gününe imanda birleştiklerini, ihtilâfların ayrıntılarda olduğunu düşünüyordu. (Tehâfütü’l-felâsife, s. 39)
Belirtilmesi gereken önemli bir nokta da onun islâm dünyasındaki felsefî gelişmeleri bir yozlaşma hareketi olarak değerlendirmesidir. Her ne kadar Tehâfütü’l-felâsife ve el-Münkız’da islâm filozoflarını ilâhiyyât ve metafiziğe ilişkin konulardaki yanlış görüşleri sebebiyle küfür ve bid’atçılıkla itham etmişse de buradaki “küfür” kavramı, dinî anlamı yanında filozofların geleneğe aykırı düşünce ve zihniyetleriyle müslüman toplumun dışına çıkmış olduklarını ima eden sosyolojik bir anlam da taşımaktadır.
Bu bakımdan el-Münkız ve özellikle Tehâfütü’l-felâsife, kısa sunuş kısmından da anlaşılacağı üzere (s. 37-39) zekâ ve yetenek gelişmişliği itibariyle kendilerini akran ve emsallerinden üstün gören, bu yüzden islâm inanç ilkelerine aykırı fikirleri savunan, ibadet ve ahlâk kurallarını hafife alıp çiğnemekten çekinmeyen, taklidi marifet sayıp eski ünlü filozoflarla takipçilerinin cazibesine kapılarak onların saflarında yer almak hevesine düşen, halk ile ve toplumla kaynaşmayı küçümseyen, atalarının dinlerine bağlı kalmayı hor gören, kısaca kendi toplumunun inanç ve değer yargılarına tepeden bakmayı bir seçkinlik ve üstünlük alâmeti sayan aydın tipini protesto anlamı taşır.
Şüphesiz VI. (XII.) yüzyıl islâm ümmetinin mevcut içtimaî yapısı kesinlikle ıslaha muhtaçtı; fakat Gazzâlî’ye göre bu ıslah Yahudileri ve Hıristiyanları taklit gibi derme çatma tedbirlerle olamazdı. Çünkü onların doğumları ve yetişmeleri islâm dininin dışındaki bir ortamda cereyan etmiştir. Bu ıslah, araştırmacıyı doğruyu bulmaktan alıkoyan zihin karıştırıcı teorik çalışmalarla da sağlanamazdı. (Tehâfütü’l-felâsife , s. 37-38)
Nitekim Gazzâlî, benimsediği bu sağlıklı inceleme yöntemi sayesinde klasik felsefenin temel disiplinlerinden mantık, matematik ve çeşitli deneysel alanların dinî bakımdan ibra edilmesi gerektiğini ortaya koyarken özellikle mantığın kanıtlama yöntemlerinin Sünnî kelâmında kullanılmasına önderlik etti.
Cüveynî’nin öğrencisi olduğu dönemlerde Gazzâlî, bazı felsefî konularla kısmen meşgul olmakla birlikte asıl felsefe incelemelerine 484’ün Cemâziyelevvel ayında (Temmuz 1091) gittiği Bağdat’taki ilk hocalığı sırasında başladı, el-Münkız’da belirttiğine göre yaklaşık iki yıl süreyle felsefeyi sistemli bir şekilde inceleme imkânı buldu; ayrıca muhtemelen islâm felsefesiyle geleneksel islâm inançlarının bağdaşan ve çelişen yönlerinin neler olduğunu tesbit etmek için de bir yılını harcadı. Ardından bu felsefenin doğru ve objektif bir tanıtımı mahiyetindeki Makâśıdü’l-felâsife’yi yazdı. Müellifin rakip akımları doğru tanımak ve tanıtmak gerektiği şeklindeki yöntemi uyarınca eser öylesine ustalıkla yazılmıştı ki, XII. yüzyılda yapılmış olan Latince çevirisinde eserin tanıtım sayfalarının bulunmaması yüzünden skolastik âlimleri uzun süre onun bir ibn Sînâ öğrencisinin kaleminden çıktığını zannettiler.
Gazzâlî, Makâsıdü’l-felâsife’de vaad ettiği üzere (s. 32) bu eserin hemen ardından, yazmaların birindeki kayda göre (Bouyges, s. 23) 11 Muharrem 488’de (21 Ocak 1095) tamamlanan ve kelâmcılarla islâm filozofları arasındaki hesaplaşma tarihinin en önemli ürünü olan Tehâfütü’l-felâsife’yi kaleme aldı. Müellifin bu eseri yazmaktaki asıl gayesi, yirmi noktada topladığı temel meselelerle ilgili görüşlerini dikkate alarak filozofların islâm inançları açısından durumlarını tesbit etmekti.
islâm düşünce tarihinde filozoflarla kelâmcılar arasındaki tartışma Gazzâlî ile başlamış değildir. Temelde akılla vahyin karşı karşıya getirilmesinden kaynaklanan ve Gazzâlî’den önce yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi bulunan bu çekişmenin, bir yönüyle islâmî bilgilerle dışarıdan gelme bilgiler veya daha genel olarak yerli kültürle yabancı kültür arasındaki çatışmadan kaynaklandığı, nihayet bunun bir zihniyetler çatışması olduğu da söylenebilir.
Ancak daha önceki kelâmcıların, tehlikeli bir alan olarak gördükleri ve gösterdikleri felsefeye yeterince inceleyip kavramadan ve belli bir yöntem geliştirmeden, derme çatma bilgilerle ona hücum etmelerine karşılık kendisinin de haklı olarak belirttiği gibi ilk defa Gazzâlî, döneminde yaygın olan Aristocu - Yeni Eflâtuncu islâm felsefesiyle doğrudan temasa geçerek onu baştan sona inceleme cesaretini göstermiştir. Çünkü Gazzâlî, eski kelâmcıların felsefeye yönelik tenkitlerinin çelişki ve yanlışlığı apaçık, sığ ve bölük pörçük sözlerden ibaret olduğunu, bunlarla -ilmî inceliklere vâkıf olanlar şöyle dursun- sıradan insanları ikna etmenin bile mümkün olmadığını görmüştür. (el-Münķıź, s. 16)
Halbuki çeşitli akımların görüş ve iddialarını onların kendi yöntemleriyle inceleyip öğrenmeden yanlış taraflarını tesbit ederek eleştirmek muhaldi ve bu tutumun araştırmacıyı ciddi hatalara götüreceği açıktı. (Makâśıdü’l-felâsife, s. 31)
imam gazzaliye (ehli sünnet akaidi) göre din akıl değil nakildir. Fakat bu maddi alanda ilmin aklın ve düşüncenin reddi de değildir. Zaten iman kalbi bir haslet olup bu noktada aklın görevi onu inkar etmek üzere sorgulamak değil bilakis nefsi kalbi ve ruhi idrak ve mutmain ile tastik etmek ve imanı yaşamak üzere kişiye yol göstermektir. Onun (gazzali) yaptığı; Sadece felsefenin (aklın ve mantığın) idrak sınırlarının dışında kalan dinin metafiziğin maneviyat ve ilahiyyatın (bu konuları) tarifindeki acziyetini inkarını cehaletini mantıksızlığını ve tutarsızlığını orta yere koyması ve maddi manevi hiçbir temeli ve dayanağı olmayan safsatalarını meydana çıkartıp çürütmesidir. Buna itiraz edemeyenler bazı tenkid ehli ulemayı refere edip sözde dini ilimler (hadis fıkıh tefsir kelam) üzerinden hz. imam gazzaliye yükleniyorlar ise bilsinler ki imam felsefeyle uğraşmadan önce de bu ilimlerde, medreselerde müderrislik (prof.) Seviyesinde bir ilim adamı ve pek kıymetli ilimde ruus sahibi rasih zahid bir alim zat idi. Boşuna debeleniyorlar. Bu tezgahtan onlara ekmek çıkmaz. Karşılarındaki zatı muhterem huccetül islam imam gazzalidir. Kendisi ilimde öyle bir çığır ve kapı açmıştır ki, zulmani küfrani tağuti ve şeytani bütün fikriyat yer ile yeksan olmuş paramparça edilmiştir. Onun münvezi zahidane ve sufiyane yaşadığı hayat sünneti seniyyenin bizzat içinde yer alan ashabı suffenin, aşereyi mübeşşerenin, seçkin sahabiler, radıyallahu anh efendilerimiz; başta imam hz ali, ebu hureyre, selmanı farisi, ammar bin yasir, mikdad bin esved, ebu ubeyde bin cerrah, ebu zerr-i gıfari gibi müminlerin lider kadrosunun ve müslümanların seçkin (hass ül hass) lerinin yaşadığı hayattır. Tavsiye ettiği budur. imam gazzaliyi idrak seviyesinden uzak bir takım cahil ulema ve haset tayfanın dışında ehli sünnet içerisinde kim tenkit ettiyse el-hakikat bilsin ki ilim ehli tenkitten bizar değildir. Bu onun kadru kıymetini düşürmez. imam gazzali ehli sünnet ulemasının göz bebeğidir. O sanki Kutup yıldızı polaristir. Allahu alem. Allah ondan ebediyyen razı olsun.