güvercinler uğulduyordu güneşli bir ikindi vakti. uzaktan ince bir ezan sesi duyuluyordu belli belirsiz. belki yeni başlamış ya da bitmişti. sanki müezzinin sesi de güvercinlerin uğultusu gibi yorgun, esmeyen rüzgarın, gelme ümidini besleyen sıcakların altında kalmış yaşlı kadınların kendilerine rağmen hala yaşama tutunmuş yorgunluğundaki gibiydi. sevmememe rağmen yudumladığım sıcak çay hiçbir şeyi sevmediğimi anladığım kesif bulutlu bir ruh halimde birden lezzetli gelmeye başladı. çok sevdiklerimde hiç sevmediklerim olur, hiç sevmediğimde ise hiç sevemeyeceklerim sanki yoldaşım olur gibiydi. yer değiştiriyor bazen almak istediklerimle vermek istediklerim. hüznümle sığındığım çay bahçesinin en sevmediğim çayları şimdi benim için sevdiğim şey oldu. elimde bir tek o vardı. bir cam bardak ve içinde tatsız bir su.
ellerimle dokunduğum, hissettiğim ve içime çektiğim çayım ve sigaram. daralan bir alan gibi; bir masa bir sandalye, bir bardak ve bir ben. ikindinin yavaş yavaş akşama terk etmeye hazırlandığı şehrin ortasında, karanlığa doğru giden göğün altında, ben de bir karanlığa çekiliyormuşum gibi çayı içtikçe içtim benimle olsun diye. dehlizlerimde saklanan uğultuları, şehrin hareketi, güvercinlerin uğultusu ya da bir ezan sesi bastırmalıydı. birden çoktu hayat, ben tektim. tek başına kalan som hüzünlerime koca bir şehir örtü olabilirdi kocamanlarıyla.
heyhat! ne hayatlar var, ne hikayeler, ne müzikler var ne eşyalar ki içimdeki sadece beni, bir tek benim çığlığımı ne duyan ne duymak isteyen ne de gümbürdeyen seslerle bastırabilen.
her insan, bir şehre, bir anakaraya ya da bir evrene galip gelecek hüzünler yaşar ruhunun falezlerinde. bu yüzden hayatla anlaşamayız. çünkü hayat onca şaşaasıyla yenemez içimizdeki beni!..