iftihar mektubu

    1.
  1. -1-

    insanlar kendi kendine hep "neden biz yaşayanlar ölmek zorundayız?" diye soruyor. Asıl sorulması gereken; neden biz ölüler, yaşamak zorundayız? Yozlaşıyoruz,anlamsızlaşıyoruz... birbirimiz hakkında artık en ufak bir fikrimiz yok.Tanrı'yı unuttuk. eski din ve inançlar bize artık anlamsız geliyor ve bu bizi gerçekten rahatsız etmiyor. yaşamaya bir anlam yüklemenin bir anlamı yok bizim için... basit insanların, basit öykülerini anlatacağım şimdi... eğer sonuna kadar sabredersen -sana bir şey vaat edemem- ama edersen; en azından beni mutlu edersin... bunu bir yalvarma olarak algılama... Geç kalmış bir imdat çığlığı sadece...

    -2-

    kaybetmek tabiatımda var sanırım... bodrumun zemininde ağız dolusu kanla acıdan kıvranıyorum... burnuma kireç kokusu geliyor. sanırım badana vakti gelmiş. ağzımdaki kanı tükürüyorum ve merdivenlerden yukarı katilime bakıyorum. beni öldürme şerefine nail olmuş muzaffer kişilik... acaba torunlarına bunu anlatabilecek mi? bir insan hatıralarını torunlarına neden anlatır ki? ölürken daha dolu şeyler düşünmeliyim. üstüm başım kan olmuş. bu leke asla çıkmaz. aslına bakarsanız, ölmenin güzel yanı çıkmayacak kan lekelerinin asla umurunuzda olmamasıdır.

    diğer bir yandan sınırlı bir zamanım olduğunu biliyorken -ve hala bir şeyleri bilebiliyorken- sanırım katilin ismini bir yerlere yazmam gerekiyor... yerde sürünerek masaya ulaşmaya çalışıyorum. yediğim dayak çenemin ve burnumun kırılmasına neden oldu ama beni öldüren, az önce merdivenlerden çıkan katilimin silahından çıkan ve kara ciğerime isabet eden iki kurşun. silahlar bizi öldürüyor ne yazık ki. tüh. ateş ettim. tüh. adam öldü. ne kadar basit..

    bodrum katım -evet burası beni benim bodrumum- tamamıyla benim tarafımdan dizayn edilmiş bir yer. kuruluş amacına tam anlamıyla hizmet etmiş bir mekan. duvarlarda, tavanda ve hatta zeminde bile ses ve ısı yalıtımı var. içeride ufak bomba deneyleri yapsam bile üst komşum sadece biraz sallanır, ufak çocuğuna haberleri açmasını ve depremin merkez üstünü öğrenmesini söyler, depremle ilgili haber olmayınca tansiyonuna baktırır ve yaşamaya devam eder. aslında o adamın ne bok yediği pek de umurumda değil. bazı sabahlar saksılarına işiyorum. onunla tek bağlantımız bu. ses yalıtımı yüzünden sanırım polislerin cesedimi bulması dört gün sürecek. bu gün çarşamba. pazar günleri temizlikçi gelir, merdivenleri siler ve parasını almadan asla gitmez. acınacak durumdayım. cesedimi bulması için temizlikçi kadını bekliyorum. burada cep telefonunun da çekmediğini söylemiş miydim? artık sık unutmaya başladım. neyse ki bu benim derdim değil artık. ölmenin bir diğer güzel yanı da bu. pek fazla derdiniz olmuyor. tek derdim, yarının gazetelerine yetişemeyecek olmam olmalı sanırım...

    elime bir kağıt ve kalem alıyorum. büyük harflerle katilin ismini yazıyorum. tıpkı filmlerdeki gibi.polis içeri girer ve cesedin elinde bir kağıt parçasına yazılmış bir isim bulur. ve olay çözülür! tek yapmam gereken pozumu bozmadan ölmek.o kadar. bir sigara içmek için pakete uzanıyorum. üzerinde kocaman harflerle "sigara içmek sizi öldürür!" yazıyor. şimdi bıraksam pek faydası olmaz sanırım. neyse. bir nefes içime dolduruyorum. bu sigara denen boka bizi alıştırmak için senelerce filmlerde -hatta çizgi filmlerde- gözümüze soktular. popüler insanlar içmese bile ellerinde sigarayla pozlar verdi. afişlerde televizyonlarda reklamları yapıldı. bilinç altımıza yerleştirildi. hatta yerleştirilmedi 'çakıldı'. ve şimdi bize bunun zararlı olduğu söylüyorlar. garip tabi. ama benim meselem değil. ölmeye çalışıyorum. daha dramatik şeyler düşünmeye başlamadan önce sanırım hikayemi anlatmanın vakti geldi.

    -3-

    bu gün dilenciyim... Beyazıt meydanında caminin karşısındaki -çay bahçesinin dibindeki- duvarın önünde oturuyorum... hava hafiften yağmurlu. etrafta yüzlerce turist yağmura aldırmadan her şeyin resmini çekiyor ve sırıtıyorlar. kuşun, vapurun, kalabalığın. bence gereksiz resimler bunlar. en fazla ihtiyarladıkları zaman bir kez daha bakarlar. sonra hatırlayamadıkları için çöpe atılır gider. benim yoğunlaşmam gereken başka meseleler var tabi. bu günkü kazancım pek de parlak değil ayrıca o kadar sarılıp sarmalanmama rağmen sırılsıklam ıslandım ve günün sonunda zaatüre olmamam işten bile değil. üzerimde eski kokmuş ve kirden rengi kahve rengine dönmüş uzun bir pardösü var. kafamda siyah bir bere, ellerimde eldiven. yüzümü atkıyla saklıyorum. zabıta amirine sözüm var kimse benim aslında sapasağlam olduğumu anlamadan buralardan gitmem lazım. bin lira günlük rüşveti alınca elinden gelenin en iyisini yaptı benim için. bir kaç saat daha buralardayım yani... dilenmek için yerine bin lira kira veren tek insan benim sanırım. aslında dilencilikten kazanacağım para o kadar da umurumda değil. aslında ben bir dilenci değilim. ne miyim? ben de bilmiyorum. o yüzden arıyorum. hangi işte yetenekliyim diye her gün ayrı bir iş yapıyorum. garsonluk, marangozluk,çaycılık, simitçilik... hatta bir kesesinde -parayı yeterince verdiğimde- avukatlık ve cerrahlık da yapmıştım... davayı kazandım ama hastayı kaybettim...

    burda oturup dilenirken insanları daha iyi tanıyabiliyorsunuz. kimse sizi umursamıyor. umursayanlar ise size acıyor. aha! bir lira daha kazandım. toplam yirmi iki lira elli kuruş. parayı veren güzel bayan bana bakmadı bile. önüme atıp geçti gitti. her neyse. ne diyorduk? evet. burada insanlar size acıyor, siz dilendiğiniz için size acıyorlar. ama ben burada otururken onlara daha çok acıyorum. insanların o panik hallerini, yapmacık gülümsemelerini, bazen kavgalarını uzaktan seyrediyorum. çoğu zaman çaresizler. ve bu onları çok tedirgin ediyor. bir satıcı elindeki şemsiyeyi turistlere satmaya çalışıyor. onlara şemsiyenin fiyatının on dolar olduğunu söylüyor. şemsiyenin asıl fiyatı sadece beş lira. turist hiç bir şeyden habersiz on dolara şemsiyeyi alıp gidiyor. ve şemsiye satıcısı kazandığı o parayı akşam evine giderken bir kaç ekmek, biraz meyve alacak. çoluğuna çocuğuna yedirecek. yine o parayla onlara okul harçlığı verecek. karısına pazar parası bırakacak. ve lafı geldiğinde ailesine asla haram lokma yedirmediğiyle övünecek. yalan söyleyecek. tıpkı şimdi söylediği gibi.

    yağmur durur gibi oldu. aheste aheste yağıyor. aha! elli, yetmiş beş... elli daha... bir lira yirmi beş kuruş daha... toplam yirmi üç lira yetmiş beş kuruş... ileride bir çift tartışıyor... sesleri buraya kadar geliyor. gençlerin kavga edecek haklı bir sebepleri hep vardır.

