sanırım bizler*, dünyanın en şanssızları arasında en şanslı olan insanlarız. yaşadıklarımız belki dünyada eşi benzeri olmayan şeyler. ama yaşandı ve hala yaşanıyor. yıllardır içimizde biriktirip büyüttüğümüz bu sır daha ne kadar devam eder bilmem. ama artık bir şeyleri en azından insanların bilme vakti sanırım. artık bu yaşadıklarımı anlatmak istiyorum...
zehra! biricik aşkımdı benim. onunla daha çocukken sevmeye başladık birbirimizi. çocuktuk belki ama sevgimizdeki çocukça olan tek şey sevgimizdeki saflıktı, temizlikti. kirlenmemişlikti... saklambaç oynarken o masum ebeleme anları bile bizim belki bir gün boyunca düşünü kurduğumuz kadar mükemmel hadiselerdi. çünkü en çok birbirimizi ebelerken sevdiğimize dokunabilirdik. gözlerimizde bulduğumuz sevgiyi ellerimizle hissettirebilirdik. adına töre dedikleri cani, belki o zaman görmezdi sevgimizi. saygı duymadığı aşka, belki o zaman göremediğinden dolayı hiddetinden yoksun bırakırdı. çocuktuk en nihayetinde ama hepsinden daha büyük kalpleri vardır töre çocuklarının. nefretle, kinle atmaz kalp atışları. sevdiklerini söyleyemezler belki ama sevildiklerini de sevdiklerini de çok iyi bilirler. gözleri, dillerinden daha konuşkandır töre çocuklarının. çünkü konuşmaları müebbet yasaktır. sevmeleri yasak, sevişmeleri yasak, hayatlarını çizmelerini yasak... her şeye büyükleri karar verir. seveceği kişiyi de, öldüreceği canı da onlar bilir. hüzünlü bir kaderi vardır töre çocuklarının. en korkulan katili de aslında bir kurbandır.
zehra'yı sevmeye, kendimi bilmekle başladım. kendimi bildim bileli de başka bir kadına dokunmadım. eşime bile! yaşadığımız yerde insanlar çocuk yapmayı severler mi, yoksa hem korunmadıkları için, hem de cahillikten dolayı mı çok çocuk yaparlar, tartışılası bir konudur. ama herkesin çokça çocuğu vardır. o sebeple mahallede çocuk seslerini silah sesleri bile bastıramaz çoğu zaman. zehra'yı ilk olarak arkadaşları ile oyun oynarken fark etmiştim. öteki sokaktaki bir evde oturduğunu da onu izleyerek gördüm. ona sevgim uzaktan seyrederek başlamıştı ilk. açıkçası onu seyretmek için oyunlara katılmazdım. bu sebeple arkadaşlarım ve ailem hep içine kapanık bir çocuk olarak tanıdı beni. hep bir köşede oyun oynayan çocukları izlediğimi sandılar. oysa benim gözüm zehra'dan başkasını görmüyordu.
çekingendim. bu sebeple yanına gidip onlara katılmak zor gelmişti bana. karşı cinsten biri ile konuşmak yadırganır. böyle büyür töre çocukları. hep görülmez duvarları vardır kadınlarla erkeklerin. çocukken örülmeye başlar, mezara kadar da yıkılmaz. o duvarlara kapıyı açan büyüklerdir sadece. bir kapı açılır ve kime açıldığını onlar bilir sadece. kapının ucundaki kimse evlenirsiniz. aşk, sevgi veya diğer şeyler düşünülmesi bile hoş karşılanmayan şeylerdir. seçme hakkınız yoktur. o duvarlar belki de ilk bana örülmüştü. belki de çocuk kalbiyle ilk seven bendim aralarında. bilemem! ama sevdim. uzaktan ve içimi oyarak.
