ilk esler ve tekbasina kahramanlar

entry2 galeri0
    ?.
  1. André Malraux, efsanesini olağanüstü güçlü zekâsı, monologlarının büyüleyici niteliği, çağının ruhunu sezinlemedeki inanılmaz yeteneği ve yenilikçi yazınsal biçemi üzerine kurdu. Bu efsaneyi, bir de, erkeklerin tek başına cesareti ile kadınların ortak sessizliğine dayandırıyordu. Clara Malraux dünyaya -daha çok da ona- başlangıçta kendisinin de orada olduğunu; Malraux'nun, yapıtının ve ününün temellerini attığı, birlikte geçen o on beş yıllık oluşum sürecinde, kendisinin ve yaşamöyküsünü yazanların göstermek istedikleri gibi, tek başına bir serüvenci olmadığını anımsatmak için üç roman ve altı cilt anı kitabı yazdı.
    André ile Clara, 1923'te, her ikisi de yirmilerindeyken, o zamanlar Hindiçini diye bilinen yere, Rimbaud'nun Habeşistan'a gidişini anımsatan bir serüvene doğru yelken açtılar: Amerikalılara satmak üzere Khmer heykelleri edinmek istiyorlardı. Para, iki yıl önce evlenmelerinden beri alıştıkları yaşam tarzını sürdürme olanağı verecekti onlara. Bu evlilik bir tutku ve isyan, ama aynı zamanda bir para eylemi olmuştu.

    Action dergisinin yönetmeninin yazarları için verdiği bir yemekte ilk kez karşılaştıklarında -on dokuz yaşındaki André ilk düzyazı şiirini henüz yayımlamıştı bu dergide- Clara, genç adamın toyluğunu, kendine güvensizliğini ve gösterişsiz geçmişini daha ilk anda fark etti. Daha da önemlisi, henüz bir delikanlı olan bu insanın olağanüstü gizilgücü hemen gözüne çarpmış, fakat ortak bir ruh da bulmuştu onda. Konuşmaya başladılar ve hiç durmadı bu konuşma. Okuduklarından, sanattan, şiirden, burjuva kendini beğenmişliğine karşı ortak isyanlarından, serüven ve gezi susuzluklarından konuştular. Bu bağımsız, kışkırtıcı, zeki genç kadın şaşırtmıştı Malraux'yu; onun bilgisinden etkilenmiş, Yahudiliği -ondokuzuncu yüzyıl Fransız edebiyatının, karşısında erotik bir heyecan duyduğu bir kimlikti bu- ve hadi saklamayalım, parası çekmişti onu. Clara ise, oluşmasına yardım edebileceği, geleceğin güçlü "Büyük Yazar"ını, (okuyacakları ve yazacakları) kitapları ve uzun yolculukları paylaşabileceği ideal bir arkadaş görmüştü onda. André, cinsiyetinin onu hapsettiği boğucu burjuva çevresinden kaçmasını sağlayabilir; o da onun o kasvetli ve kararsız halinden kurtulup daha kozmopolit ve kibar bir dünyaya girmesine yardım edebilirdi. Birbirlerine âşık oldular.

    André Malraux kadınlar tarafından büyütülmüştü, ama onun erkek kahramanlarını hep nostaljik ataerkil figürler oluştururdu. Kendinden daha yaşlı, daha zengin ve daha kendine güvenli bir kadınla evlenmişti, bu bağımlılığından dolayı hiçbir zaman affetmedi kadını. Hayatını kurtarmıştı. Bu küçülme, utanç duygusu, köklerini, işkence ve ölümle yüz yüze erkeklerin onurunda bulan bir erkek arkadaşlık etiği oluşturabilirdi. Clara onun bu borçluluğu bu denli küçültücü bulduğunu hiçbir zaman anlayamadı. Rolleri değiştirmiş olsalardı, kendisinin bundan heyecan ve gönül borcu duyacağını düşünüyordu. Fakat bakışımsızlık öyle bir şeydir ki, bir erkek tarafından 'kurtarılmak' bir kadının kadınlığına fazladan bir şey eklerken, bunun tersi de doğrudur; Malraux'nun planlarındaysa, kadınlaştırılmak diye bir şey yoktu. Clara'ya olan borcu gerçek yaşamda bütünüyle silinmediyse de, en azından romanlarında yapabildi bunu. La Voie royale'de (1930, Büyük Yol) Kamboçya deneyiminin kurgusal yönlerini bir araya getirdiğinde, serüvene atılanların ikisi de erkekti. Metinde yalnızca orospular vardı kadın olarak.