    "hem beni aldatıyorsun, hemde yalan söylüyorsun! özür dilemiyorsun! üstüne bir de bana bağırıyorsun! sen ne biçim adamsın ya!" diyor genç kız. beyaz tenli olmasına rağmen sinirden kıpkırmızı olmuş vaziyette. sarı saçlarının rengarenk beresinden dışarıda kalan kısımlar ıslanmış ve nerdeyse ağlayacak.

    "bu kadar insanın yanında bana bağıramazsın! senin ağzına sıçarım! küçük orospu!" bir tokat atıyor genç kıza orospu çocuğu... tokatın kızın suratına inmesiyle birlikte, hem gök yüzünden hemde genç kızın gözünden yağmur boşalıyor... kız meydanın ortasında yerde ağlıyor... orospu çocuğu çekip gidiyor. ve kimse ama kimse olanları umursamıyor. tıpkı beni umursamadıkları gibi. artık kızla ortak bir yanımız var. bu yüzden onun orada ağlamasına ve ıslanmasına razı olamam.

    "hey! ufaklık!"

    bana doğru bakıyor. ona seslendiğimi anlamadı. daha doğrusu seslenen kişinin ben olduğumu anlamadı.

    "sana diyorum... evet benim dilenci..."

    "ba... ba... bana mı sesleniyorsun?" öylesine ağlıyor ki , ne dediği anlaşılmıyor.

    "evet sana... gel buraya. korkma o adamın yaptığından daha kötüsünü yapamam sana..."

    yanıma korkarak geliyor. aslında korku değil gözlerindeki. etrafa bakışından, bir dilencinin yanına gitmenin insanlarca nasıl karşılanılcağını kestirmeye çalıştığı belli.

    "onları umursama... onlar seni umursamıyor nasılsa. gel yanıma otur." bir şemsiye uzatıyorum ona. "al bunu. daha fazla ıslanma." şemsiyeyi açtı. yanıma çömeldi. " sana vurmasına neden izin verdin?" konuşmadı ağlamaya devam etti. bu kızları anlamıyorum. karşılarındaki erkeklere o kadar güveniyorlar ki, tüm ipleri karşı tarafa koşulsuz teslim ediyorlar. sonra işler alt üst olunca kendilerini sorguluyorlar. tam bir aptallık hali. neresinden tutarsanız elinizde kalacak bir olay. yağmur parke taşlara çarpıyor. güvercinlerden bazıları ıslanmamak için ağaçlara saklanıyorlar. şemsiye satan adam bir turisti daha kazıklıyor. ben ise dilenmeye devam edip etmemekte kararsızım. bu kız yanımda böyle ağladığı sürece dilenemem ki! bir süre sessizlikten sonra tekrar sordum.

    "sana vurmasına neden izin verdin?"

    yüzüme bakmadı." ben izin vermedim o vurdu!"
    "sen ona bu cesareti vermiş olmasaydın, o sana vuramazdı..." o da ne! bir lira yirmi beş kuruş daha! tam yirmi beş lira... ilk gün için fena değil... teşekkürler kibar beyefendi. bir kaç saate elli lira toplarım sanırım. neyse kıza odaklanmam lazım sanırım. son söylediğini kaçırdım parayı sayarken. sanırım hamile olduğundan bahsediyordu...

    "hamilelik mi dedin sen?"

    "evet işte neden tekrarlatıyorsun! ben hamile kaldıktan sonra ayrılalım diye ısrar etti... ben olmaz dediğimde de ilk iş gidip beni aldattı! ondan ayrılmam ve çocuğu aldırmam için beni sinirlendirmeye çalışıyor! ben bunları sana neden anlatıyorsam!?" birden benim dilenci olduğumu tekrar fark etti. en azından çocuk konusunda haklı çıktım... tam bir orospunun evladı... layığıyla hak ediyor bunu...

    "bu kadar sinirlenme... hatayı yanlış yerde arıyorsun. üstelik yaptığın hatayı telafi etmek için daha büyük hatalar yapıyorsun. ben senin yerinde olsam önce oturup düşünür ve daha doğru kararlar vermeye çalışırdım. en azından bir dilenciden bu kadar nasihat alabilirsin..."

    yüzüme baktı. gözlerimin en derinine. "hiç de dilenci gibi konuşmuyorsun. gerçi dilenciler ne konuşur bilemem ya... ama hata yaptığım konusunda yanılıyorsun ben o çocuğu sevdiğim için ondan bir bebek getirmek istedim bu dünyaya..."

    "hatanın bebek olduğunu söylemedim... hatan o çocuğu sevmek. gördün işte, sana aslında nasıl biri olduğunu ispatladı."

    "ne olursa olsun. bu çocuğun babası o... ve onu tekrar geri kazanacağım!" gözlerinin içinde liliht'i gördüm bir an için...

    "ne cehennem olursan ol o zaman... aptallığında ısrar edenler cezalarını kendi ellerinden çekerler..." şemsiyemi elinden aldım. "bu yağmura ahmak ıslatan derler... iyice ıslan"

    bana baktı sinirden kıpkırmızı oldu tekrar. konuşacak gibi oldu.önce beceremedi ama sonra ağzından tek bir kelime çıktı. "piç!!!"
    "aferin sana. benden intikamını aldın. şimdi git. daha dilenmem lazım." sinirle benden uzaklaştı. yağmuru dinlemeye döndüm tekrar... doğanın özgün ve hiç bitmeyen senfonisi... insanın içine huzur veriyor. şemsiyemi bir kenara koyarken genç kızın -aptal sarışının- cüzdanını açtım... ha evet. bu arada cüzdanını aşırdım. yarın ki işim için birazcık alıştırma. kredi kartları, banka kartları, spor salonu üyeliği, bir öğrenci kartı ve hatrı sayılır bir miktarda para... hımm.. yüz, iki yüz... tamı tamına sekiz yüz lira... zengin bir anne babası olmalı... ya da kürtaj parasıydı. bilemem. beni ilgilendiren kısmı bu parayı artık kullanamayacağı.bunu danışmanlık ücretim olarak kabul ediyorum. bu günden, yarın için iyi bir başlangıç...

    caddede havaya rağmen oldukça çok insan var. saatlerdir önümden geçip gidiyorlar. bakışlarını benden kaçırıyorlar. yanıma yaklaştıklarında adımlarını hızlandırıyorlar. dilencilik yaparken öğrenebileceğiniz en güzel şey de bu işte. yalnızlık. bir dilencinin yalnızlığı. artık gitmenin vakti geldi. günün hasılatı:

    - dilencilikten yirmi beş lira.
    - danışmanlıktan sekiz yüz lira (ya da hırsızlıktan)
    - seyyar satıcıların turistleri kazıkladığı gerçeği.
    - dünya da kızların aşık, erkeklerin umursamaz olduğu gerçeği.