aylarca izledim zehra'yı. bir gün çeşmeye su içmeye giderken takıldı bir taşa ve düştü yere. dizini incitmişti. nasıl oldu bilmem fırladım yerimden. onu izlediğim köşeden yumruğumu çenemin altından alarak, yanına vardım. yüzündeki acı ifadesine dayanamamıştım. o ağlarken ben de ağlamıştım. sanırım böylesi güzel bir şeydi çocukça sevmek. kim iddia edebilir ki önemsiz olduğunu! kim sorgulayabilir ki böylesi bir sevgiyi... ben ağlamaya başlayınca o sustu. belki de o çocuk kalbiyle kendisi için üzülen birine ilk defa şahit olmuştu. sonra gözlerimin içine baktı ve güldü. elimi tuttu ve yerden kalktı. sonra çeşmeye gidip dizini yıkadık. ama bunlar olurken o göz göze gelmemizin yaşandığı an hep aklımızdaydı. ikimiz de farkındaydık. çocuktuk ama kalbimizin olduğunu ilk o bakışmada böylesi hissetmiştik belki de. sonra yüzüme baktı tekrar. gülümsedi ve koşarak arkadaşlarının yanına gitti. öylece bakakalmıştım ardından. ama o gün, hayatımın en güzel günüydü ve bu enteresan hikayenin başladığı andı.
o günden sonra zehra da hep kaçak gözlerle beni arıyordu. her gün sokağa çıkarken onu görme umuduyla başlıyordum güne. sokağa çıkmadığında telaşlanıyordum. aklıma türlü şey geliyordu. bir keresinde hastalanmıştı. üç gün çıkmadı sokağa. yaşadığım hüzün ve korkuyu hala unutmadım. için için severken bile hissettiklerimizin yasak bir şey olduğu kanımıza enjekte edilmişti sanki. sanki herkes beni sorguluyor gibi bir paranoya ile de yaşıyordum. bu sebeple sokaktan hiçbir çocuğa da zehra'nın nerede olduğunu soramamıştım. onu üç gün sonra gördüğümde aynı telaşlı ve özlemli bakışları onun da gözlerinde görmek çok anlamlıydı benim için. zamanın eskitemediği bir karedir zihnimde. sanırım hep de o haliyle kalacak.
tarlada çalışma zamanlarında herkes römorklara biner ve tarlaya giderdi. çocuklar da dahil herkes bir şeylerin ucundan tutardı. belki de genç kızların yalnız kalabildiği yegane zamanlar, fırsatını bulabilenler için bu zamanlardı. yemek taşırken veya samanlıklarda ailelerinden uzaklaşırken, kaçamakların yaşanıp sevgililerle yasak aşkların kapıları açılırdı. aileler sadece genç kızlar tarlada çalışacağı zaman onları yalnız bırakınca fazla üstelemezdi. seven kalpler için çalışmak belki de bir anlamda bu sebeple güzeldi. aklım ermeye başladıkça ve bu baskılar canımıza tak ettikçe, ister istemez herkesi atlatmanın yollarını düşünüyorsunuz. nefes alırken, uyurken, banyo yaparken, yolda yürürken, kısacası her zaman... o zamanlardan hayalini kurmaya başlamıştım bir gün zehra ile kaçamak buluşmalarımızın...
zaman akıp giderken, zehra ile karşılıklı sevgimizden emin oluyorduk. gözlerle sevişiyor, bakışlarımızla hayallerimizi paylaşıyorduk. biz büyüdükçe daralan dünyamızın sebebi yasaklar ve töre idi. artık 15-16 yaşlarımıza gelmiş ve birbirimizi daha çok ister olmuştuk. onunla belki de hep karşılıklı sevgimizi anlatabilmenin hayalini kurarken, bir gün gerçek olabileceğinden hep şüphe duyardım. zehra... büyüdükçe açmazlarım da artmıştı. onun aşiret liderinin torunu olması belki çocukken çok şey ifade etmiyordu. ama ben büyüdükçe omuzlarımı daha çok büken bir hadise olmuştu. benim gibi birinin değil onu sevmesi, yan gözle bakması bile ürkütücü sonuçlar doğurabilirdi. ama içimizdeki o şey, tüm bunların farkında olmasına rağmen söz dinlemiyordu. aklın bittiği yerde başlıyordu fırtınamız. ona hep şiirler yazardım. ama kimse şiir yazdığıma bile şahit olmamıştır. bir erkeğin şiir yazması bile zayıflık göstergesidir töre çocukları için. dalga geçilme malzemesidir çoğu zaman. yazılabilecek tüm şiirler vaktiyle yazılmış, doğabilecek tüm şairler biz doğmadan evvel doğmuştur. hepsi belki bir gün sevmiştir ama korkularından, itiraf edemedikleri gerçeklerin hükmüyle yaşarlar.
bir temmuz ayı idi. cebimde hep ona yazdığım şiirler vardı. bakar bakar okurdum, iç geçirirdim. sonra nasıl olduysa yanımda bitti birden. ne okuduğumu sordu. etrafta kimse var mı diye kolaçan ettim, kimse yoktu. dev saman yığınlarının arasında idik. kendisine yazdığım şiirler olduğunu söyledim. ürkek ve çekingen bakışları o kadar tatlıydı ki... yaşadığım korku ve heyecana rağmen mutluydum. bu, kalbimi ona açmam için yakaladığım ilk fırsattı. cebimdeki tüm şiirleri çıkarıp ona verdim. hepsini aldı. katladı ve koşarak uzaklaştı. koşarken ardından onu izledim. avuçlarında korku ve heyecanla sıktığı kağıtları, koynuna soktu daha sonra ve gitti. içimde tarifsiz duygular vardı. artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. çünkü o şiirleri ona yazdığımı söylemiştim ve o kağıtta ona olan aşkımdan başka ve hayallerimden başka hiçbir şey yoktu.
o gün daha görmedim onu. ertesi gün ben yine samanları yığarken yanında kız kardeşi ile yığının önünden geçiyordu. öksürdü önce. sonra da benim bakış yönüme doğru bir şeyler fırlattı. siyah bir poşeti yumak yapmış ve önüme fırlatmıştı. etrafı kolaçan edip poşeti aldım. içinde kağıtlar vardı. birileri görür ve merak edip elimden alır diye cebime soktum. akşam olup işim bitene kadar heyecanla bekledim. sabırsız bir sabırdı hissettiğim. akşam olunca yorganın altına girip yorganı hafiften aralayıp ışık girmesini sağlayarak okudum. o da beni sevdiğinden bahsediyordu. çok güzel yazısı vardı. o kelimelerin onun elinden yazıldığını bilmek, o sözcüklerin onun yüreğinden düştüğünü bilmek eşsiz bir şeydi. bir de mendil vardı poşette. baş harflerimizi işlemiş. açıkçası çok mutlu olmuştum o mendili görünce. muhtemelen daha önceden işlediği bir mendildi. aynı fırtınaları onun da benim gibi susturucuya taktığını bilmek çok güzel ve eşsiz bir duygu idi.
o yaz nerede ise her gün akşama doğru yanımdan geçerek eve gitmesini, o birkaç saniyeyi beklemiştim. sürekli yazdıklarımızı bu sayede iletiyor ve aşkımızı paylaşıyorduk. işlerin bitmesine yakın ikimiz de buruktuk. çünkü o tılsım bir dahaki yaza kadar yok olacaktı. alışmıştık bu sınırlı hayata bile. bir gün erken geldi yanıma. koşarak nefes nefese kalmıştı ve heyecanlıydı. beni samanları koyduğumuz depoya çekti. arka tarafa geçebilmek için bir kişinin sürtünerek geçebileceği bir aralık vardı. oradan arkaya doğru gittik. iki eli de elimdeydi. ikimiz de titriyorduk. arkaya gittiğimizde başının ağrıdığını bahane edip erkenden ayrıldığını söyledi. yanımda bu sebeple 15 dakikadan fazla kalamayacağını söyledi. o 15 dakika, uzun zaman düşünü kurduğumuz bir zamandı. ikimizin de titremesi ve heyecanı bundandı. ona ilk defa sarılmıştım. bir yandan utanıyor, diğer yandan da merakla ne yapacağımı merak ediyordu. ona sarılırken yaşadığım mutluluğu hatırlıyorum. eşsiz bir şeydi. ilk defa kokusunu içimde hissetmiştim. ilk defa kalp atışlarını göğsümde hissetmiştim. sonra elleriyle çekti beni. yüzüme baktı. gözlerini kapayarak dudaklarımı öptü. benim olmayı istiyordu. gözlerini neden kapattığını sadece töre çocukları bilir, sadece töre çocukları anlar. hüküm diye kaderimize yazılan yasaklar ve koyulan engeller, sindirdiğimiz korku yüzünden bizim bile görmeye şahit olamayacağımız bir yüktür. ama aşk işte. daha evvel de dediğim gibi, aklımızı yitirdiğimiz yerde başladı fırtınamız. her şeyin ilkini o gün yaşadık. birbirimizin olduk. birbirimizin tadını ilk o gün öğrendik. korkuyu da, aşkı da, duvarlarımızı yıkmayı da ilk o gün becerdik.
sonra koşarak uzaklaştı yine. bense 10 dakika kadar daha içeride bekledim. sonra çıktım. artık yaşadığımız korku da, sevinç de taşıması zor bir yüktü. hayatımız belki de artık hiçten ibaretti. ama o sevinç uzun sürmedi. o hafta zehra'nın ali'yle evlendirileceğini öğrendim. ali, benim iyi bir arkadaşımdı. aşiretin önde gelenlerinden birinin oğlu idi. töre, zehra'yı ali'ye uygun görmüştü. ali, ilk bana dert yandı. ben her zamanki yerimde yıldızların altında ağlarken ali, yanımda bitti. o da ağlıyordu. iki genç delikanlı ağlıyorduk. sarıldı bana. üzüntümü içime gömüp şaşkınlıkla sarıldım ona. sanki bir an biliyor gibi geldi ama bilmiyordu. içini döktü. zeynep'i sevdiğinden bahsetti. zehra ile evlenmek istemediğinden bahsetti. üstelik zehra ne yapıp edip bir yolunu bulmuş ve ali ile konuşmuş. başkasını sevdiğinden bahsetmiş. evlenmemesi için yalvarmış. ali de içini zehra'ya dökmüş. hiçbir şey diyemedim. öylece ağladık. sabaha kadar ağladık. o üzgün halim babamın gözünden kaçmamış. eşyalarımı karıştırmış ve zehra'ya olan aşkımı anlamış. ama yiğit adam. kimseye söylememiş. tek çare olarak beni evlendirmeyi görmüş. kaderin cilvesine bak ki beni evlendirmek istediği kız ise zeynep. bana sormadan kahvede babası ile konuşmuş ve uygun görülmüş. o hafta hayatımın en karmaşık haftalarından biri idi. hepimiz için öyle idi. ortalarda pek görünmediğimden, samanlıkların orada geceleri yattığımdan olay günü bu işten haberim olmadı. ali geldi yanıma. suratıma bir yumruk attı. "kalleş" diye bağırdı. birbirimize girdik. zor durdurabildim ali'yi. sonra olayın iç yüzünü anlattı. ona da zeynep anlatmış. sonra yığıldım kaldım olduğum yere. şaşırdı ali. beni kendime getirebilmek için tokatlamaya başladı. sonra kendime gelince sarıldım ali'ye ve ağladık. avuçlarımızın içinde sıktığımız omuzlarımızın acısını duymadan ağladık. sonra ali'ye zehra'yı sevdiğimi söyledim. çöktük yere. kader bir oyun oynuyordu sanki.
ne birbirimize kızmaya ne de yerimizden kalkmaya gücümüz vardı. ali'ye: "zeynep sonsuza kadar bacım kalacak, evlensek bile" dedim. ali de aynı şeyi zehra için söyledi. çöktük. ali bana bir sigara verdi. ilk sigara içişimdi. içmeyi bile o an öğretti bana. öksürmeme güldü ve kafama dokunarak şaka yaptı. sonra beni çekip sarıldı. "aslanım" dedi. o an belki hala çocuk sayılabilecek kadar gençtik. ama sözümüzü tuttuk. ikimiz de evlendik. düğünlerimizde kaçamak bakışlarla birbirimizi süzdük. ama ne düğün gecesi, ne de sonra birbirimize hiç dokunmadık. hep ayrı yataklarda yattık. zeynep ile evlendiğim günü hatırlıyorum. sırtıma vurularak odaya soktular beni. duvağını açmamı bekliyordu. ali ile birbirimize verdiğimiz sözden haberi yoktu elbet. ama o sözün gerçek olacağını biz bile bilmiyorduk aslında. zeynep'in duvağını açtım. hüzünlü bir yüzü vardı. ama kaderini kabullenmişti. "sen ali'nin helalisin" dedim ve ona asla dokunmayacağımı söyledim. bana baktı. yitik ve bitap sesi ağlamaklı şekilde teşekkür ediyordu bana. yastık ve yorgan alıp içeride yatmıştım. ali ve zehra benden bir hafta önce evlenmişti. ama evlendiklerinden sonra ali ile düğünüme kadar hiç görüşmedim. açıkçası sözünü tuttu mu bilmiyordum. öğrenmeye takatim olmadığından da sormak gelmedi içimden. o sebeple kaçtım. o da beni bulmadı zaten. onun sözünü tutup tutmadığını bilmeyerek midemde bir yanma ile günler geçiyordu. hayattan hiçbir beklentim kalmamıştı. ama kötü ihtimali düşünüyor insan çaresiz zamanlarında. bunu çok iyi biliyorum. bir gün ali buldu beni. akşama yemeğe çağırdı zeynep ile beni. bir şey diyemedim. zeynep'e söyledim. o da gidip gitmemek konusunda bir şey söyleyemedi. belki de benden bekliyordu gitme hareketini. bense ondan güç bulmaya çalışıyordum. bir şey diyemeden kaldık öylece. sus pus oturduk. kapı çaldı. kapıyı açtığımda karşımda ali vardı. "nerede kaldınız" dedi. için için seviniyordum. "sen git geliyoruz" dedim. zeynep'e hazırlanmasını söyledim. hazırlanıp çıktık. kapıyı çaldığımızda tedirgindik. kapıyı zehra açtı. onu düğünümden beri ilk görüşümdü. güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişti. ama fazla bakamadım. içeri geçtik. kimse konuşmuyordu. ali hal hatır soruyordu. o da konuşmasa herkes susacaktı. aslında midemdeki yanma, artık zehra'yı kaybetmiş olmam ve ali'nin de benim gibi sözünü tutup tutmadığını bilmemek kafamı kurcalayan şeylerdi.
çorba içerken ali de susmuştu. onun karşısında zeynep, benim karşımda da tek aşkım zehra vardı. ali çorba kaşığını ağzına götürürken duraksadı. kaşık elinden düştü. donup kalmıştı adeta. "ben sözümü tuttum kardeşim" dedi... ne zehra ne de zeynep anlamamıştı. ama ben anlamıştım. o an midemdeki o yanma geçmişti. kalktım ali'ye sarıldım. "ben de" dedim ve ağlamaya başladık... zehra ve zeynep "ne sözü" diye bir ağızla sordular... "ikimiz de size hiç dokunmamışız" diyebildi ali. kızlar birbirine baktı. gülümsediler. birbirlerine sarıldılar. çok enteresan bir şeydi o an yaşadığımız. aslında ben zehra'ya, ali de zeynep'e sarılmak istiyordu. ama beceremedik. sonra hepimiz birden duraksadık. ben zehra'ya, ali de zeynep'e bakıyordu. sonra ali ile göz göze geldik ve ikimiz de aşkımız olan kadına aynı anda sarıldık... bir şey dökülmedi kimsenin ağzından. sonra herkesin başı yerde sofraya oturdu yeniden. ama herkesin içindeki mutluluk sanki bir çekim alanı yaratmıştı. görünmüyordu ama hepimiz biliyor ve hissediyorduk.
neredeyse her gün ya onlar bize ya da biz onlara gidip gelmeye başladık. en azından sevdiğimizi görerek hasret gideriyorduk. ama sözümüzü de tutuyorduk. bir keresinde her şey çok daha enteresan bir hal almıştı. zehra çaydanlığı getiriyordu. bana bakarken ayağı takıldı ve çaydanlık üzerime düştü. boş bulunup "aşkım bir şey oldu mu" diyerek üzerime kapaklandı ve serinlememi sağlamaya çalıştı... o an hepimize bir şeyler dank etmişti sanki. birbirimizin yüzüne baktık. sevdiklerimize sarıldık. ama öyle bir bakışma idi ki, tarifi edilmeyecek türden bir şey. duvarlar nasıl örülürse örülsün, hiçbir duvarın aşkın önüne geçemeyeceğini bizlere gösteren bakışlar gibiydi. ben zehra'nın, ali de zeynep'in elinden tuttu. ayrı ayrı odalara birbirimize bakarak gittik. sevdiğimiz kadınlarla evlilik sonrası ilk sevişmemiz o gün başladı. hissettiklerimizi kelimelerle anlatmak imkansız. ama bizim seçtiğimiz bir hayat değildi bu. duvarlarını yıkan ve enkazında aşk arayan töre çocukları idik biz. bu gidip gelmeler hep devam etti. artık sevdiğimiz kadınları bu şekilde onurumuzu inciterek sevebiliyorduk. gerçeklerin ortaya çıkması artık dördümüzün de ceset olması demekti. ali ile eskisi gibi gözlerimizin içine bakamıyorduk. aslında ne zeynep'in ne de ali'nin gözlerine eskisi gibi bakamıyordum. onlar da öyle.
ama hayatın cilvesi hiç terk etmedi bizi. enteresandır, zehra'nın da zeynep'in de aynı gün hamile olduğunu öğrendik. zehra benim çocuğumu, zeynep de ali'nin çocuğunu taşıyordu. yemekte bize söylediklerinde ali de ben de donduk kaldık. bir şey diyemedik. sonra güldük. uzun süre kahkahalar attık. sinirimiz boşalmıştı. ikisi de aynı gün doğum yaptılar. çocuklarımızın doğumuna şahit olabilmek için zor doğum olacağı yalanı ile şehre gittik. doğumu aynı güne ayarladık ali ile. o zeynep'in doğumuna, ben de zehra'nın doğumuna girdik. en çok koyan ise nüfusa çocukları yazdırırken baba isimlerini insanların sandığı gibi koymak oldu. o gün ikimiz de kimlikleri elimize aldığımızda birbirimize baktık ve sırtımızı sıvazladık. daha rahat olabilmek için başka bir şehre taşınmak istedik. taşındık da. herkesten uzaktayız şimdi. ama bir şekilde gelip giden eksik olmuyor. bu sebeple çok da rahat değiliz. çocuklarımız 7 yaşında. sanırım onlar da çocuk da olsalar seviyorlar birbirlerini. oysa gördükleri dünya tamamen yalan. onlara gerçeği şimdi söylememiz çok zor. nasıl olacağını da bilmiyoruz. bir gün her şeyden ve herkesten kaçarak gerçek hayatlarımızı yaşamak tek dileğimiz. belki bir gün yaşarız, ya da yaşadığımızı sandığımız bir anda ölürüz. biz töre çocuklarıyız... kimselerin farkına varmadığı hikayemizle her yalandan daha güzel bir gerçeği hep saklı yaşadık. biz töre çocuklarıyız. sevmek de, yaşamak da giydirilen hükümdü bizlere. hiçbir hayat bize ait olmadı. bir gün olur mu bilmem, ama yaşamaksa bir şeyleri, yaşıyoruz ağır ağır.