am adı Humphrey DeForest Bogart (d. 25 Aralık 1899 - ö. 14 Ocak 1957), yarattığı sert adam tipiyle sinema tarihinde kalıcı bir iz bırakmış ABD'li oyuncu.
1940'ların ve 1950'lerin en yüksek gelirini sağlayan filmlerinde, duygularını belli etmeyen bir yüzün gerisinde idealist bir yan gizleyen, bireyci, serüvenci portreler çizmiştir. Özel yaşamında da tepeden bakan ve yalnızlığı seven görünümüyle Hollywood alışkanlıklarına çok az ödün vermiş, Amerikan sinemasında çığır açan bir kahraman olmuştur. Amerikan Film Enstitüsü'nün yapmış olduğu AFI'nın 100 Yılı... 100 Yıldız aktörler listesinde, ilk sırada yer almaktadır.
17 yaşındayken, 1. Dünya Savaşına katılmış ve üst dudağının sağ tarafında bir yara izi almıştır. Humphrey Bogart, 57 yaşındayken özofagus(yemek borusu) kanseri neticesinde vefat etmiştir.
kendisinin en büyük aktörlerden biri olduğunu bilirdim ama o kadar tipsiz bulurdum ki filmlerini izleyemezdim.
"yahu bu adam bu efsane filmlerde nasıl rol bulabilmiş?"
meğer filmleri efsane yapan kendisiymis. büyük usta. harika oyuncu.
"oyunculuk sekse benzer. ya seks yapıyorsundur ve üzerine hiç konuşmuyorsundur ya da seks yapamıyorsundur ama sürekli seks üzerine konuşuyorsundur. bu yüzden oyunculuk hakkında nefes almadan konuşanlara şüpheyle bakıyorum."
diyerek, cümle âleme "ayar nasıl verilir" hususunda ders vermiş, 1899'da bugün (25 aralık) doğmuş, iskarpinli, smokinli, sigarası ve efkârı eksik olmayan, eski zamanların büyük jönü.
ama bogart deyince akla gelen karakteri(*) bir sürü film noir'da hiç çaba harcamadan, yeteneğini hiç göstermeden canlandırmış olması veya ölmesinden 50 küsür sene sonra sigaramı onun gibi tutarken aklıma gelip gülmeme sebep olması da onun doğru mesleği seçtiğini gösteriyor herhalde.
karizma dendiğinde belki de akla gelen ilk kişidir ve bunu, suratında hiçbir mimik olmaksızın gerçekleştirmesi ise ayrı bir olaydır. bir insanın yüzünde bir mimik dahi olmaz mı arkadaş! bu adamda yoktur. amerikan sinema seyircisinin sanatçı alışkanlıklarına ters, sert tavırları ve asosyal haline rağmen çok sevilmiştir.
boylu poslu bir adam değildi hiç.
übersonik yakışıklı da değildi.
ama karizmaydı;
bi trençkot efsanesi yarattı,
martini james bond'unsa scotch bogart'ındır moruk.
ama hayatının son sözü de zaten bu ihaneti anlattı.
asla scotch'tan martini'ye geçmemeliydim.
scotch'a ihanet etti.
bühühühü
savunma avukatı olarak suçlu genç adamı(nik romano) jüri önünde yaptığı savunma konuşmasında asıl suçlu sizsiniz diyerek jüriyı suçlaması, topluma unutulmaz bir sosyal mesaj verdiği bu filmin, ne yazık ki ismini hatırlayamıyorum. elli yıl evvel izlediğim bu filmin son sahnesi aklımdan çıkmış değil.
casablanca'yla akıllarda yer edip, The African Queen'le oscar alsa da kanımca en iyi performansını The Treasure of the Sierra Madre'da sergilemiş, paranoyak ve açgözlü biri nasıl oynanır cümle aleme göstermiştir.
filmlerinde eli boş durmaz bu adamın, eğer bir iş yapmıyorsa mutlaka sigara içer. akılda kalıcı, efsane sigara içişi vardır lakin gırtlak kanserinden ölmesinin nedeni allah'ın hikmeti değil, sigara tiryakisi olmasıdır.
olası bir albert camus filmi çekilse kuşkusuz oynatılacak tek adamdır. iki insanın tipi, davranışları, ifadesi bu denli mi birbirine benzer... iddia edilir bu adam da varoluşçudur, yahutveyahut ola ki felsefeye atılsa düşüncelere takılsa muhakkak varoluşçu olurdu... pardösü, saç şekli, yüz ifadesi... yok yok kesin albert camus bu.
Humphrey Deforest Bogart 1899 New York doğumlu. Doktor bir baba ve dergilere resim yapan bir anne, bir kız kardeş ve bir erkek kardeşten oluşan bir ailede büyüdü. ilerde doktor olması planlanıyordu ama gönderildiği Phillips Akademisi'nden kovulunca (niye tam bilinmiyor) deniz kuvvetlerine katıldı. Burada da rahat durmadığı, dudağının üstündeki yara izinden anlaşılıyor. 1920-22 arasında bir aile dostunun tiyatro kumpanyasında, önce müdür oldu sonra çeşitli gösterilerde rol almaya başladı.
Uzun yıllar sinema setlerinde oyunculuk yeteneğinin keşfedilmesini bekledi. Örneğin 1929 yılında Fox şirketi onunla bir anlaşma imzaladı ve Broadway's Like That isimli filmi çevirdi. Ancak bu filmi şirket iki yıl sonra piyasaya sürdü.
Yakışıklı sayılamayan yüzü, sert tavırları ve kendinden taviz vermez tutumu ile o zaman filmlerinde star olması bir hayli zordu. Zaten yıllar da bunu doğruladı. Sinemadan umudunu kesince tiyatroya döndü. Şeytanın bacağını 1936 yılında The Petrified Forest-Taşlaşmış Orman adlı oyunla kırdı. Oyun, sinema yapımcılarının da dikkatini çekmişti. Bu konuyu sinemaya aktarmak istediklerinde zamanın ünlü oyuncularından Leslie Howard, Bogart'ın da oynaması için ısrar etti. Filmdeki acımasız gangster Duke Mantee rolüyle nihayet değeri anlaşılmıştı.
Warner'ın onunla imzaladığı 5 yıllık anlaşma içinde 28 filmde rol aldı. Bu filmlerin yüzde doksan beşi sonunda hep ölen, kötü kalpli kanun dışı adamlardı. Üstelik gangster tiplemelerini sinemaya taşıyan en ünlü isimler, Edward G. Robinson, James Cagney gibi isimlerin gölgesinde kalmaya mahkumdu. Ama 1941 yılında onu uluslararası üne kavuşturan yapımlar peşi sıra gelmeye başladı. Önce yine bir kanundışı bir rol vardı karşısında. Raoul Walsh'ın yönettiği High Sierra filminde görmüş geçirmiş acımasız haydut Roy Earle rolü ile yıllardır geri planda kalmanın acısını çıkarttı.
Ardından ünlü polisiye romanlar yazarı Dashiell Hammett'in eserinden sinemaya John Huston tarafından uyarlanan Malta Şahini geldi. Burada özel dedektif Sam Spade rolünü tarif edilende de güzel yansıttı. Fötr şapkalı, pardesülü, her türlü belayı yaşamış (yani gün görmüş), bu nedenle insancıl yanını iyice derinlere gömmüş, acımasız, para düşkünü, alaycı çağdaş bir Amerikalı (pardon, dedektifi). Filmi yöneten Huston kariyerinin başındaydı, Bogart ise 15 yıldır ünlenmek için uğraşıyordu. Malta Şahini ikisine de şöhret kapılarını açtı. ikili Across the Pasific- Pasifik Macerasında yine bir araya geldi. Bunu Treasure of Sierra Madre- Altın Hazineleri, Key Largo- Ölüm Gemisi, Beat the Devil- Sarışın Şeytan gibi her biri büyük ilgi uyandıran yapımlar izledi.
Ama unutulmazlar listesine adını yazdıran film başlı başına bir kült yapım olan Casablanca oldu. Filmdeki Rick rolü hemen ona gelmedi. Baş roller başka yıldızlar için düşünülmüştü. Sonra karışık bir takım süreçlerden sonra kadın oyuncunun Ingmar Bergman'ın olmasına karar verildi. Bergman da yönetmen Michael Curtiz gibi oyunu Bogart'tan yana kullanınca, yapımcılar buna boyun eğmek zorunda kaldılar.
Böylece sinema tarihinin en unutulmaz filmi tarihe geçti. kaç defa seyredilse seyredilsin, her seferinde insana yeni tatlar veren, hiç bıktırmayan, her bir tiplemesi ayrı bir değerde olan film, yönetmeninden oyuncularına, senaryo yazarından müziğine her yönüyle dört dörtlüktü.
Bogart bir kere daha, görmüş geçirmiş, aşk acısı yüzünden kalbini derinlere gömen, alaycı tiplemesini başarıyla sergiledi. Sanki bar sahibi Rick onun hayatından çıkmış gibiydi.
Üç Oscar Ödülü kazanan filmde Bogie, Oscar adayları arasındaydı; ödül daha sonraki yıllarda gelecekti.
Oyunculuk eğitimi almadığını, ama içinden geldiği gibi oynadığını söylerken aslında bir gerçeğin altını çiziyordu. Varlıklı bir ailede dünyaya gelmesine rağmen, hayatta hep zor yolu seçmişti. Sinemada iyi bir yer edinmek için uzun yıllar uğraşmış, bu arada üç kez evlenip boşanmış, bol sigara, bol içkiyi eksik etmemişti.
Bir Hemingway uyarlaması olan To Have and To Have Not (1944) filminin setinde dördüncü eşi, en büyük aşkı Lauren Bacall ile tanıştı. Birliktelikleri ünlü aktör ölünceye kadar devam etti.
Hayatında her zaman ona şans getiren John Huston ile yine bir araya geldi. 1951'de Afrika yollarına düştüler. Filmde bir başka unutulmaz oyuncu daha vardı; Katherine Hepburn. Bogie bu kez, serseri, pasaklı, küfürbaz, ayyaş bir kaptan rolündeydi. Bunun da üstesinden başarıyla geldi. Ve hayatının ilk Oscar'ını bu ayyaş rolüyle aldı.
Gerçek hayatında ayyaş olmasa bile içki ve sigarayla fazla haşır neşir olması, kansere yakalanmasına neden olmuştu. Tedavi sonucu saçlarını kaybetmişti ama gerçek bir yıldız olduğunu unutmamıştı. 1954 yılında The Caine Mutiny filminde acımasız bir gemi kaptanını büyük bir başarıyla canlandırdı. Üçüncü kez Oscar'a aday gösterilse de kazanamadı.
Billy Wilder ve Audrey Hepburn ile Sabrina; William Wyler yönetiminde Desperate Hours; Michael Curtiz ile bir kere daha bu kez komedi filmi We're No Angels; son kez de Mark Robson'un yönettiği The Harder They Fall( 1956) ortalamanın üzerinde bir değere sahip filmlerdi.
Gırtlak kanseri yüzünden sağlığı giderek bozulan ünlü aktör, 1957 yılının 14 Ocak gününde, uykusunda hayata veda etti.
Bir dönem sinema dünyası onu unuttu. Ancak 68 rüzgarı ile birlikte, Amerikan üniversitelerinin ısrarıyla filmleri tekrar salonlarda, TV'lerde gösterilmeye başlandı. Rahat uyu Bogie....
sigara bir insan'a ancak bu kadar yakışır.. karizmatik aktör.. vakti zamanında bir çok gönüL'e konmuş bir çok can yakmıştır.. oynadığı fiLmLer'e adını her zaman aLtın harfLerLe yazdırmıştır.. işi'nin ehLi, çocukLarı'nın babasıdır..