    -4-

    yönetim kurulu toplantısındayım. oda uzunlamasına bir dik dörtgen şeklinde. duvarlar gri tonla boyanmış. bu otoriter renk çeşitli tablolarla yumuşatılmaya çalışılmış.mesela tam karşımdaki kırda koşan atlar. hırsı, özgürlüğü ve azmi simgeliyor. ortada oval ve uzun bir masa -on iki kişinin rahatça sığabileceği o masalardan- masanın etrafında ise ben ve benimle beraber on bir yönetici. müdürler. müdürler. müdürler. modern dünyanın para karşılığı liderlik yapan hokkabazları. takım elbiseli, kravatlı savaşçılar. kel olan müdür hemen elinin altındaki tabloları bizimle paylaşıyor. uzun uzun anlatıyor ama bir kelime anlamıyorum. onu dinlemiyorum çünkü. şu anda yanımdaki şişman müdürün göbeğine odaklanmış vaziyetteyim. resmen yeni bir yaşam formu. evrimin devam ettiğinin kanıtı. bu adam bu hızla yemeye devam ederse bir gün patlayacak.

    "ya siz patron? sizce yeni eleman alımı konusunda ne yapmalıyız?" diye bana sesleniyor kel müdür. konuyu anlamadığım için biraz düşünüyorum. sanırım eleman alımından bahsediyor.

    "eleman alımı konusunda bana değil. insan kaynakları müdiremize danışmanız gerekiyor." diyorum. haklıyım. o kadına ayda binlerce lira ödüyorum. onun yerine işi olmayan bir kaç tane genç çalıştırabilirim. kadınların kolay para sevdası yüzünden türeyen meslekler bunlar. insan kaynakları da neymiş canım!

    "benim hazırladığım raporlarda -ki önünüzde bir kopyası duruyor- imalat için tecrübeli değil, vasıfsız işçi almalıyız. bunun maliyeti daha az. elimizde yeterince işi bilen adam var. onları yeni elemanların eğitiminde kullanabiliriz." diyor kemik çerçeveli gözlüklerinin arasından bana bakan insan kaynakları müdiremiz. dudağında sürdüğü kırmızı rujun onu kadınsı kıldığını zannediyor ama bence bir boka benzememiş. ben şahsen sadelik severim. eleman almak için toplantı düzenlemek saçma gelebilir ama bizim alacağımız eleman miktarı oldukça yüksek. şirketim alanında birinci bir kumaş firması. bunun yanında hazır giyim ürünleri de imal ediyor. ha evet. şirket benim. yani aslında üvey babamındı. artık bana kaldı. ve onun hatrına şirketi yaşatmaya çalışıyorum. bana son nasihati buydu. " o şirketin işçileri, müdürlerinden daha önemli. onları müdürlerin eline bırakma. kanlarını emerler." Ya da bunun gibi bişey… o an ağlıyordum. Net anlamadım. ben de bırakacak değilim. En azından müdürlere... "eleman alımı yarı yarıya gerçekleşecek. ikiyüz usta ve ikiyüz vasıfsız eleman. ustalardan her birisi bir elaman eğitecek." dedim.

    "ama patron! bunun maliyeti çok yüksek olur! isterseniz eski ustalardan bazılarına emekliliğini verebi..."

    "kaç senedir burada müdürsün?" diye sözünü kestim kel müdürümün.

    "iki sene olacak bu ay efendim."

    "çocuğun var mı?"

    "evet iki tane...."

    "seni şimdi kovsam ne hissederrsin?"

    " ben... ... bilemiyorum."

    " bildiğin zaman gel konuşalım o halde. şirketteki en yeni usta beş senedir burada çalışıyor. onu da kovarsam o da senin gibi bilemeyecek. ve insanları bilinmezliğe sürüklemek pek adetim değildir." ayağa kalktım. odanın içinde bir tur attım. masanın etrafındakiler fısıldaşıyorlardı.bu atmosfer beni boğuyor. içerisi kasvetli. loş bir florasan ışığında on iki insan. bu on iki insanın vücut ısıları. kokuları. sözleri. herşey birbirine karışıyor. sesi olmayan filimler gibi. sadece bir uğultu ve oynayan ağızlar. bir çınlama. rüyada mıyım?
    ***

    ofisimde uyanıyorum. karşımda bir doktor. elindeki kağıtlara ufak notlar alıyor. tam bir kare şeklinde olan ofisimde, masamın karşısındaki duvara asılı olan son akşam yemeği replikasının altındaki dinlenme koltuğunda boylu boyunca uzanıyorum. doktor bana bakıyor. bakışımı kaçırıp isa'ya bakıyorum. şu an için aramızda bir benzerlik olduğunu düşünmeye başladım. doktor her an bana ihanet edecek gibi. olduğum yerde doğruldum. görüntüler çok bulanık. ama netleşiyor. masamın yanındaki gramafon'a gitmek için ayağa kalktım. doktor bir yandan not alırken bir yandan da bana eliyle oturmamı işret etti.tbi ki dinlemedim. gramafonun yanına gittim ve plakların arasından beatles'ın HELP albümünü buldum. müzik belki de dünyadaki en önemli şey benim için. müzik susarsa, hayat da birmiş demektir. fonda yesterday çalarken bende doktorun karşısındaki tekli koltuğa oturdum.

    "bu kadar çok düşündüğünüze göre herhalde tıp bilimini şaşırtacak bişey yaptım?"
    "aslında hayır. sadece tansiyonunuz düşmüş. beni düşündüren bu değil ama. gözlerinizin altındaki torbalar ve alnınızdaki çıkık damarlar." dedi doktor ve devam etti. "uzun süredir uyumuyormuş gibi bir haliniz var."
    "aslında bakarsanız bebekler gibi uyurum. kesinlikle bu konuda sıkıntım olmaz." hatta bazen abartırım uyumayı. uyanık kalmak biraz zor geliyor.
    "bu daha ilginç. en son ne zaman doktora geniş çaplı bir kontrole gittiniz?"
    güzel soru. hafızamın en derin yerlerini tarıyorum bir saniye içerisinde.teknoloji ilerledikçe insan beyni de bilgisayar gibi çalışmaya başlıyor. ilk olarak ondan kopya edilerek yapılan bilgisayarları taklit ediyor. aranan kelime: chek up. aranacak sürücüler: hepsi. sonuç: bulunamadı. -ve bilgisayarın uklaca uyarısı- şunu mu demek istediniz:çekip. arama kriterlerini değiştirip bir daha deneyin.

    "hiç"

    "sağlığınıza baya özen gösteriyorsunuz yani?" içini çekerek ve kinayeli bir ses tonuyla söyledi bunu. doktorum benle taşak geçiyor. tıp okuyanların dayanılmaz triplerinden biri. sanki ben ona git altı sene oku dedim. sanki kazandığı paranın yarısını bana veriyor. eğer sevmiyorsan yapma o mesleği! git marangoz falan ol!

    "çok özen gösteririm." yüzümde yapmacık bir sırıtma vardı. bu konuda ustayımdır. "ne yapmalıyım peki doktor?" arkasına yaslandı kalemini alnına dayadı ve düşünmeye başladı. "hımm... yarın hastaneye yanıma gelin. hatta bu akşam gelin. tam bir chek updan geçirelim sizi. sadece tansiyon düşmesi deyip umusamazlık etmeyelim..."

    "pekala. o zaman akşam üstü beş de hastaneye gelirim. başka bir şey yoksa -ve sizce sakıncası yoksa- biraz müzik dinlemek istiyorum. eşlik etmek isterseniz size de harika bir türk kahvesi yapabilirim?"
    "kahvenizi yapacak kimse yok mu?" yine o kinayeli ses tonu. ben bu adama neden katlanıyorum bilmiyorum. bir hasta olarak doktoru reddetme hakkım var. hipokrat yemini olan o... ben değilim ki. Katlanmak zorunda değilim ama ne kadar batsa da doğru soruları soruyor. Bu huyunu sevdim. Yalakalık yapmıyor. Dürüst. Ben de dürüst oldum ona karşı.

    "kahvemi, çayımı, suyumu; kısacası çamaşırları yıkamak hariç her işimi kendim hazırlarım. emrimde çalışan sekiz bine yakın eleman var ama onlar benim kıçıma hizmet etmek zorunda değiller. kölelik kalkalı yüzyıllar oldu doktor."

    "bu söylediğiniz tartışılır. olay kölelik değil. bu bir iş anlaşması. siz onlara para veriyorsunuz, onlar da size hizmet."

    bu adam benim sinirlerimi test ediyor sanırım.ne kadar okursanız okuyun, bakış açınız sizi cahil yapabilir. Doktorları bile. bir nefes alıp konuşuyorum." bundan yüzyıllar evvel, insanlar hizmetlerinde çalışsınlar diye afrika kökenlileri bir eşya gibi alıp satıyorlarmış. satılan köle, sahibi onu azat edinceye kadar -yani ölene kadar- defalarca el değiştirip,karın tokluğuna insanlara hizmet ediyorlarmış. 'hizmet' kelimesini çok geniş anlamlı düşünün. bunun içine efendilerinin yatak ihtiyaçları da dahil. günümüzde ise olay yine aynı. sadece köleler için efendilerine verilen parayı, kölelerin kendileri alıyor. yine karın tokluğuna yaşıyorlar ve yine azat edilene -yani kovulana kadar- efendilerinin ihtiyaçlarını karşılıyorlar."

    suratı ekşidi bel altı vuracağı belliydi. "peki, siz nasıl bir efendisiniz?"

    aslında bu soruyu bekliyordum. "benim emrimde çalışanların hiç birisi köle değil. onlara maaşlarının haricinde şirket karından da pay veriyorum. şirket ne kadar kazanırsa onlar da o kadar kazanıyor. bir nevi kendi işlerinde çalışıyorlar. kimse kovulmuyor ve işten ayrılmak isteyen olduğun da ufak da olsa yeni bir iş kuracak sermaye ile gönderiyoruz. mesele işçi alırken eğitimine değil, dürüstlüğüne bakmakta… bir insanı eğitebilirsiniz, karnı açsa doyurabilirsiniz, üşüyorsa giydirebilirsiniz; fakat dürüst olmasını sağlayamazsınız. Ne yaparsanız yapın, dürüstlük karşı tarafın iradesindedir…" ayağa kalktım. plaklarıma bakmaya başladım sırayla. hım... barış manço... zeki müren... müzeyyen senar... ray... bb king... barış manço olabilir. "ben köle çalıştırmıyorum doktor. ben insan çalıştırıyorum. ben olmasam da bu şirket çalışır. ama onlar olmasa bu şirket çalışmaz."

    "sizin gibi bir patronum olsun isterdim gerçekten." sanırım bunu gerçekten içten söylemişti. Plağı yerleştirdim. Ağlama değmez hayat çalmaya başladı. Sanırım 1969 kaydı. Şarkılar içten söylendiği zaman ne kadar güzel oluyor. Barış Manço ne kadar içten söylüyor… "siz kendi işinizin patronusunuz. Ama isterseniz şirket doktoru olarak bir iş teklif edebilirim size." bu çocuğu sevdim nedense. ukala olması onarılabilir bir durum sanırım.

    "bunu akşam konuşalım isterseniz. çok geç kalıyorum.size eşlik etmek isterdim, kahveyi ve sohbeti başka bir güne bırakalım. iyi günler."

    odadan çıktı. telefonumu açıp muhasebeye yeni doktorumuzun yarın iş başı yapacağını ve ufak bir revir hazırlanması gerektiğini, gereğinin yapılması için müdür yardımcımı bilgilendirmelerini rica ettim. muhasebeci kız sevinçle cikledi. doktor kelimesi kızlarda ağır tahribat yapıyor sanırım. ben de çay ocağına doğru yola koyuldum. bir kahve içtikten sonra akşama kadar biraz daha kestirmek istiyorum.

    ***

    Modern dünyanın kıvanç kaynağı. Modern tıp. Tsh... Kanser taraması... Sodyum potasyum klorür testi... romatizma testi... ekg... akciğer filmi... detaylı idrar tahlili... Kan sayımı... Total kolesterol... Kısacası bir chek upda bulunması gereken tüm testleri yaptırdım. Doktorun muayenehane sinde bir mola verdim. Şimdi, doktoru benimle çalışmaya ikna etmem lazım.

    “sonuçları şirketteki revir odanda değerlendirsin artık. itiraz istemem… bu arada, muhasebeci kızdan uzak dur. Kendi iyiliğin için tabi... o biraz… Şey… Heyecanlı sanırım” bir insana istediğinizi yaptırmak için ona şakayla karışık emir edin. Yüksek ihtimalle yapacaktır. Doktor da öyle yaptı. Bilgisayar ekranından kafasını kaldırdı. Biraz afallamış vaziyette “ t-tabi olur. Biraz ani oldu ama…”

    “ben etrafımda güvenebileceğim insanlar istiyorum doktor. Her ne kadar ukala birisi olsan da… Ki ben, sende olan bu ukalalığı dürüstlük ve zekânın bir karışımı olarak görüyorum…” insanları gerektiği kadar övün. Her insan bunu hak eder…

    “peki ya hastalarım? Takip ettiğim hastalar var… onları bırakamam. iş başını ertelersek sevinirim”

    “ertelenen iş, yapılmayacak iştir. Kaç tane hastan var?”

    “takip ettiğim otuzun üstünde hastam var…”

    Bir iyilik fırsatı. Bunu kaçırmamak lazım. insanın eline nadir geçer. “tamam… onların tüm hastalık masraflarını da ben karşılıyorum. Onlarla da ilgilenebilmen için şimdilik birkaç ay haftada üç gün çalışırsın… tabi tam maaşla… ve tabi acil durumlarda işçilere de yetişebilirsen iyi olur.” Ayağa kalktım. Hayatım boyunca tüm anlaşmaları kazandığım gibi bunu da –azıcık emri vakide olsa- kazanmıştım. Muayenehanenin kapısını açtım çıkmak üzereyken birden maaş konusunda doktorun kafasında beliren soru işaretini gördüm. “maaş mı?” evet anlamında şaşkın şaşkın başını salladı.” Başlangıç olarak şimdi aldığın maaştan dört bin fazla diyelim. Ev masraflarını, kiranı, arabanı ve yakıt paranı şirket verecek. Ayrıca şirketten hisse de verilecek –maaşına orantılı olarak tabi. Senede dört defa maaşına orantılı giyim çeki alacaksın. Özel günler ve aylarda da prim veriliyor. Ha bir de; her sene yüzde yirmi zam… Bu standart prosedür. Şirkete katılan herkes buradan başlar. benim şirketimde çalışan herhangi birinin kafasındaki sorun maddi olmamalı… Dediğim gibi. Ben köle çalıştırmam doktor…”

    “pek sormak istemiyorum ama-“

    “sormayın o zaman doktor. Yarın görüşürüz. iyi akşamlar dilerim.” Sormak istediği soruyu bakışlarıyla belli etti. “peki sizin aylık kazancınız ne kadar!” ya da “bu kadar para kazanabiliyor musunuz?” diye soracaktı. Hayır. Benim aylığım müdürlerimin aylığıyla aynı. Hatta onun maaşından az. Ama bunu söylemem. Söylemek hoşuma gitmiyor. Yeterince babacan duruyorum zaten. Şirketim koca bir meyve ağacı gibi. Sadece tohum için ayırdıklarım hariç tüm meyveleri çalışanlarıma hakları kadar dağıtıyorum. Eşit olmak isterdim. Olamıyorum çünkü eşitlik her zaman adalet değildir.

    Eve gidip biraz kitap okumam gerekiyor. Bu gün doktora o kadar laf anlattım ki kelimelerim bitmek üzere…

    ***
    Acil servis koridorları bir enteresan kokar. Çamaşır suyu ve diğer dezenfektanların ahenksiz nahoş kokusu. Sedyede sırt üstü yatıyorsanız insanların yüzlerini ve parlak spot ışıkları görürsünüz. Tepemdeki adam bir doktor. Ama benim doktorum bu değil. Bu top sakal bırakmış. Yüzünde bir panik var. Neden acaba. Sedye hızla uzun koridorda ilerlerken, sağıma soluma bakmaya çalışıyorum. Doktor elinde bir ışıkla bana bağırıyor “ışığa bak! Beni duyuyorsan bir tepki ver! Adam resmen bitmiş…” tabi son cümleyi benim duymadığımı zannediyor. Etrafımdaki insanlar panik içerisinde koşuştururken beni kapısında ameliyathane yazan bir odaya alıyorlar. Düzgün giden bir hayatın mahvolması için yapmanız gereken tek şey, park halindeki arabanızın yanına gitmek için karşıdan karşıya geçerken sağınıza ve solunuza bakmamak. Bu kadar basit evet…

    Dıtlayan cihazlar. Tıslayan cihazlar. Kati ve kısa cümlelerle etrafına talimat veren bir doktor. Ve bedenime çöken karşı konulmaz bir uyuma isteği. Vücudumda gezen neşteri hissedebiliyorum. Anesteziysen henüz çaylak olsa gerek. Doktorun ellerini içime daldırışını da görebiliyorum. Onlar devam ededursun. Benim çok uykum var… çok…

    -5-

    Dilencilik enteresan bir tecrübeydi. Bana göre değil. Bu günkü işim biraz daha keyifli. Biraz daha teknik isteyen bir iş. Bu gün yankesiciyim. insanlar artık cüzdanlarında pek para taşımaz oldu. Bu yüzden işler kesat sayılır. Dün elime geçen nakit paranın haricinde pek de para kazandığım söylenemez bu işte. işin sırrı başparmakta. Özellikle bu mevsim de geniş cepli montlar işi daha da kolaylaştırıyor. Birinin cebine elinizi sokmak isterseniz, sizi ele verecek şey başparmağınızdır. Eskiden –profesyonel anlamda- bu işi yapanlar, başparmaklarını keserlermiş. Ben çaylak sayıldığım ve bu işte uzun süre kalmayacağım için başparmağımı kesmek yerine avucumun iç tarafına kıvırmayı tercih ediyorum. Başparmak önemlidir çünkü. insan alet yapıp kullanabiliyorsa ve kavrama yeteneği varsa, bunu başparmağına borçludur.

    Umarım daha da özen gösterirsiniz başparmağınıza. Neyse.

    Kalabalık bir mekan tercih ettim. Zira burada insanlar sürekli birbirlerine çarpıyor. Artık umursamıyorlar bile. Yapmanız gereken şey basit; çarpış - özür dile. Özür dilerken cebini yokla. Bu kadar basit. Cüzdan çekmek artık tarih oldu. Cüzdanlarda fatura ve kredi kartlarından başka bir şey bulmak imkânsız neredeyse. Karşımdan gelen iyi besili şişman adama doğru ilerliyorum. Kenara kaçıyor ama görmemezlikten gelip bir güzel çarpıyorum. Denge merkezi şaşan adam yere düşüyor. Yerde az da olsa çamur var. Benim işime gelir bu tabi.

    “önüne baksana be adam!”
    “afedersiniz… kafam dalgın biraz. Bişeyiniz yoktur umarım. Üzeriniz çamur oldu. Müsaade edin temizleyeyim.” Sabahtan beri beş kişinin üstünü temizlemekten kirlenmiş olan mendilimle adamın üstündeki çamurları temizlemeye hamle ediyorum. Bu arada o ellerindeki çamurdan kurtulurken bende sol elimle ceplerini yokluyorum.
    “ tekrar özür dilerim. Eskisi gibi olmadı ama artık temiz sayılır.”
    “sizin gibiler dağdan ineli buralar şehir olmaktan çıktı! Kim alıyor bu şehrin girişinden içeri sizi bilemem ki! Bırak temizleme… Bırak! “
    “tekrar afedersiniz.” Uzaklaştım. Cebindeki derinliği fark etmeden uzaklaşmam lazımdı çünkü. Cep telefonu çalmak akıllıca değil. Takip edilebilirsiniz. Kredi kartı da aynı şekilde. Ne varsa eskilerde var. Nakit. Canlı. Sıcak para. Keş, trink, mangır… uzun deri bir cüzdan aldım cebinden. iki yana kitap gibi açılan cüzdanlardan. Hımm… beş yüz otuz lira... birkaç kuruş… Gereksiz kartlar, kimlik, ehliyet, avukatlık kimlik kartı. Bir avukat için zayıf bile sayılırdı. Neyse bu adamın yanında bu kadar nakit taşıması bile şans benim için. Mekan değiştirmenin vakti geldi. Bir meydanda iki kişiye çarparsan güven timleri hemen başına ekşir. Cüzdandan çıkan küsüratı eski meslektaşım olan bir dilenciye veriyorum. Parayı da yolda gördüğüm bir üniversite öğrencisinin çantasına bırakıyorum. Biraz daha bira içebilsin diye. Otobüs duraklarına doğru çeviriyorum rotamı.

    Bir belediye otobüsü şehrin içinde gezmek için en güzel araçtır bence. Kimselerin aldırış bile etmediği semtlerden, mahallelerden hatta köylerden geçer ve şehrin kalbine ulaştırır. Bu durum istanbul için bile geçerli. Hayatı anlamak için uzun ruhani öğretilere, astral seyahatlere ihtiyacınız yok. Bir belediye otobüsüne binin. insanların ne kadar farklı olabileceğini, dertlerinin ne kadar farklı olabileceğini görün. Biletimi okutup boş olan otobüsün en arka sol köşesine oturdum. Otobüs ufak tefek de olsa hareketlenmeye başladı ben bindikten sonra. Elinde poşetlerle binen ve her halinden emekli olduğu anlaşılan amca ağır ağır koltukla arasındaki mesafeyi tüketiyor. Bu tam bir sabır işi ! ilerliyor… ilerliyor… ilerliyor… ilerliyor… ilerliyor… yavaş bir sunucudan dosya indirmek gibi. indiriliyor… indiriliyor… kalan yüzde altmış… ilerliyor… ilerliyor… kalan yüzde otuz… kalan süre elli dört saniye… birazdan hipnoz olacağım sanırım… ilerliyor…ilerliyor… kalan yüzde on beş… inişe yirmi yedi saniye… amca otur artık!

    Neyse ki kazasız belasız oturdu… akşama bunu kutlayabilirim aslında. Otobüsün dolmasını beklerken uyukluyorum. Kafam allak bullak. Olayların uçlarını birbirine bağlayamıyorum. Konsantre olamıyorum. Bu günkü işime odaklanmalıyım. Aradığımı bulana kadar işime odaklanmalıyım. Zaman ne kadar garip. insan bir şeyin yalan olduğunu öğrendikten sonra, yalanın boyutunu değil, o yalanla yaşadığı süre boyunca neler olduğunu düşünüyor. Bir dakika önce dünyanızı verebileceğiniz bir gerçek, bir dakika sonra yalana dönüşüyor ve aklınızdaki tek şey boşluk oluyor… kocaman bir boşluk. Ne yapacağını bilmemek. Bir yaprak gibi savrulmak. Klişe cümleler bunlar. Birisi söylemiş ve diğerlerinin hoşuna gitmiş. Yalan da böyledir işte. Birisi söyler ve diğerlerinin hoşuna gider.

    Kainatın başlangıcından beri, insanlar hep bir eş aradı. Burada eş kelimesini –karşı cins olarak algılamayın sadece. Yani mesele seks değil… mesele uyum. Bir insan sadece çoğalmak için eş seçmez. insan asıl eşini birbirini tamamlamak için seçer. Mevlana şems’ini bulmuş. Sadri alışık Ayhan ışık’ı. Anlatıcı kendine Tyler durden’ı yaratmış. Hacivat kara gözü bulmuş… yani hepsi aslında bir bütünün iki yarısı. Biri olmadan diğeri anlamsız. Onlar birbirinin eşi. Peki ya benim eşim? Hiç kendinizi yalnız hissettiniz mi? Ben hissettim. Aylar önce o hastane odasında yoğun bakımdayken hissettim. Ölümüme birkaç kalp atışı kala ve öldükten sonra hissettim… insanın canını ölüm yakmıyor merak etmeyin. O saniyeden sonra –o andan sonra- olan mutlak yalnızlık yakıyor ciğerinizi. Ha evet… söylemeyi unuttum… ben öleli yaklaşık dokuz ay oluyor…

    Ne yazık ki ölmek bazı sorumluluklardan kaçmak anlamına gelmiyor. Neyse. Otobüs duraktan durağa bir şehir turu yaparken cam dan dışarıda olanları seyrediyorum. Şehrin anlamsız telaşı. Sağa sola koşturan insanlar. Hepsinin ayrı hikayeleri var. Akşama kadar çalışmakla mükellef insanlar. Harcanmamak için. Yok olmamak için çalışmak zorundalar.
    Ne olursa olsun bu şehir bir şekilde yaşıyor. Ve her birimiz bu kocaman organizmanın parçasıyız. Biraz kesitrdikten sonra otobüs Bakırköy istasyonuna yanaşıyor. Meydanın hemen başlangıç tarafında cafelerin, dershanelerin bulunduğu o keşmekeşin içine yanaşıyor. Her zaman olduğu gibi kalabalık. Bu benim işime geliyor tabi. Yukarıdan aşağıya ufak bir yürüyüş yapmaya karar veriyorum. istasyon caddesinden, ebu ziya caddesine bağlanıyorum ve yürüyüşüme devam ediyorum. Hava kapalı, yağmur yağması an meselesi. Sağda solda enerjik gençler, tinerci çocuklar, alış verişe çıkmış ikoncanlar var. Bu kızların derdi ne bir türlü anlamıyorum. Konuya odaklanmam gerek. Gözüme birini kestirmem lazım. Kalabalığın arasında yürürken karşıdan gelen şişman yağmurluklu adamı göryorum. Havada yağmur yok ama yüzü terden sırılsıklam olmuş. Yağlardan katkat olmuş boynunun her bir boğumu ayrı ayrı terlemiş. Eminim leş gibi kokuyordur. Bu adamdan sopa yeme ihtimalim çok yüksek. Adamın kuvveti beni kaygılandırmıyor yanlış anlaşılmasın. Adamın her darbeyi yalıtabilecek yağ katmanı beni endişelendiren. Her yumruk jöle kıvamında bir titreşim olur onun için! Bir tür bio-zırh!

    Yağmurluklu adamı pas geçip yürümeye devam ediyorum. Sahile yaklaşmak üzereyken hedefimi belirliyorum. Önümde yürüyen, bavul büyüklüğünde bir çantası olan, yüksek topuklu ayakkabılarıyla neredeyse “kadınım ben! Kadınım beeen!” diye bağıracak esmer güzeli. Aklıma gelen ilk soru iç çamaşırı rengi değil, o büyüklükte bir çantanın içinde ne taşıdığı…

    Makyaj malzemeleri (hatrı sayılır miktarda tabi…), günlük ped, cep telefonu, sakız kutusu, sigara ve çakmak, yavru bir terrier, anahtarlar, matkap, tenis topu, dildo, uzak mesafeli telsiz, ankesörlü telefon,cüzdan…

    Cüzdan!

    Bir kadına arkadan çarptığınızda ilk düşündüğü şey taciz olacaktır. Riskli olsa da şaşırtmaca için güzel yöntem. iri kalçaları önümde senkronize bir şekilde yukarı - aşağı inip çıkarken biraz yavaşlayıp mesafeyi açıyorum. Aradaki mesafe yirmi metreye ulaştığında koşmaya başlıyorum.

    Hop!

    “ya sen ne yapıyorsun salak! Dikkat et biraz!”
    “ sayın bayan, çok özür dilerim, yetişmem gereken bir randevu var, izin verin hemen üstünüzdeki çamurları temizleyeyim…”
    “bırak kalsın! Gerizekalı! Tut şu çantamı, çamur oldu her yerim!”

    Çantasını bana verdi! Sanılanın aksine esmerler sarışınlardan daha aptaldır. Sarışınların suçu saf olmalarından kaynaklanır…

    “bayan, çantanızı şuracığa bırakıyorum, acil gitmem lazım… tekrar özür dilerim…”

    Koşmaya başladım tekrar. Senaryoda boşluk olmaması lazım. Bir randevum var canım! Kadınla kısa bir süre muhabbet ettiğimiz için esnaf da anlamadı durumu.

    Kilisenin sokağından içeri giriyorum koşarak. Sokak boş, cüzdanı açıyorum. Ganimetim. Kartlar, kartlar, daha fazla kartlar… hiç nakit yok! Birisi bu kadınları uyarsın lütfen. Tarihe not düşün. Kredi kartı, kadınların doğum kontrol hapından bile fazla tükettiği bir icat.

    Sahil yoluna iniyorum. Bu günlük bu kadar çalışma yeter.

    “taksi!”

    -6-

    insanların sosyal yaşama yaklaşımı ve uygulaması bambaşkadır. size akıl verirler, sosyal hayatın gerektirdiği gibi yaşamanızı öğütlerler. okula git, iş sahibi ol, askere git, iş sahibi ol, evlen, çocuk yap... onları büyüt, okula yolla, işe yolla, askere yolla, işe yolla, evlendir, torun sahibi ol ve öl... ölmeden önce bayrağı çocuklarına devretmeyi unutma.

    bu sosyal döngüyü deldiğiniz anda toplum tarafından dışlanırsınız. sizi sevmezler. arkadaş toplantılarından sizden yüz buruşturarak bahsederler.
    “haa, o mu? hala bir baltaya sap olamadı.” ya da “ evde kaldı” , “okumadı.” ve daha niceleri...
    bütün bu sosyal hayatı oluşturan bizleriz. kendimizi kurallarla sınırlandıran bizleriz. bir çitanın aksine vahşi doğada tek başımıza harcanacağımızı bildiğimiz için bir arada durduk. ve şimdi binlerce yıl sonra bu durumdan pişmanız... birbirimize tahammülümüz kalmadı. birbirimizden nefret ediyoruz. iletişim çağında olduğumuzu iddia ediyoruz ama iletişim sorunları yaşıyoruz. hayat bizi çiğneyip tükürüyor.

    çiğnenip tükürülmek demişken, bir kaç gün önce ben de çiğnenip tükürüldüm. yoğun bakım ünitesinin cihazlarının ritimleri eşliğinde sefil hayatımı değerlendiriyorum kafamda. ne uyuyabiliyorum, ne uyanabiliyorum. tam bir sessizlik insanın sinirlerini bozmaya yetiyorken, yarım bir sesslik bunun on katı etki yapabiliyor. bu noktada insanı rahatsız edenin yarımlık olduğunu anlıyorum.

    yarım kalan konuşmalar, yarım kalan yemekler, yarım kalan sevişmeler... bu ve bunun gibi milyonlarca yarımlılık hayatımızı çekilmez kılıyor. yarım kalan hayat da buna dahil.

    sırt üstü uzanırken göz ucuyla vücudumun yarısından fazlasının alçıda olduğunu görüyorum. iki yanıma özenerek yerleştirdikleri kollarım da bu alçılardan nasibini almış. evet karşıdan karşıya geçerken sola, sağa ve tekrar sağa bakmamızı ilk okulda öğütlemişlerdi ama kırklı yaşlarınızın sonlarında bunları pek önemsemiyorsunuz. zar zor parmaklarımı görebiliyorum. şişmişler. şiştiğinden dolayı olsa gerek babamın armağan ettiği yüzük hala parmağımda.

    ben henüz iki yaşımdayken ailem bir kazada ölmüş. bu cümleyi kurmak isterdim. evet. ama olay daha dramatik. daha doğrusu daha şiddetli. tabi bunları bana üvey ailem anlatmadı. evlatlık olduğumu öğrendiğimde -her evlatlık çocuk gibi- ufak bir araştırma yaptım.

    adı çok da önemli olmayan bir ilde çiftçilik yapan babam bir gün bir haftalığına istanbul’a gitmek zorunda kalır. bir hafta babamın yokluğundan istifade eden annem ve amcam tam bir aşk haftası geçirirler. bu aslında onların suçu değildir. amcam anneme aşıktır ancak geleneklerden ötürü -yaşı ve sırası geldi diye- babamla evlendirirler annemi. bu büyük bir yıkım tabi. istemediği bir adamdan çocuk sahibi olur ve hergün aslında aşık olduğu adamın sıratını görmek zorunda kalır. tabi bu aşkları babamın söylediğinden bir gece önce gelmesiyle sır olmaktan çıkar. babam eline pompalı tüfeği alır ve gerisi gazetelere üçüncü sayfa haberi olarak malzeme olur. sonuç, üç ölü, iki düşman aile, bir yetim-öksüz çocuk.

    işte tüm bu olanları öğrendikten sonra üvey babam -ki kendisini öz babamdan katkat fazla severim- bana bu yüzüğü armağan etti. ona da babası hediye etmiş. ailenin erkeklerini temsil eden bir tür miras. “her kim olursan ol, sen ailemizin bir parçasısın, benim oğlumsun” demişti dolu gözlerle.

    şimdi anlıyorum ki birisiyle akraba olmanız için kan bağına ihtiyacınız yok. zaten teknik olarak tüm insanlar birbiriyle akraba. neyse. mesele bu değil.

    mesele hayattan sıkılmış olmam. mesele artık bir şeylerin yolunda gitmemesi. mesele her insanın midesini bulandıran şey; arayış. bu kaza bende eksik olan bir şeyi gün yüzüne çıkarttı.

    sağa sola bakma alışkanlığı...

    uyumam lazım... doktorum. onu bulmam lazım. uyanmam lazım. uyanmak için önce uyumam lazım. şu an uyuyor muyum?

    -7-

    hayat zor tabi, mesela; otobüs şoförleri için. sıkışık trafik. gözünüze vuran güneş ışığı -geceleri bunun yerini farlar alıyor ki şükürler olsun güneş gözlüğü icat edilmiş!- memnunsuz insanlar. menun insanlar. biletsiz insanlar. biletli insanlar. kokan insanlar. daha da kokan insanlar.

    “fatih’ten geçiyor mu?”
    “ (otuz dördüncü defa) evet bayan...”
    “kaç dakika sonra kalkar?”
    “(otuz altıncı defa) son üç dakika.”

    geçen günkü yolculuk tecrübemin ardından bu sefer şoför koltuğundayım. inanın bana bu çekilmez bir şey. hareket saatime birr dakika kaldı. motoru çalıştırıyorum. sabahki servisle beraber ikinci defa otobüs kullanmış olacağım hayatımda . duraktan hareket ettiğim anda peşimden koşan bir yolcu fark ediyorum. adamcağız yüz metreyi tescilli bir atlet gibi koştu ve hareket halindeki otobüsün kapısını çalıyor.

    “kaptan açar mısın kapıyı! lütfen!”

    bir yandan koşuyor. olmaz anlamında başımı sallıyorum. ısrar ediyor.

    “hadi ama! aç işte ne olacak?!”

    otobüsteki yolcuların ayıplayarak fısıldaşmaları sesli ikaza dönüyor. hemen arkamda oturan ve muhtemelen altın gününden çıkmış boyalı kırışık suratlı yaşlı kadın omzuma dokunuyor.

    “evladım açsana kapıyı adam hala koşuyor.”

    bir yerde pes edecektir diyorum içimden. dediğim de oluyor. sağlam bir küfür edip nefes nefese olduğu yere çakılıyor.

    “ayıp ayıp!” diyerek beni ayıplıyor yaşlı kadın. “azıcık saygı kalmamış!”

    tüm gün boyunca yaşlı haline aldırmadan sokak sokak gezip, altın günlerinde kısır yerken dedikodu yapıp, kendine çıkarttığı boş işler yüzünden yorulup, bütün gün çalışan, patronundan azar yiyen, gerçekten yorgun, bitkin bir delikanlılın tepesine dikilip sanki hakkı varmış gibi ondan yer isteyen birinin bana saygıdan bahsetmesi biraz garip geldi tabi...

    “son kalan saygımı hak eden birine ayırıyorum sayın bayan...”

    “efendim?”

    “yok bişey...”

    dediğim gibi hayat zor...

    -8-

    yoğun bakım ünitesinin kapısında doktorumu görüyorum. yetkili doktordan bilgileri alıyor. elbiseleri çıkartıp gündelik kıyafetler giydirirsek latince konuşan iki ahmaktan başka bişey olmazlardı. ama ünüforma herşeyi değiştiriyor.

    “açılın ben doktorum!” hayırlı olsun... ne zamandır?

    ciddiye alınmak için ünvan veya ünüformalara ve daha da ötesi karşımızdakinin onayına ihtiyaç duyan varlıklarız biz. “sen koskoca doktorsun!” “adam doktor!” “ kaç sene kafa patlatmış!” hadi be ordan...

    doktorum yanımdaki sandalyeye oturuyor. bir ay oldu. ilerleme yok. biraz gayret gibi cümleler kurdu. daha fazla dayanamadım ve yerimde doğruldum.

    “öldür beni doktor!”

    yerine mıhlanmış vaziyette bana bakan doktorumun dili bir kaç saniye sonra işlevini hatırladı.

    “nasıl olabilir!?”

    istediğim kadar dramatik olmamıştı her yerim alçılı olduğundan aniden doğrulmak belimi acıtmıştı.

    “bilmiyorum sen seç... boş şırınga olabilir mesela...?” birini öldürmenin en temiz yolu. havayla dolu bir şırınga alın. kurbanın damarına hava enjekte edin. kısa bir süre içinde damarlarda dolaşan hava kalbe uğrayacak ve kalp bunu pompalamaya çalışırken bir boşluk olduğunu fark edemeyecek. ufak bir sancı ve puf!... tüh. kalp krizi geçirdiniz. tüh. öldünüz. yazık.

    “onu demiyorum! nasıl ayağa kalktınız? bu kadar çabuk kalkmanı bir doktor olarak ben bile beklemiyordum!”

    “bilmiyorum. pek fazla şey hatırlamıyorum.”

    “dur dur dur...” eline aldığı kalem boyutundaki ufak feneri gözlerime doğrulttu.

    “yaşın?”

    “47”

    “ adın?”

    “bana patron de...”

    “beni hatırlıyorsun demek?”

    “tabi ki hatırlıyorum. ukala, şımarık ama zeki doktorum...”

    “bu gerçekten iyi bir gelişme. beynin hasar almamış. yaklaşık 2 dakika kalbin durmuş. şokla çalıştırmışlar. açıkcası bu kadar kırık ve yaradan sonra ben bile yaşayacağından şüphe etmiştim.”

    bir an için durdum... kim yaşamak isterdi ki? yani gerçekten ölmesem de en azından resmi olarak ölebilirdim.

    “bu güzel. bırak yaşadığımı bilmesinler o zaman. avukatımı çağır. içerideki doktorlara kendime geldiğimi haber verme. hayatımın bu kısmına son vermek istiyorum artık.”

    yirmi dakika sonra vasiyetimi yenilemiş, varlığımı üvey babamın dilediği gibi işçilerime dağıtmış, sadece kendi maaşlarımı ayrı bir hesaba aktartmıştım. bu da yirmi beş senelik bir birikim demekti ve hatırı sayılır bir miktardı. benim için bir daire ayarlamarını da söyledim.

    yarım saat tamamlandıktan sonra resmi olarak ölü biriydim.

    -9-

    hayattan istediklerini alma konusunda ısrarcı biriyseniz, kaybetmeye mahkumsunuzdur. hayatın bize verdiklerine razı olduysanız, zaten kaybetmişsinizdir. basit bir tercih. sadece zamanla alakası olan bir durum. biraz da göreceli.

    zor olan şeyler sadece kafamızın içindedir. hayat aslında çok basittir.

    “ama evlenme kararı vermek çok zoooor...” gayet basit. neticede amaç ücretsiz seks, zahmetsiz yemek, ömür boyu bakım ve onarım garantisi. olayları kafamızda büyütüyoruz.

    “birini öldürmek çok zor” hayır hayır. çok kolay. sivri bir alet veya bir silah. boyuna, enseye, kalp üstüne yapılan ani bir vuruş. soluk borusuna bir tekme. ana damarlarına bir kesik. çok büyütmemek lazım.

    “çocuk sahibi olmak mı? hazır değilim!” yapman gereken sadece içeri gelmek. hem mecaz hem de gerçek anlamda. anladınız değil mi? küçük şeytanlar...

    şeytan demişken. hepimiz -tüm insanlık- bir ağızdan dua edip şeytanın yok edilmesini istesek ne oldurdu acaba? tanrı ile şeytan arasındaki bahis bitmiş olmaz mıydı? biz de cennet için savaşmak zorunda kalmazdık? gördünüz mü... basit... bir kaç cümlede sizi cennete taşıdım. bunları danışmanlık ücretime ekliyorum.

    aylardır başka başka işlerle uğraşıyorum. ne aradığımı bilmeden arıyorum. insanları gündelik hayatlarında, en sıradan hallerinde gözetliyorum. bizler çok değiştik. eskisi gibi doğayla barışık değiliz. eskisi gibi dost değiliz birbirimizle. sadece çalışıyor - tüketiyoruz. tükeniyoruz.

    tüm bu hikayenin ortasında size bir kadın anlatmak isterdim. onu çok sevmiştim! demek isterdim. hayat onu benden aldı! demek isterdim. ama yok. aşık olmak isterdim. ama olamadım. o kadar kalabalığız ki artık doğru insanı bulmamız imkansıza yakın bir istatistik değerinde.

    bu gün maktül’üm. üçüncü sayfa haberlerini süsleyeceğim. ama olayın dramatik olması gerekir. tüm vaktimi geçirdiğim bu bodrum katında ölü bulunacağım. zor değil çok basit. bir adet silah ve bir kiralık katil.

    kapı çalıyor, bu katilim olmalı. bekletmeye gelmez. bu adamlar sinirli oluyor. adamı içeri alıyorum. ilk defa bu şekilde çalıştığı çok belli. ondan istediklerimi sıralarken bir yandan eline plastik bir bardakta kahve tutuşturuyorum.

    “içtikten sonra buruştur cebine koy. müsait bir yerde yak. arkanda iz bırakma lütfen.” karşısındaki sandalyeye oturup iri kıyım adamı süzüyorum. yüzü akılda kalacak kadar korkunç. azrailin yüzü nasıldır acaba diye düşünmekten alamıyorum kendimi.

    “iyi bir sopa çek. sonra da iki el ateş et. merak etme burası komple yalıtımlı. paran merdivenin altında çantada. nakit.”

    kalın ve bir o kadar da boğuk sesiyle sordu “bir insan kendisini öldürmek için bu kadar prodüksiyon yapar mı?” ceketini çıkartıp dikkatli bir şekilde katladı.

    “benim ölümüm ses getirmeli. insanlar bir şeyi görmeli. uyanmalı. tüm yaptıklarım ve yaşadıklarım günlüğümde yazılı. biri mutlaka bulacaktır. tabi bu son deneyimim için geçerli olmayabilir. o yüzden biraz ince çalış yazı yazmak için bir kaç dakikaya ihtiyacım var.”

    “fark yaratamazsın.”

    “bunu bir katilin ağzından duymak ilginç tabi... aslında fark yaratılmaz. fark zaten vardır. o, tercih edilebilir...”

    “ölümün sadece seni ilgilendirir bayım...”

    “birinin ölünü çok şey değiştirebilir. çok kişinin ölmesi, hiç bir şeyi değiştirmez....”

    elleriyle başlıyorum işareti yaptı. bir yudum viski daha aldıktan sonra kafamla onayladım. koca yumruğu suratıma değmeden rüzgarını hissetmiştim. yaklaşık yarım saat dayak yedim. kendimi arınmış hissediyordum. yere serildiğimde iki el ateş etti.

    “karaciğerine geldiler. bu sana yirmi dakikaya yakın bir zaman kazandırır.” tam gitmek üzereyken arkasını döndü. “bu hayatımın en değişik tecrübesiydi.” dedi.

    “benim de...”

    merdivenlerden son bir kez bana bakıp çekip gitti.

    -10-

    hayat aslında bizimle alakası olmayan olayların bizi köşeye sıkıştırmasından ibaret. kaçmaya çalıştıkça bizi içine çeken bir bataklık. kurbanının boğulmasını beklemeden yutan bir piton. hayatla ilgili bir çözümleme veya yorumlama çok basitçe yapılabilirken, ölümle ilgili bir deneyim aktarılması ne yazık ki mevcut değil.

    ölmeyi kaldıramıyor bazı insanlar tabi...

    bu gün burada ölmemin tek sebebi olan ismi kağıda yazdım. aylar evvel ölmüş bir ismi. kendi ismimi. bir kere hayattan sıkıldınız mı... gerisi boş... tutunamazsınız. bu bir trajedya...

    hayat zor... du...

    http://www.youtube.com/wa...mp;v=cfOa1a8hYP8&NR=1
    *
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük