ilhan irem

entry457 galeri30 video13
    174.
  1. onu seven dinleyen insanlarda ortak bir sürü huy ve alışkanlık gözlemlemişimdir.
    sanki farklı bir enerji alanı oluşturuyor adam.hep sevmişimdir.ilhan seni gidi deli.
    depresif zamanların avare bülbülü.şirin ruhlu adam .
    0 ...
  2. 175.
  3. "bildiğimiz nedir bu alemde?... sonsuzluğun ve sınırsızlığın içinde zerrelerden, bütünü yakalamaya çalışıyoruz. aslında akıllıca. çünkü her bir zerrede kayıtlı varoluşun gizemi. görmeyi başarana her yan aydınlık, duymayı başarana her dem çalmakta sırların senfonisi.."
    1 ...
  4. 176.
  5. ucube
    şarkı söyledim. sıcaktım... çok sıcak. durdum yalnızca. geçip gidenler... görenler... bakanlar daha çoktu. incelediler. günlerce... aylarca... yıllarca... (saçlarım bile uçmuyordu) biri dokundu ürkekçe. sonra ötekiler... kolumu çekti birisi. işaret parmağım koptu önce. sonra ötekiler. kollarımı kırdılar. alıp başımı gitti birisi! duruyordum öylece. sihirliydi duruşum. cadı fırtınalarıyla çekelediler boynuma ipler geçirip. itinalı, kaskatı donuk, güliver. ellerinde sicimler ve tören çiçekleri korku romanları yazıyor cüceler. tekbirlerle yaklaşanlar yamacıma... hıçkırsam köşe bucak kaçışıyorlar. taa nerden nereye kadar duruyorum. bedevinin biri başımı sunak yapmış çadırındaki musandıraya. kazmalar tarihe karışıyor... yüreğim, kollarım, parmaklarım yerli yerinde.
    nisan 2011
    1 ...
  6. 177.
  7. çok hüzünlendiren şarkıları olan sanatçı.
    0 ...
  8. 178.
  9. hayalimdeki renkler
    kelebek, şarkılar söyleyip neşeyle uçarken sudaki yansımasını gördü. “artık özgürüm” dedi. “dünyanın bütün renkleri kanatlarımda. istediğim yere uçabilirim. kozamın içinde küçük bir tırtıl olduğum zamanlarda yalnızlığı, kozamı yırtıp özgürlüğe kavuşunca da varolmayı öğrendim. kendi iç sesimi buldum kainatın şarkılarında. kanatlarımı hayalimdeki renklere boyayacağım. bütün mevsimlerde korkusuzca uçacağım. yağmurlardan sonra güneş açsın diye… gökkuşağı resimleri çizeceğim geceye.” orman sakinleri, gökyüzünde peri tozları bırakarak uçan kelebeği hayranlıkla izliyordu. derken, başka kelebekler de bu büyülü dansa katıldı. görüntüler muhteşemdi. o gece herkes kendi masalını düşünerek uykuya daldığında, gecenin sesi karanlığın kulağına fısıldadı; “bugün göl kenarında tuhaf olaylar yaşandı. kelebek suya bişeyler söyledi. diğerleri gizlice dinliyordu. sincap, tavşan, tarla kuşu, çiçekler, rengarenk kelebekler ve ötekiler… bir sihiri paylaştılar. gönülden gönüle sırdaştılar. perilere layık bir şölendi. günün ilk ışıklarıyla, şafak pembesinde uçup gittiler. sonra garip bir şey oldu! peri tozlarının gökyüzünde kaldığı sabahtan beri ormanda herşey değişti. artık kimse karanlıktan, fırtınadan, şimşekten ve yalnızlıktan korkmuyor.”
    ışık ve sevgiyle... ilhan irem (nisan 2011)
    1 ...
  10. 179.
  11. arabik katastrof
    fırtına… rüzgar çok şiddetli esiyordu. hatırladığım sürekli bir yolculuk hali. soluk soluğa koşuyorduk… ve sağımızdan, solumuzdan insanlar geçiyordu. yuvarlanan, takla atan, koşmaya, yürümeye çalışan, sürüklenen insanlar… kimi kendini boşluğa bırakıyor… kimi bir eliyle şapkasını tutup, öne doğru eğilerek kasırgada ilerlemeye çalışıyordu. bir zaman yoldaşlık, yarenlik ettiğimiz aynı yönün yolcuları, daha sonra rüzgarlara kapılıp, anılardan bile uzaklara savruluyordu. rüzgar yağmura, yağmur çamura, çamur batağa, batak dışkıya dönüştü. yok oluşlar giderek daha hızlı ve daha acı verici bir hale geldiğinde, buz gibi bir duşun altına girmiş gibi duyularımızı yitirmeye başladığımızı hissediyorduk. sevgiler bir bir buharlaşırken artık biliyorduk; aydınlık yolculuğunu terketmeyen bir avuç insan dışında, ‘herkesin ama herkesin bir kaynama noktası vardı. dünyanın ar damarı patlamıştı! karanlık çağlar yuvarlanan siyah çığlara dönüşerek, kavurucu lav dereleri üzerinde anlamsız sayıklamalar gibi üstümüze geliyor, yakıyor, donduruyordu. oysa biz denizlerin deniz, yağmurların yağmur, aşkların aşk, insanların insan olduğu masumiyet çağlarından geliyoruz. kavgaları, sevişmeleri farklı… sessiz, saygılı, huzurlu bir alemden. nostalji edebiyatı değil… başka bir gezegenin, başka bir ülkesinin sokaklarıydı oraları. yün yumakları gibi çileler halinde yuvarlanan bu cansız sürüye benzemeyen başka türlü canlıların yaşadığı bir dünyanın çocuklarıydık. rüzgarlara kapılmamayı, kendimiz olmayı, gönlümüzün peşinden gitmeyi öğrendik. narin ve dirençliydik… dikenlerimizi kendi ruhumuza batıran yalnızlık gülleri… kadifemsi, hüzünlü, coşkulu, teslimiyetsiz. hep birşeyler oldu, hiç vazgeçmedik. dünyalar kuruldu, dünyalar yıkıldı… yaşamasız birileri hep vardı. geldiler, herşeyi silip süpürdüler… yılmadık, yeniden başladık. bebekliğimizden, ilk gençliğimizden beri süren bir gel-git. altmışlarda, yetmişlerde, seksenlerde, doksanlarda, ikibinler ve ötesinde… hep birileri geldiler, sanatı, müziği, sokakları, kürsüleri, sahneleri talan edip gittiler… hep geldiler… ve hep gittiler! gelenler gitmeyecek gibiydiler… ikbal sarasına kapılmış bir güç histerisinin sarsıntılarıyla döneniyorlardı. öylesine emin kendilerinden ve zamana yapışık. hiç ihtimal verilmiyordu gideceklerine. gittiler! inandığımız yoldan hiç sapmadan, inandığımız gibi yürüdük. yollarımıza duvarlar ördüler kanatlandık. gönlümüzün müziğini yaptık… gönlümüzün renkleriyle boyadık gökyüzünü. gönlümüzdeki insanlarla, gönlümüzce yaşadık… şeffaf ruhlarımızla sevdik.. geleceğe taş olanlarla kavga ettik, her zaman korkuzuca söyledik sözlerimizi, kendi lisanımızla… kelimelerin ziyan olacağı değersiz çağlarda ise sustuk. kasırgaya, sellere kapılmadık… korkup yıkmaya çalıştıkları, yıktıklarını zannettikleri heykeller gibi durduk. saçlarımız bile uçuşmadı… biz hep kaldık! ama o gelenler… hiç gitmeyeceklerini zannedenler... koca bir toplumun kaderini iki dudağının arasına alanlar… azametlerine kutsiyet vehmedilen tiranlar… ülkeyi firavun mezarlarına çevirip, herşeyi ölümsüz iktidarlarının ebedi hayatlarına göre dizayn edenler… hepsi gittiler. sapla samanın bu kadar karıştığı… karanlığın böylesine içinden çıkılmaz bir batağa dönüştüğü… yalan ve tertibin yaşam biçimi olduğu böylesi bir dönem daha önce hiç yaşanmadı. haksızlığın ve vicdansızlığın tarihe kazındığı bir siyah çağ! azılı domuz bağcılarını, çocuk tecavüzcülerini ortalığa salarken, suçunu bile bilmeyen insanları zulümhanelere, tecrit hücrelerine tıkan, adaleti, insanlığı, hakkaniyet duygusu yitik bir sözde güç! ve böylesine tepetaklak oluşa isyan edenlere hala; “adaletin görevini yapmasını sabırla niçin beklemiyorsunuz?” diyebilen… arkasından en demokratik havaları takınıp; “yoksa siz türkiye’nin darbe gündeminden arınmasını istemiyor musunuz?” eklentisiyle, artık sinirleri hoplatma aşamasını kahkahalara dönüştürecek denli bir komedi sahneleyen, gözü aymazlığa dönmüş, egemenlerin uskur suyu aydıncıkları… olmayan bir örgütün, olmayan davasının, olmayan delilleriyle, cahil halkın sırtında, bağırtılarla, kara çalmalarla, tertip üstüne tertiplerle ilerleyen… dalgalarını basılmayan kitapların imhasına kadar vardırabilen… resimlerle, heykellerle, şairlerle, yazarlarla, gerçek sanatçılarla ve özgür ruhlu herkesle kavgalı olan… bilgi çağında düşünceye yasak koyabileceğini zanneden, ülkenin tüm aydınlık ufuklarını kaplamış şişkin bir ego! hür varoluş nedenlerine böylesine vicdansızca saldıranların… cumhuriyetin bütün kurum ve kazanımlarının yeşil çekirge sürülerinin istilasına uğradığı günler hiç yaşanmadı. bu yaz kronik bir kışın habercisi olmasa keşke! ama hileli bir rulet masası gibi top sürekli siyaha düşmeye devam ediyor. tozlarından silkinen muhalefet… ülkenin yeniden güzele dönüşeceği günlerin hasretiyle çabalayan cumhuriyet güçbirliği. hoyrat oy alışverişinin, engellerin ve bilinçsizlik duvarlarının nasıl aşılacağı sorusu ise yanıtsız. perişanlık ve yalan doygunluk noktasına geldiği halde, yeniden onyıllların kaybedileceği zamanlara doğru sürükleniş devam ediyor. dışarıdan sürülmüş cilalarla sanal gündemler yaratıp kendilerini parlatmayı sürdürenler, hor gördükleri cumhuriyet türkiye’sini görgüsüz bir arap ülkesine dönüştürüyorlar. doğadan, doğallıktan, sanattan, çağdaş yaşamdan nasiplenmemişlerin kof dünyasıdır bu. peki ipin ucu kimin elinde? atlantik ötesinde, küresel imparatorluk hevesleriyle yanıp tutuşan bir ülke… kızılderililerden başlayarak, kendi şeklini verme uğruna çağlar boyu dünyaya kan kusturan… girmediği köstebek deliği, maşalarıyla karışıtırp talan etmediği toprak kalmayan bir yeni dünya canavarı… bu coğrafyada en büyük tehlike olarak gördüğü mustafa kemal aydınlığını karartmak için elli yıldır şekilden şekile giren bir şeytan sureti… her devirde emellerine uygun politkacılar, gazeteciler, sanat erbapları, erken ötüşlü özgürlük kuşları ile mevsimsiz demokrasi gülleri bulmakta hiç güçlük çekmeyen… bir süre yemleyip suladıklarını işi bitince koparıp atan… bütün dünyayı arka bahçesi olarak kabul eden korku filmi bahçevanı… stratejik ortak görünümlü binbir suratın rahle-i tedrisatından kimler geldi kimler geçti… kimi; “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyordu… kimi neşeli kasetler koyup boğaz köprüsünde arabasıyla sefa sürüyordu… “yollar yürümekle aşınmaz” diyenler… “şeriata karşı yürünmez” fetvası verenler… yaşlılıkta sağı solu karıştırıp “faydalı tarikatlar da vardır” diye mırıldananlar… “bu vatan için kurşun atan da, yiyen de kahramandır” diye homurdananlar… “kanlı mı olacak kansız mı tehditli ilk badem bıyıklılar… bunlar nerdeler? hiçbiri yok! demokrasiyi kömür, bulgur, nohut zanneden bu halk, özgürlük diye giydirilen deli gömleğini üzerinden atacak bir gün. hepsinden daha gözükara olan bugünün hayali kahramanları da gidecek. değişim ve normalleşme masallarıyla sahnelenen bu büyük yıkım dönemi bitecek. ülkeyi tanınmaz hale getirenler gerçekten büyük bir değişime imza attılar. okyanus ötesindeki gözyaşı ve onun asabi kader arkadaşı birlikte karışacaklar tarihin perdelerine… küresel ve ülkesel bir cinnet döneminin kötü anıları olmaktan öte kimse hatırlamayacak onları. böyle bir kıyametin içinde bile aydınlık kalabilmiş “insanlar” ise hiç unutulmayacaklar. değerlerine değersiz gündem bulaşmamış, daima evrensel aydınlığa doğru yürüyen insanlar… kendi aydınlık yolculuğunda ötelere kanatlanan sanatçılar… çığlığımız, bu arabik katastrofun içinde güzellikleri görebilme yetisini yitirenlere… kafalarını cilalı karanlıklara gömüp, ruhlarını, aşklarını, ışıklı yurtlarını ve herşeylerini kaybedenlere… yaşayan ölülere sesleniyoruz; “bir türkiye vardı, n’oldu ona?” ışık ve sevgiyle… ilhan irem - aydınlık gazetesi (10 haziran 2011)
    1 ...
  12. 180.
  13. platypus
    kainatın derin anlamı ile sarmalanmak... olağanüstü bir sanat eserinin içinde yaşamak... kelebek kanatları okşuyor tanrıyı... duyargaların günün diğer tarafında... ki, yaşamın zevkleri ve sanatın sonsuzluğu özgür... yoksa tersine bir özdeş anlamda, peçenin gülüşleri yok etmesi gibi yırtılır gece. herşeyi, mükemmelliğin de ötesinde, tanrısal uyum içinde oluşturma arzusu; yaşam müziğinize eşlik edecek enstruman bulamamak... yalnızlık / kilitlenme sancısı... bu nokta hücreye dönüşmeden, kendi sanatsal eserini sadeleştirmek... kainatın büyülü skalasını gözlerinde uyutan ornitorenk. bihaber kalabalıklar arasında içsel yüceliğinizi huzura kavuşturacak bu acil çıkış koridoru, fiziğin aşıldığı düşünce boyutlarında kullanılamaz... gece ile seviştiğimiz yüksek derinlikler... dışarıdan içeriye çıktığınızda, kalabalık yalnızlığınız; harita, pusula, uçurum, çağrı... mucizevi gerçekliğin aynası, sağlaması. ilhan irem "buz sarayları" 19.bap
    1 ...
  14. 181.
  15. phoenix
    çok aşağılarda, sesi gelmeyen dalgalar gibi kayalıklara çarpıyor heyecanlar. herşeyi içine çeken bir girdap. sırlara karışmış gezginin en anlamsız sorusu; "sonra?" ateşsiz çalkantılar... bekleyiş... aç yelkenlerini çağrının / açıl! kanat izlerinde eski zaman isleri arayanları bırak sararmış sayfalarda. sadece bu coğrafya için affını iste kainattan... plastik tanrılar ve şizoit sanrılar... seyir defterinden ve geri ekran kayıtlarından silindiler hep. on yılda bir yıl ilerliyorlar yol saatimle... yeşerip ballanmaları için ışık çağları gerek. terkedilmiş gömütlüklerin ağlarına düşmemeleri koşuluyla!.. oysa yaklaşıyor hayalet gemi. ilhan irem "buz sarayları" / 11.bap
    1 ...
  16. 182.
  17. kadife gibi sesiyle sizi buralardan alıp götürür hele ki şarkılarındaki o eşsiz sözleriyle zaten sıradan şarkıcılardan farkının hemen hissettirir.
    1 ...
  18. 183.
  19. mavi

    hassaslığınız öyle yoğunlaşır ki bazen…
    kendi içine bakan gözyaşına dönüşürsünüz.
    kristalize olur…
    ve donar.

    aşırı duyarlı ruhların katatonik kainat kozası.

    dışarıdan yanıt alamayan dokunuşlar…
    algı kayıtlarında olmayan olguları kendilerince sıfatlandırırlar.
    duyarsızlık ve dünyevi hallerince pek çok şey.

    oysa bir yeraltı ırmağı vardır.
    ve havanın olmadığı çok uzak yüksekliklerde sessizce uçan bir gök cismi.

    asıl düşünce cümleleri beyin uzaylarında…
    uçuşan gölgeler görünür.

    bir ‘gülhatmi’ iner ışığınızdan...
    sesi görünmez olur karanlıkta.

    önce ihmal duygusu…
    sonra karalama histerisi yaşarlar.

    aşık, savrulduğunda savrulmuş olmalıdır.

    döl yatağında…
    sonsuz hayatlar boyunca.

    samanyolunda yapayalnız bir dünya…
    tozlu masalların çok uzağında büyütüyor meleğini.

    ilhan irem
    “buz sarayları” (27.bap)
    1 ...
  20. 184.
  21. küf
    çeyrek yüzyıl önce çıktı kanatlarım nurlu kapılar ardında titriyorum. gece uçurumlarında ışıklar... hangisine uçayım ? yıldızlar dökülüyor şeffaflığımdan gümüşi bir iz bırakmak için kabeye, dönüyorum. kara bir taşı öpüp boşluklarda, aynalarda şeytan taşlıyorum. kahkahalarında boğaz bahçelerinin, derya reislerinin gece lüküslerinde beyhude can vermişler hep. artık tutuşmadan yanacağız terennümlerde kasvetli anlamları delip bir yerinden mavi tohumlar saçacağız. sevgilim, gölgelerinde debelenmiş aydınlığın, şen hayatların. yanlış bedeller ödemiş hovardaca. sabahakarşı salıncaklarında kutsal atlılar ve aynalarda tanıştığım başkaları beni sonsuzluğa karıştıran en eski ezgiyi söylüyorlar alçaktan uçanları vurarak, özgürlüğü anlatıyorlardı. şerefime sivri uçlu adalar fethetti paslı bir çivi çaktı yüreğine, beni terketti. güzel olmayan güzel, albenili bir cin, en çılgın anısıydı seyahatimin. sihirli ülkelerin o cömert sultanı, avarakasnak yürüme şeritlerinde kendince muhteşem bir hayat sundu, gitti! yosunlu denizlerin karanlık ışıkları güzellikten bihaber güzellik aşıkları. aşık olduk yalancıktan, seviştik... indir peçeni aşağı! yeryüzü mü küçülüyor, uzaklaşan kuşlar mı? çok uzaklardan geldim sahillerine hışırdayan dallar, dalgalar, kumlara uyandım. belirsiz bir boyutta, habersiz olanlardan çırılçıplak karşıladın beni. yalnızdın, yalnızdım. bu gökkuşağı nerelere uzanır, kimler geçer altından. bizim mi bu yeni hayat? kimler çekiştirecek tekrar? bu gökkuşağı nerelere uzanıyor, kimler geçer altından. yağmurlardan başka kimse, dokunmayacak mı tenine? o eski korkularda yüzecek miyiz? gezecek miyiz bakir sahillerde? biz, çırılçıplak... keşfedilmemiş bir aşkın arifesinde. uzaklardan bir gemi geçer, işıkları yanar yalanlara. kendince bir rota çizer / gömülür dalgalara. ölüler toplarız sulardan eski alışkanlıklarımızla. sonra sessizlik. bir ateş yakarım, ısınırız çağlardan habersiz. sevişiriz yeniden mavileşir dünya. biz, iki huzurlu melek uyuruz. göksel bir rehber yanında köpüklü, yeniden başlangıç sahillerine savrulmuşsun sevdaların. eteklerinde bir yığın ölü yosun, uyuyorsun. temizleyemezsin çürükleri iş işten geçti. sonbaharsa sonbahardır beyazsa beyaz sarıysa sarı... başka bir zamanda başka bir mekanda başka bir mevsimde uyuyorsun. uyan! beklenti kırıntıları hissediyorum, doğruysa. kumlu bakışlarından bilinmedik yıldızlar saçılsın uzaya. tut ki, öldü herkes bırak, düşünme kayıpları kara peçelerle salyalanıp yuvarlansın köhne dünya. tut ki, dev bir yanardağ patladı, meçhul bir yıldız çarptı anılara. şuursuzluğun saçını çekti insanlar. küçücük bir kurtarılmış sevda kıyısında yeni güzellik türküleriyle uyuyorsun hayata dair menevişlerini hatırlıyorum. sonsuzluğu anlatan köpüklerde, sorulu noktacıklar. anılar, kıvılcımlar, güvercinler ve martılar öldü. uyan! umudum sönmeden karaltılarla al beni ateşler arasına, kavur. dünsüz gözleri yarına gülümseyen... bir bebek doğur. güle güle buruşturup attığım günler ipi kopuk uçurtmalar, uçan balonlar. yırtılıp yokolan karşı sahil yaz düşleri, kavruk ağaçlar, sisler. kaybedilmiş hayatlar... güle güle! oysa, ne ipekler dokuduk okşasınlar diye. havayi fişekler fırlattık, gülüştük gecelerce görmediler. işgal ettik tapınakları, çanlar çaldık duymadılar. küflenmiş sevgilere gecikmiş bir hava saldırısı. kaçacak, sığınacak, korunacak kimse yok! sevdalar, dostluklar, yeşiller bitti uzaklardayız.
    ilhan irem "siyah kuğunun şarkısı"
    1 ...
  22. 185.
  23. gelecekten anılar
    kanat sesleri ve sessizliğin kanatları “bir gün çatlaklardaki ışık sızıntılarından yeni bir yol çizilecek şüphesiz... ama bugün için, toplumun yıllardır çağdaş düşünmenin uzağında, dini ürkekliğinin geldiği noktada, yasamasız, karanlık hayat duvara çarptı. duvarlar sizi anlar... ama, bu çarpılmış, yamulmuş hayatlar, evrensel boyutlardaki soluğunuzu kavrayamaz. kavgalarınız da, hoşgörülü, bilge suskunluklarınız da bir işe yaramayacaktır. başka uzaylara ait olmaktan çok daha öte bir algılayış sorunu... çoğu kendilerince iyi niyetli çabalar içinde... düşüncelerinizin ulaşabildiği sonsuz açılımların çok eski kapanışlarında, yeniden bir hayat, ülke, ikbal keşfediyorlar. üstelik, çağdaşlığın pusulasını tarihe ve geleceğe kazımış güzellikleri reddederek, ezik ve yetinmiş kalabalıkların kahramanı oluyorlar. bilime, aydınlığa, güzelliğe dair bütün seslenişleri (yaşamın olağanüstü renklerinden, mucizevi akışından, zevklerinden korkulu, ötelerden bihaber “öteki dünya” ufuklarınca) sunmak istedikleri hizmetleri, hayatı engelleyen, muhalefet eden marjinallerin politik çabaları olarak göreceklerdir. değil mi ki, tanrıyla ilintisi olmayan duyarsız, kaba, din komisyonculuğu günlerinin hatıra defteri açıldı... ve değil mi ki, iktidara tapan birileri, bu nahos gündemi yalayıp parlattılar... kozalar çatlayıp, utanç günlerini yumruklayana kadar, daha neler neler olacak! gün ölmüştür !.. rock üçleme ile... “katastrof” ile... “koridor” ile... “seni seviyorum” ile... “dua” , “babil kulesi” , “yeraltından fısıltılar” “siyah eldiven” ile... ilk günden bu yana söylediğim ne varsa... sadece şarkı değil onlar... gelecekten anılar... zamansız mekansız kainat hissedişleri. yazdıklarım, yazacaklarım... ve hissedebilenlerin ötesinde, bakir ve temiz kalan pek bir şey yok.”
    ilhan irem (eylül 2004)
    1 ...
  24. 186.
  25. persona non grata
    ipleri geriliyor çadırların tezgahlar hazır. “yeni hayat” neonlarının göz kırpan ışığında, urbası sökük olmayanlar kızacaklar durgun piyasaya. mahşeri yalnızlıklar... sevdiğim, beklenmedik çılgınlıklar yapabilirim ! fosilleşmiş bir gelincik tarlasını ateşe verebilirim. bize gıpta eder yargıçlarımız. tam yakalandığım an, yakarım ellerini dağlarım uzaklara savrulan avuçları. hiçbirşeyden habersiz yaratık, hiçbirşeyi yutma gevişlerinde. hiçbirşey, ucundan yılışarak el veriyor hiçbirşeye. belki uyanır, belki de uyur sular......... tüm vişne dallarınla sarıl bana - sıkı tut - yaz gelsin. yine o çürük kokularını duyalım derelerden pembe / şeffaf düşler kuralım. yağlı hışırtılarına sarılıp sessizliğin sevişelim. öyle bir kainat doğur ki...
    ilhan irem “siyah kuğunun şarkısı” s.39
    1 ...
  26. 187.
  27. ölü çocuklar parkı
    onbaşı, tahta barakasında uyuyordu. başucunda yarısı içilmiş bir bardak süt ve b vitaminleri vardı... keçi derisinden battaniyenin üzerinden kayıp düştüğü yerde tüfeği kıvrılmıştı. buzlu camlardan vuran günışığı eski tarihli bir gazeteyi parlattı. ön sayfada bir resim, bir de haber. kürsüde yamuk duran bir iki mikrofon... arsız bir it gibi haykırmakta hitler ; “ işte tam o anda, biz orada olacağız.” onbaşı duymuş gibi gazetedeki haykırışı, uyandı. akşamdan kanlı gözlerini birden aralayan yarım asırlık bir ceset. tavana yapışıp dondu, mavi kundaklı iki bebek... sonra doğruldu yarısın yarıya... yastığın altından saatini çıkardı... “07.45” sütü dikti kafasına... üniformasına uzandı onbaşı. söyleniyordu ; “sıfıryedikırkbeş... yedikırkbeş... şimdi orada olmalıyız... orada olmalıydık! postallarını parlattı, kornişinden kaykılmış perdeyle. pencerenin üstünden sarkan buzların ötesi bembeyazdı, alabildiğine... uzak sislerde kurtlar uluyordu. sobanın kapaklarını kapatıp çıktı dışarıya. birkaç kuş havalandı kapının gıcırtısından, kanat sesleri yankılandı ormanda... başka kimseler yoktu. karlar kıtırdıyordu. yürüdü... yürüdü... uğultulu tepeler aştı. şehrin önce bacaları göründü. karlar karardı giderek. ilk cadde, sokakların çamura dönüştüğü yerde başlıyordu... (03-a) numaralı haki otobüs hırıltılarla yanaştı durağa. askerler selam durdu camlardan... otobüse bindi onbaşı. insanlar, çekiştirilen yün yumaklarıydı caddelerde... körfezin ağır kokusu altında rengarenk bukalemunlara benziyorlardı. “pisliğe bak ! şu insanların suratsızlıklarına bak... bunlara bir yön vermek gerek.” dedi. “düzlem üzerinde ileri, ama katiyen yukarı değil !” subaylar uykuluydular. radyosu açıktı otobüsün ve birden yıllar geçti… başbakan, “hiçbirşey için geç kalınmış değil” dedi radyodan. şoför er uzandı, kapattı radyoyu... komutanlar itiraz etmediler. onbaşının gözleri düzlem üzerinde ileri bakıyordu... durdu otobüs. indiler... annelerinin yanında yürüyen bir örnek ikizler askerlere özendiler, kaçamak... onbaşı, saçını okşadı kendi tarafında olanın. çocuk gururlandı, bir asker tarafından saçı okşandığı için. sokaklar, keyifsiz, renksiz ve coşkusuzdular... sinema afişlerinde nostalji vardı. duvarlarda, hava kirliliğinin yoğunlaşması halinde ilk yapılacaklar... gaz maskesi kullanım talimatnamesi, başvurulacak telefonlar... nadir gülücükler familyasından olan öğrenciler, uygun adım yürüyen onbaşıya baktılar. uğultular tipiye karıştı... göz gözü görmüyordu artık. onbaşı, bir eliyle kepini tutarak koşmaya başladı... kar yağdıran kürelerde, fantastik bir yeni dünya senfonisi, çığlık çığlığa ; “yıllar öncesinden sözleşmiştik. bi çuval incirlikte buluşacaktık. babil’in asma bahçelerini bombalamak için... saat 07.45’te. uyanamadım, geciktim ! hepsi gitmiş olmalı...” meydana geldiğinde, insanlar hiçbirşey olmamışlığın olağan telaşındaydılar. saate baktı onbaşı ; “07.45” “durmuş olmalı” dedi. “olsun, işte tam bu anda burada oldum ya!” meydandaki şadırvanın kıyısına ilişip, bekledi bir süre. ötekiler gelmedi. habersizce 07.46’ ya dönüşürken kadranlar, paradoksal bir zaman bükülmesi oldu. insanlar silindi takvimlerden... ölüm sessizliğine büründü şehir ve bütün dünya. ......... gaz maskeli üç beş görevli, “savaşa hayır” afişlerinin üzerine “bulaşıcı hastalıklar” konusunda duyurular yapıştırıyorlardı. “toplu gömütlerin ilaçlanma yöntemleri” , “hangi belirtilerde hangi ilaçlar alınacak” “üretimi sürdüren ekmek fırınları” , “güvenli sığınaklar” “hava saldırıları ve alarmlara dair bilgiler” soğuk, sessizlik, toz... kesif bir sarmısak kokusu... havuzun başında donup kalmış onbaşının genzini yakan, katranımsı, yoğun, ölgün hava. ......... “özgürlük” , “hürriyet” ve “cumhuriyet” caddelerinin kesiştiği meydanda, yöre halkının “güvercinkapı” dediği, barış parkı’nın dokuz girişinden biri vardır. beyaz güvercinler, kalp şeklinde bir dünyayı uçururlar kanatlarında. arka plandaki yıldızlar dağılıp toparlandıkça... “yurtta barış dünyada barış” yazısı, bir görünür bir yokolur! “barış parkı” na ölü çocukları yığmışlar... yanyana, üst üste, milyonlarca bebe! önlüklerindeki mama artıklarına, karıncalar ve kargalar dadanmış çocuklar... gülümseyen donuk bakışların kime? en son anneni mi gördün, bankta kavrulurken? o yaklaşan sarısıcak şemsiyeyi uyku mu bellemiştin, sevgi mi? bisikletleri, salıncakları, tahtırevallileri, kaydırakları... picasso’nun kömürden resimlerine dönmüş ölü çocuklar, gülüyorlar! ......... onbaşının kenarına oturduğu şadırvanın suları dondu. usulca pembeleşti gri görüntüler... (…) soğuktu !.. karlar sessizce yığıldı kapılara... içerde ve dışarda hayat belirtisi yoktu. hangi çağda yaşadığından habersiz, uyudu... rüyasında, pul kanatlı başıboş ruhlar... ve gülüşen çocuklar gördü. ölgün beyazlıkların yalnızlık pembesi sonsuzluklarında büyülü şarkılar dönüyordu, yaklaşarak. bahara soyundu sevecenler... çırılçıplak süzüldüler geleceğe. öylesine yalnız... ve kalabalık. keçi kılından çaresizliğini çekti üstüne onbaşı... “hayırdır inşallah” dedi. ışık ve sevgiyle...
    ilhan irem (27 şubat 2003)
    1 ...
  28. 188.
  29. naz
    dev bir çiçeği, korkularına, ilgisizliklerine bıraktın… ölü gezegen gözlü birilerinin. vahşi doğada renklenmesini, kokmasını benzersiz, dikilip yücelmeyi öğrettin. geriye gösterimde bir gül açışı kırılışı gagalarla yumurtanın sarıp sarmalamayı öğrenişim sevgi kırıntılarını. azgın dalgalara bırak kendini, kumlara çakıldığı yerden tepetaklak, engin kulaçlarını aydınlatan dışbükey aynalarda... “başka türlü üşüyen, başka türlü yaşayan bukalemun tanrılardan uzak dur” dedin. birkaç sıcak “son çağrı” ötesinde tuttum sözümü. dışı olmadığından içine atan yürek. umutları “naz” bilir. naz beyazdır. yıllar sonra sevişti “iris”le. kara beyaz yavruları oldu. -sarmanların hikayesi karışık- oza’yı gelin aldık. oza başka bir babadan mı ? anlamıyor... iris’in karanlığını, aklığını naz’ın. siyah ve beyazın kaçınılmaz ölümüyle açılan tapınak kapılarını. ölümlü hayatları, sevgileri ölümsüz kılmayı öğrettin. bütün hava ve yol koşullarına hazır labirentler, bilinmeyen mevsimler. soğuk, sıcak. tohum, çiçek, yaprak... toprak, deniz, gökyüzü... henüz tanışmadığımız hayat / ölüm mekanları. “şeytan” dedikleri sevimli kemirgen. aynı anda sesi geliyor herşeyin. gülme hin hin ! senin için fokurduyor kaos. neyse... bir yerinde durmasını çılgın akıntıların uğultulu dönüşlerle ulaşmak mertebelere demlenmeden mezun olmak hayattan. içiçe geçmiş bulanık boyutlar... gece seyirliği fosforlu uçurtmalar... ilahilere karışan yıldırımlar... dağılıyoruz. rehavet... avare gezinmeler sonrası ansızın açılan sözkapakları. suya atılan taş... sonsuza yayılan halkalar... gönül tanıklığı birilerinin. kuşlar, yağmurlar, bulutlar... atmosfer olayları. gecelerce dinlediğimiz koridorlarda, öteleri sessizliğin.
    ilhan irem “siyah kuğunun şarkısı” s.75
    1 ...
  30. 189.