    Yazınsal üretkenlikle siyasi eylemi birleştiren, 1930'ların yalnız başına kahramanına Fransa'nın neler verdiği, André Malraux'nun sıkıcı, kuru gerçekliklerinden çok, şaşaalı bir imajlar dizisini ebedileştiren birçok yaşamöyküsünün şişirilmiş retoriğinden anlaşılabilir. Önce, sui generis rica. Ardından, ertesi yıl sömürgecilik karşıtı bir gazete çıkarmak için Hindiçini'ye dönüşünden sonra, Çin'deki devrimci etkinlikler - hiçbir zaman gerçekleşmedi bu. Saba melikesi Belkıs'ın harabelerine keşif gezisi - asla bulamadı burayı. (Nazilerin Reichstag'ı ateşe vermekle suçladığı) Komünist Dimitrof ile Thälman'ın Goebbels'le görüşmek üzere serbest bırakılması için çalışan bir gruba başkanlık etmesi - bunda da başarılı olamadı. ispanya iç Savaşı'ndaki pilotluğu - hiç kimse cesaretini yadsımasa da, başardıklarının farklı şekillerde değerlendirilmesi. Ve çok geç katıldığı Direnme hareketi - ama bu katılışın abartılı değerlendirilişi. Üniformalı yazar tipi, 1930'ların Fransız kültürü için önemliydi, Fransız yazınının ve Fransız erkeklerinin yeniden erkekleşmesinin işaretiydi bu. '20'ler 'Yeni Kadın'ın on yılı olmuş olabilirdi -beraberindeki cinsel yananlamlarla birlikte-, ama '30'lar, hiç de rastlantı olmayarak, aslında çok farklı bir anlamı olan 'Yeni Erkek'in on yılı olacaktı. 1930'da Drieu la Rochelle, Fransız toplumunun ve entelektüellerin yıkılışına duyduğu giderek artan ilgiyi dile getirirken, André Malraux'yu 'yeni insan' olarak kutsuyordu. André'nin, çocukluğunda kadınlara bağımlılığına, daha sonra da Clara'ya olan borcuna yanıt olarak, kadınlaşmadan duyduğu kişisel korku, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve savaş sonrası dönemde kadınların kurtuluş hareketi olarak algılanmış olan şeye karşı gittikçe artan bir toplumsal dirençle aynı zamana rastlıyordu. Aynı zamanda, bu dönemde geçerlik kazanmış olan, yazarların eşcinselliği, entelektüellerin edilginliği ve Fransa'nın çöküşü gibi çağrışımlarla bir noktada birleşiyordu. Yalnızca, şiddet, devrim ve onur gibi izlekler üzerinde önemle durduğu metinlerinde değil, aynı zamanda yazar-serüvenci olarak kazandığı başarılar, Fransız erkek yazarlarını, kendilerine, kafalarını öz-çözümleme, içedönük dalınç ve eşcinsel içtenliğine (Malraux'nun Antimémoires'de Gide'i kastederek 'giz peşinde koşma' diye alay ettiği şey) takmış olan bir önceki entelektüeller kuşağından miras olarak kalan imajdan kurtaracaktı. Bunun yerine, kadınların katılmadığı, böylece zayıflatamayacakları ya da sulandıramayacakları, yalnızca erkeklerin çalışmasına dayalı, devrimci ya da felsefi bir etik eylem alanı kurdu. Böylece, başlangıçta nerdeyse tek başına, erkek egemenliğini koruyarak Fransız yazınını gençleştirdi ve onun erkek kimliğini pekiştirdi (Saint-Exupéry, Drieu de la Rochelle, Montherlant, Brasillach, Céline ve başkaları gibi, politik ve yazınsal yönler bakımından birbirinden çok farklı kişiler de eklendi bu özel harekete). Romanları, - 1928'de, Les Conquérants (Fatihler), 1930'da La Voie royale, 1933'te La Condition humaine, 1937'de L'Espoir - çok etkili bir düşünce ve eylem birliği sunuyordu. Entelektüellerin pilot olabileceklerini, teröristlerin filozof olabileceklerini gösterdi. insani girişimin saçmalığı ile yüz yüze gelen roman kahramanları Uzakdoğu'daki ve Avrupa'daki devrimci eylemde anlamın ne olduğunu keşfediyordu. Onun fatihleri haritalarda izler bırakıyor, alçalma, hapis, işkence ve ölüm karşısında bile eylemden dönmüyor, yabancılıklarını devrimle aşıyordu. Fakat bu değerleri sergileyen ve kendisine 1933'te Goncourt Ödülü'nü kazandıran roman, insanlık Durumu adını taşımasına karşın, ortak amacı onun yapıtlarında bulmuş olan kahramanlar bunu bir kardeşlik ruhu içinde yapıyorlardı. Genç Fransız öğrencilerden oluşan bir kuşağı -kendisinin hiçbir zaman girmediği- Komünist Partisi'nin eşiğine getirdikten sonra, göz kamaştırıcı söylev yeteneğini davasının hizmetine koyabileceğini keşfetti ve kalabalıkları anti-faşist savaşım adına peşinden sürükledi. 1930'ların sonunda, André Malraux, tam bir kültür kahramanına dönüştürmüştü kendini. Fakat hiç unutulmamalıdır ki, çekiciliği, büyük ölçüde, renkli çalkantılı yaşamını saran giz perdesi içinde yatıyordu.

    devami ikinci entry'de...
    1 ...
  2. ?.
  3. Yapmacık süslerin, yükselişin, mitomaninin tanığı olan kadın bir diken gibi duruyordu yaşamında. Onun her zamanki tekbaşınalık savının da tanığıydı bu kadın ve buna direnmişti. ilk romanlarındaki kahramanlar için olduğu gibi, Malraux için de dil, insani iletişimin başarısızlığının bir kabulü idi. Tekbaşınalığı güçlendirmenin, anlaşılması güç bir sözel mimari yapı yoluyla egemenlik kurmanın bir yolu oldu bu onun için. insani coşkuların karmaşıklığından ve önceden bilinemezliğinden rahatsız olarak, çevresinde katıksız soyut fikirlerden bir duvar ördü. Öyküden ve söylemden dışarı sürülmüş olan Clara, gücünün büyük kısmını onun olayları görüş tarzını düzeltmeye adıyordu. Ne de olsa, Phnom Penh'de, Saigon'da, Moskova'da ve Madrid'de onun yanındaydı. Onun yazdığı her şeyi okuduğunu ve onunla tartıştığını, apaçık destek sağladığını inatla ileri sürüyordu. Gerçekten de, '30'ların başlarında Nazi rejiminden kaçıp Fransa'ya sığınmış olan Alman göçmeni yazarların anıları, onun çevirmen ve aracı rolünde başarmış olduğu tour de force'a (beceri, ustalık) tanıklık ediyor. 1923'ten 1925'e kadar Hindiçini'de yayımlamış oldukları sömürgecilik karşıtı L'Indochine gazetesine önemli katkıları olduğu gibi, anti-faşist entelektüel direnişin merkezlerinden biri olarak onların Bac caddesindeki evlerinin kuruluşunda da önemli yardımı olmuştu. André, Clara'nın olaylar hakkındaki görüşünü düzeltme, anlatısına doğrudan katılma girişimlerini, oluşturmakta olduğu imaja bir saldırı, devamlı bir bastırma, bir dizi küçültme hareketi olarak görüyordu. Bir yargıcın üzerine dikilmiş gözleri altında yaşayamazdı artık, ve sonunda bunu ona söyledi. O da yazmaya başlayınca, yatağında bir rakip istemediğini de eklemiş olabilir. Clara bu çalışmasını önce sır olarak saklamış, sonra yazdığı metni bir gün göstermişti ona. Çok hoşgörüsüzdü André: "ikinci sınıf bir yazar olacağına benim karım olsan daha iyi edersin." Bu tepkiyi, André'nin zaten bilinen kadın yazarlardan kuşkusundan çok Clara'nın yazdıklarının özyaşamöyküsel olmasına ve asal konu olarak kendi birlikteliklerini almış olmasına verebiliriz. Dolayısıyla, Clara yalnızca, daha soylu yorumlara açık tutmak istediği bir yaşamın daha özel yönlerini açığa vurmakla değil, aynı zamanda onun Antimémoires'da o kadar küçümseyerek reddettiği "devamlı küçük şeylerle uğraşmak"la da suçlanıyordu. Kendisi en iyi yapıtlarını karısı yanı başındayken yazmıştı, ama o bu yazdıklarını ciddiye alıp tek başına devam edecekti yoluna.

    André Malraux'nun yapıtları çoktan yüce yerini bulmuş, antolojilere girmiştir. Benim amacım onu bu duruma getiren ölçütleri tartışmaya açmak değil. Fakat Clara'nın savaşımı, '20'lerin adları silinmiş o "ilk eşler"in daha karanlıkta kalmış yol notlarını aydınlatıyor. En ciddi politik ayrılıklara karşın sürmüş (komünistliğin sınırındaki Malraux ile faşistliğin sınırındaki Drieu, ikincinin ölümüne kadar dosttular), ve kardeşlik diye göklere çıkarılmış o bozulmaz erkek ilişkilerine bir karşıtlık getiriyor. Fakat belki bundan da önemlisi, Clara'nın çizdiği yörüngeyi anlamaya çalışmak, André'nin adının zihinlerde uyandırdığı sanat ve yaratıcılığı daha geniş açıdan düşünmemize yardım edebilir. Clara Malraux'nun yaratıcılığı başka alandaydı. Sözcüğün bilinen anlamıyla bir yazar olmayabilir o. Fakat bir yazın kadınıydı, Paris'te Adrienne Monnier ya da Buenos Aires'te Victoria Ocampo ne ise öyle; ya da bir yüzyıl önce Almanya'da (yaşamöyküsünü ölümünden üç yıl önce yazmış olan) Rahel Varnhagen nasılsa öyle. Yazın için yaşadı o, yaşamının büyük bölümünü yazınsal ve politik eleştiriler çevirerek, yazarak geçirdi, ciltlerce anı yazdı, gerçek umut sezinlediği genç yazarlara destek oldu (hiçbir zaman da yanılmadı bunda). Yaratıcılığı farklı, bu yüzden de tanımı güç bir kadındı; sayısız çevirilerinde, ateşli konuşmalardaki belleğinde, anılarındaki zekice gözlemlerde, uluslararası bağlantı ve ilişkilerinde, insanları bir araya getirme yeteneğinde, insanlara karşı duyduğu merakta, yazın tutkusunda ve bu konudaki derin bilgi ve iletisinde kolayca görülebilir bu. André'nin anıtsal ününün, metinlerinin yüceliğinin, politik boyutunun ve "büyük insan"larla birlikteliğinin yanında, Clara ilk bakışta küçük bir figür gibi görünür. André, düşüncelerini nasıl dizginleyeceğini, ayrıksılığını nasıl devam ettireceğini ve yapacağı en iyi şeyleri nasıl sona, boş bir sayfaya saklayacağını başlangıçtan beri biliyordu; Clara tükenmeyen canlılığını, birlikte girişimlerinde cömertçe harcadı. Büyük Yol'daki serüvenci Perken gibi André Malraux da bir iz bırakmak istiyordu - onun durumunda, Fransız yazın haritasıydı bu. Par de plus longs chemins'deki (En Uzun Yolu Tutarak, 1953) kadın kahramanı Monique gibi Clara Malraux da izler bırakmak istiyordu. Ama izler silinmez de olsa, elle tutulur şeyler değildir - keşfedilip, kaydedilip saklanmadıkça elbet.

    Isabelle de Courtivron
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük