Biz sadece ona değil, ondan daha acayip sayılacak miraç hadisesine de inanıyoruz. iman insanı insan eder, hem belki de sultan eder. Hakiki imanı elde eden kainata meydan okuyabilir.
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, gençlik yıllarında Arap yarımadasının dört bir yanına; Yemen’e, Doğu Arabistan’a ticaret amacıyla seyâhatler yaptı. Böylece genç yaşta hem ailesinin geçim sorumluluğunu üstlenmiş oldu hem de tecrübe kazandı.
Ticarî seyâhatleri sayesinde, Arap yarımadasının genel yapısını, dillerini, lehçelerini, farklı gelenek ve görenekleri öğrenme imkânına kavuştu. “El-Emîn” sıfatını da özellikle ticarî faaliyetleri sırasındaki ilkeli, adaletli, sabırlı, almaya değil vermeye odaklı erdemli yapısı ile elde etmiştir. Öyle ki 35 yaşına geldiğinde, Kâbe tamiri sonrası Hacerülesved’i kimin yerine koyacağı ile ilgili Mekke halkının anlaşmazlığa düştüğü bir durumda, onun hakem olacağını öğrenen herkesin dudaklarından şu sözler dökülüyordu, “Yaşasın, işte bu gelen Emîn’dir, onun vereceği hükme razıyız, çünkü o adaletle hükmeder, o güvenilir Muhammed’dir!”
Hz. Muhammed'e (s.a.v) peygamberlik vazifesi verildikten sonra Mekke de bulunan Safa tepesine çıktı ve insanları topladı. Onlara:
"Ey Kureyş topluluğu! Size bu dağın ardında veya şu vadide düşman atlıları var. Sabaha veya akşama, üzerinize hücûm edeceklerini söyleyecek olursam, bana inanır mısınız?"
O âna kadar "Muhammedü'l-Emîn" dedikleri, kendisinden yalan nâmına bir tek şey işitmedikleri, hakikatın dışında hiç bir şey duymadıkları Resûl-i Ekreme hep bir ağızdan,
"Evet, biz senin doğruluğunu tasdik ederiz. Çünkü, şimdiye kadar sende doğruluktan başka bir şey görmedik. Sen yanımızda yalan ile itham edilmiş bir insan değilsin." dediler.
Bu umumî hitabından sonra Resûl-i Ekrem, Kureyş kabilelerinin her birini kendi adlarıyla çağırdı ve konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Öyle ise, ben size, önünüzde gelecek büyük bir azabın bildiricisiyim. Yüce Allah, bana, 'En yakın akrabalarını âhiret azabıyla korkut' emrini verdi. Sizi 'Allah bir, Ondan başka ilâh yok' demeye davet ediyorum. Ben de Onun kulu ve resûlüyüm. Eğer, dediklerimi kabul ederseniz, Cennete gideceğinizi taahhüd ve tekeffül edebilirim. Şunu da bilin ki; siz 'Allah bir, Ondan başka ilâh yok.' demedikçe, size ben ne dünyada ne de âhirette bir faide temin edemem."
Fahr-i Kâinât Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, isrâ ve Mîrac hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:
“–Arkadaşın, bir gece içinde Mescid-i Aksâ’ya gittiğini, oradan da göklere çıkıp sabah olmadan tekrar Mekke’ye geldiğini söylüyor. Bakalım buna ne diyeceksin?” dediler. Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh:
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi. Müşrikler tekrar:
“–Sen O’nu tasdîk ediyor ve bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler. Hazret-i Ebûbekir radıyallâhu anh:
“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tereddütsüz tasdîk ediyorum.” dedi. Daha sonra Ebûbekir radıyallâhu anh, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat Efendimiz’in mübârek fem-i saâdetlerinden dinledi ve:
Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem de O’nun bu tasdîkinden gâyet memnun kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebûbekir’e:
“–Ey Ebûbekir! Sen «Sıddîk»sın!..” buyurdular. (ibn-i Hişâm, II, 5)
"Yâ Ebâ Bekir!" dediler. "Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu gece Beytü'l-Makdis'e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke'ye döndüğünü söyledi."
Hz. Ebû Bekir,
"Siz bunları ondan mı duydunuz?"
"Evet," dediler, "aynen ondan duyduk."
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir,
"Vallahi," dedi, "o söylediyse, şeksiz şüphesiz doğrudur. Siz buna hiç şaşırmayın!"
Dünyada sadece bir düzine arabın şahit olduğu, dünyanın geri kalanının görmediği kayıt altına almadığı, büyük ihtimalle bahse konu pagan arapların da katledildiği, yani olayın müslümanlardan başka şahidi olmayan mucizedir süphanallah ibretlik bir paylaşım kardeşim.
Öncelikle "Mucizeyi reddeden helak olur." diye bir şey söz konusu değildir. inanmayan inanmaz. Ama dalga geçmek ayrı bir konu.
"Onlar bîr mucize görseler, ondan yüz çevirip 'Normal bir sıhîr...' derler, yalan söylerler, nefislerine uyarlar." (Kamer, 54/2)
Mûcizenin özellikleri arasında iki temel husus öne çıkar. Birincisi ilâhî fiil olması ve sadece peygamberlerin elinde zuhur etmesidir; dolayısıyla herhangi bir kimsenin gösterdiği hârikulâde olaya mûcize denmez (bk. HÂRiKULÂDE; KERAMET). ikincisi de mûcizenin peygamberlik iddiasının ve meydan okumanın arkasından zuhur etmesidir. Kur’an’da Hz. Sâlih, Mûsâ ve Îsâ’nın mûcizelerinden bahsedilirken meydan okuma özelliğine vurgu yapılması bunu gösterir.
Isı, ışık, rutubet ve elektrikten ilk canlım organizmanın kendiliğinden oluştuğuna ve sonra milyonlarca yıl gelişe gelişe insan oluştuğuna arada ne oldu, nasıl o tek canlı kendi kendine çoğaldı, nasıl milyonlarca farklı tür ortaya çıktı vs. inanan kesim bizim inançlarımızla alay etmesin lütfen.
Fahr-ı Kâinat Efendimizin (sav) gösterdiği BiN'e yakın mucize, insanlık âleminin ayları ve yıldızları hükmünde parlayan sahabelerin gözü önünde cereyan etmiş ve yalan üzerine ittifak etmeleri imkânsız olan bu nuranî cemaat tarafından bütün teferruatıyla gelecek nesillere aktarılmıştır.
"Benden bilerek yalan bir şey haber veren, cehennem ateşinden yerini hazırlasın." (bk. Buharî, ilim: 39; Cenâiz: 33; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, ilim: 4; Tirmizî, Fiten: 70,..)
mealindeki hadîs-i şerifin ikazına karşı, bütün zerreleriyle titreyip herkesten fazla titizlik gösteren ve yalan bir haber karşısında susmaları mümkün olmayan o iman kahramanlarından bize ulaşan hadîs ve mucizeler, bugün modern ilim tarafından da tek tek tasdik edilmektedir. islâmî kaynaklarda “Şakk-ı Kamer” veya "inşikak-ı Kamer" olarak geçen "Ay'ın ikiye yarılma mucizesi" de bunlardan birisidir.
Şakk-ı Kamer Mucizesi, Efendimiz (sav) peygamberlikle vazifeli kılındıktan sekiz sene sonra vuku buldu. Kureyş Kabilesi'nin ileri gelen müşrikleri bir araya toplanmışlar ve Allah Resûlünden, peygamberliğini ispatlayacak bir mucize istemeye karar vermişlerdi. Hep birlikte O'nun bulunduğu yere doğru ilerlerken gecenin ilk saatleri yaşanıyor ve Efendimiz (sav} parıl parıl parlayan ay ışığı altında Hazret-i Ali, Huzeyfe ibn-i Yemân, Abdullah Ibn-i Mes'ud, Cübeyr ibn-i Mut'im ve Abdullah ibn-i Ömer gibi büyük sahabelerle sohbet ediyordu.(1) O nur halkasını çevreleyen müşriklerin mucize görme konusundaki ısrarları had safhaya varıp sabır sınırlarını zorladığında, Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav) yerinden doğruldu ve mübarek elini, gökyüzünde bir altın tabak gibi ışıldayan Ay'a doğru celâlle kaldırdı. Yaratıldığı günden beri vazifesinden şaşmamış olan Ay, hürmetine koca bir kâinatın yaratıldığı O Zat'in (sav) bu işaretiyle bir anda ikiye ayrılmış ve gerideki Mina Dağı, Ay'ın iki parçası arasında kalarak muhteşem ve tüyler ürpertici bir manzara teşkil etmişti.
Efendimiz (sav) etrafındaki sahabelerine "Şahit olun, şahit olun." diye tekrarlarken, Kureyş kâfirleri şaşkınlıkla birbirine bakmıyor ve "Bize büyü yaptı." diyorlardı.
Acil ve ihtiyaçtan uydurulmuş mucizedir. Her şeyin bir nedeni var, bu durumu küçümsememek lazım. Müslümanlar ülke sınırlarını genişlettikçe farklı din ve kültürlerle karşılaştılar. Özellikle Yahudiler ve Hristiyanlar islam dinini çok etkilemiştir. Çünkü zaten Kur'an'ın yüzde 80'i Yahudi ve Hristiyan peygamber hayatını anlatan hikayelerle dolu. Bu gruplar islam dinine saldırırken özellikle peygamberi hedef almışlardı. Peygamber'in sıradan bir insan olduğu gerçeği hem Kur'an'da üstüne basıla basıla tekrar ediliyor hem de peygamberin kendisi bunu bizzat hayatıyla ve sözleriyle teyit ediyordu. Çünkü Kur'an'ın ana konusu tevhitti. Yani Allah'tan başka ilah yoktur inancını insanlara benimsetmekti. Çünkü Yahudiler Üzeyir peygamberi, Hıristiyanlar isa peygamberi tanrı edinmişti. işte bu manzara Sonraki yıllarda müslüman toplumu zayıf düşüren bir duruma dönüştü. Çünkü sıradan biri olan, hiçbir mucizesi olmayan, kuru ekmek yiyen, köleyle oturup kalkmaktan çekinmeyen (oysa Yahudilerin peygamberleri hep kıral peygamberdi) öksüz ve yetim biri müslümanların peygamberiydi. Üstelik hiç bir mucizesi yoktu, böyle birine peygamber denir miydi, kıral değildi, güçlü değildi, isa gibi tanrı değildi.... Zamanla bu eleştiriler artarak büyüdü büyüdü büyüdü... Ve yavaş yavaş bu eleştirileri susturmak için peygamber adına mucize uydurulmaya başlandı. Bu uydurma işini de büyük çoğunlukla sonradan Müslüman olan Hıristiyan ve Yahudi toplumu üstlendi. Çünkü zihinlerinde olan, alıştıkları güçlü bir peygambere inanmak istiyorlardı, kendileri gibi olan bir insana değil. Peygambere ayı ikiye yardıttılar, parmaklarından su akıttılar, ağacı yanına çağırttılar.... islam dinine bütün eski , mitsel hikayeleri boca ettiler.
1910larda portekizin fatima köyünde de sözde meryem ana belirdiğinde gökyüzünde güneş 40 bin kişinin şahit olduğu şekilde hareket etti. ama dünyanın başka hiç bir yerinde bunu gören olmadı.
Tim wrightler adında var olmamış bir nasa başkanına dayandırılarak ispat edilmeye çalışılan kirpi haber trollemesini yiyen üstün zekaların inanacağı bir şey. Şükür ki ülkemizde din ve vicdan özgürlüğü mevcut. Ama yine de bu inanışları sahte haberlere dayayıp komik duruma düşmemek lazım
4.5 milyar yıl önce theia adı verilen mars büyüklüğünde bir gezegen dünyaya çarparak dünyadan devasa parçalar koparıp uzaya fırlattı. dünyanın ekseni etrafında dönmeye başlayan parçalar birleşerek ayı oluşturdu. iki ay parçası tekrar çarparak birleşti ve bugünkü halini aldı.
sonuçta dünya bilinen diğer bütün gezegenler gibi yuvarlak değil, böyle saçma sapan girintili çıkıntılı bir şekilde kaldı.