  31. grella
    oraya yaldızlı renkler bıraktım parlasın diye saçların. gözlerin bu yüzden bambaşka bakıyor. ellerin, senden kopuk bir avarelikle okşuyor fısıltıları. beni duyuyorsun istemeden. kokluyorsun yosunlarını kavga çağının. “o mercani suya birakma” donuk maviliklerin derin bakışlarındasın şekiller bozuk. bulanık sular başka sahilleri dövdüğünde yokluğumdan, varlığıma iman edeceksin. onlar hep savaşırlar, aldırma. özel günleri olmuyor başka türlü. herşeyin dışına taş ! ziyan olmayız. bunlar solar gözlükler kaçınmak değil, hissetmek için. sonsuz boyutlu hayatı seyret beynince. sonra, dokuz adım daha... gözlerin açılacak. o günden çok daha önce, meryem ana gülümseyecek mumlarına. isa mesih niye kayıp ? düşündün mü ? bildik karanlıklara beklenmedik yanıtlar. kapılar... kilitler / anahtar... cevherlerine inanmanın son kertesinde gemiler kaydırıyoruz su üstünde. gerisi meçhul. soytarılar kapatırlar vanaları oracıkta kalıverirsin. pembe boyalı taş evimiz silik beyaza dönüşür. vida söken, tahta kıran adamlar doluşur. aynaların ardından, buharlaşıp gideriz. küçük bir kızı yakalayıp tırnaklarından -bilmediği bir dans gecesi- çanlar çalar, grella oturur kanalizasyon kapağına kainat döner ihtişamla genişleyerek. sen, seni beklediğini tanrının, bilmezsin. ellerin, senden kopuk bir avarelikle okşar fısıltıları. sonra, herşey, sen, ben... baştan çıkarmadır süt vücutları. kilitlenir yanlışlar mavi gözlü bir kapının eşiğinde. sigarandan ağır bir duman çekip danset, usul. “ötekiler” dediğin birileri varsa hala, onlar yoktu. denize baktığında camdan, herşey tamam ! seni seviyorum. kuğular iner göle... ziyaretçilere gülümsersin. anlamını paketlerler ekranlara menevişlerini derin donduruculara koyarlar. deli dumrul sevişmemizin sürtünme salisesinden.
    ilhan irem “siyah kuğunun şarkısı” s.77
    1 ...
  32. 190.
  33. chargoggagoggmanchauggagoggchaubunagungamaugg*
    bir deniz feneri varmış uzaklarda. asırlardır dönüp bakmamışsın bile, bir kez... kimler parçalanmış kayalıklarda. kimler yokolmuş ? kimler varolmuş, senden çok uzak hikayelerde... sen öyle, kirden çöpten bir felsefeyle uyuklarken biliyor musun neler oldu ? kalın yağlar perdelemişti gözlerini, göremezdin. zümrüt bir peri uçuşuyordu, bütün kavgalara hazır. bulanmadan gündelik katranlara, tanrıyla söyleşti bir güzel ! kainata döktü ilahi mrıldanışlarını. sen onları, olağanüstü ve anlamsız gece hikayeleri gibi, süpürüp, sakladın ! şimdi ; sanki uçurumlu ve kasisli yollardan geçmişsin de, bir yerlere gelmişsin gibi... kağıttan bir çiçek olup açıyormuşsun. sevgiye dair, anlamlı kokular taşıyormuşsun, yalandan. tarihsel sevgisizliği, utanmayı geç bi kalem... ne verdin hayata ? ne alacaksın ? gecikmiş keşfedişlerle öteleri, daracık, çıkmaz sokaklarında kıvrılıp şehrinin, sencileyin büyüyormuşsun. son demlerde, beyhude bu reveranslar, intihar düşünceli balinalar... kirli ve küskün sularda isterik dalgalanmalar. alkışlar... alkışlar... titredi mi yüreğin ? sızlanmanı hatırlamıyorum hiç ! çiçek tozlarının, kar tanelerinin yolculuğu... ayazda kavrulmuş güller... sen hep kendi sıcak odandan seyrettin mutluluğu... işte öylesine geldin bugüne. aynaya baktığında, tenine dokunduğunda... kendinle buluşuyorsan hala, dua et, tribünlerdeki geberik seyircilerine. alkışlar... alkışlar...
    ilhan irem “siyah kuğunun şarkısı” s.89
    (*) abd’nin massachusetts eyaletinin nipmuck kızılderililerinin yaşadığı orta kesimlerinde bulunan bir gölün ismi. anlamı; "sen kendi tarafında, ben kendi tarafımda balık avlayalım, ortada ise kimse avlanmasın"
    1 ...
  34. 191.
  35. 192.
  36. 193.
  37. 194.
  38. kendi kendine uzun bir yolculuğa çıkmıştır, bir daha geri dönmemiştir; bu saatten sonra da dönmeyecektir....
    1 ...
  39. 195.
  40. en güzel duygusal sese sahip sanatçı... sanatın bir bütün olduğunu, müziğin yalnızca bütünün güzel bir parçası olduğunu hatırlatır güven dolu bir alçakgönüllülüğe sahip ses rengi onun... içimizden biridir duyduğumuz o söylerken... taaa içimizden...
    0 ...
  41. 196.
  42. sesi huzur veren kaliteli sanatçı.ayrıca keşke albüm yapsa da demet akalın-serdar ortaç-hande yener tarzı insanlar sussa dediğim kişiliktir.
    1 ...
  43. 197.
  44. şarkılarıyla insanı hayalden hayale sürükleyen, buğulu sesiyle kelimelere hayat veren müthiş bir şarkıcıdır.
    1 ...
  45. 198.
  46. en son "ışıklı cennet, cennetli ilahi, ilahili ışık" gibi bişeyler saçmalıyordu ne oldu kim bilir...
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük