Hiç olmayacak zamanlarda, hiç olmayacak şeyler olur ya hani bazen; işte o gün de tam o hiç olmayacak zamanlardan biriydi. Şimdi gece gece nereden geldi aklıma bilmem ama düşüverdi işte yine.
Ben oldum olası duygusal mizaçlı biriydim, beni böyle hisli bir insan yapan olaylardan biri de o hiç olmayacak günde oldu. Lisede çok sevdiğim bir kız olmuştu. Çok sürmedi birlikteliğimiz fakat ben acısını uzun uzun yaşamışımdır içimde. Bazen sadece rahat rahat onu düşünebilmek, içimdeki bu özlemi sakince dinleyebilmek için okuldan sonra Gençlik Parkı’na gider, ortadaki göletimsi havuzun yanında hava kararana kadar otururdum. Kimseye takılmaz, aldırmaz, telefonum çalsa da açmazdım. Alkol ya da sigara içmeden, öylece o yapay gölün yanında güneşin batışını izlerdim. Arada sırada güvenlikler benim en çok daldığım anlarda “ne yapıyorsun orada?” diye yoklayıp rahatsız etseler de, bu zamana kadar en güzel şiirlerimi o zamanlarda orada yazmışımdır.
işte o günlerden birinde, öylece oturmuş rüzgârın, suda çizdiği şekillere bakarken biri oturdu yanıma. Tabi yıllarca almış olduğumuz, yabancılarla konuşmama dersleri baş gösterdi bir anda. Kalkıp gitmek geçti içimden ama henüz batmamıştı güneş, yani kalıp izlemek istiyordum.
Selam verdi adam, selamını aldım. Aklımdan bin türlü şey geçiyor ama, belki diyorum tinercidir, belki balicidir. Adama baktım hiç öyle bir tipide yok; normal adam işte, 40-50 yaşlarında, dişleri sararmış, saçları dökülmeye başlamış, temiz traşlı, kareli gömlek kadife pantolonlu bir adam. Amcam geldi aklıma bir anda, bildiğin amcama benzettim adamı. Normalliğine rağmen beynim rahat etmiyor ama biraz daha ileri gidip adamı uyuşturucu satıcısı olma ihtimalini düşünüyorum. Hatta şüpheleri organ mafyalığına kadar büyüttüm. Biraz sonra hava kararacak, istese bir yumrukta yamultur beni koca adam, atar arabaya, götürür istediği yere filan diye hepten polisiye filme çeviriyor durumu beynim. Bu ne can havliymiş ki selam vermeyi, adam kaçırmaya getirdim.
Ben bunca şeyi düşünürken adam çıkardı bir sigara yaktı. Bana da tuttu ama “Sağ olun, ben içmiyorum.” diyerek atlattım. Adam başını eyvallah dermiş gibi eğdi. Birkaç nefesten sonra “Hayrola?” dedi. Öyle bir sordu ki ama bunu, o zamana dek kimse, ne bir arkadaşım, ne babam, ne abim ablam böyle sormamıştır halimi hatrımı. Hani “Hadi ne varsa anlat.” dermiş gibi sordu. Ama işte binlerce yıldır insanoğlunun mustarip olduğu, hazırlıksız yakalanmaya tutuldum. Şimdi kızdan bahsetsem saçma olur diye düşünerek, her sıkıntımın altında yatan asıl sebebi tek cümleyle söyledim ”Annem öldü abi.” dedim. Babam yaşındaki adama abi dedim ama ne o ne ben yadırgadık durumu. Adam devam etmemi bekler gibi bir nefes daha aldı sigarasından fakat başka bir şey demediğimi görünce “Allah rahmet eylesin.” dedi.
Güneş batmaya başlamışken, yıktım kafamda ne kadar önyargı varsa ve sordum ”Senin neyin var abi?”. Adam 10 yıl süren bir 10 saniye boyunca sustu, sonra anlatmaya başladı.
“Benim de babam öldü.” dedi. “Bundan 30 sene evvel, daha ben 12 yaşındayken kaybettik babamı. Zonguldak ta, köyden hallice büyük, merkeze yakın bir kasabada yaşardık. Okumuş adam değildi babam, kömür ocağında çalışırdı. Ortaokulu bitirdiğim yaz, sokaklarda aylak aylak gezdiğim günlerden birinde geldi babamın ölüm haberi. Bir iş makinesinin altında kalmış. Bedeni çok fazla zarar gördüğü için son kez göremedim. Çok durmadan gömüldü kasabanın mezarlığına. Annem kalakaldı 3 çocuğuyla baş başa.
Ben anlamadım pek bir şey o zamanlar ama zorlamışlar annemi tekrar evlenmeye. “ Kadın başına bakamazsın 3 çocuğa, ne yer ne içersiniz...” gibi laflarla üstüne gitmişler. Dayanamamış o da bunlara almış bizi gelmiş Ankara’ya. Birkaç tanıdık sayesinde bir dikiş atölyesinde işe girmiş. Böyle böyle en büyükleri olduğum 3 çocuğunu büyütmüş."
"Ben okulu, okumayı severdim ama benim biraderle onun küçüğü olan kız kardeşimde bu heves yoktu. Ben sağlık meslek lisesini takdirlerle okurken, onlar kırık dolu karnelerle gelirdi."
"Ankara da az çok bir düzen tutturmuştuk. Ben iyice gayret edip lisede, üniversiteyi kazanınca, istanbul’a amcamların yanına gittim. Onların da durumu iyi değil diye, harçlık almaya utanırdım ama Allah var bir gün olsun ayırmazdı amcam kendi çocuklarından. Hem kuzenler üniversite okumaya yanaşmayınca, amcamın da içinde kalmış bir ukdeydi bu. Ben yine de kimseye yük olmamak için bir yandan çalışıp bir yandan da kazandığım diş hekimliğini okuyordum."
"Pek arkadaş edinememiştim. Zaten okul da düşündüğüm gibi değildi. Derslerde uyukluyordum, sınavlardan düşük alıyordum. Evdekilerle ayda bir konuşabiliyorduk, o zamanlarda da üzülmesinler benim için diye her şeyin iyi olduğunu söylerdim. Onlar da aynı şeyi düşünmüş olacaklar ki, Ankara’da da her şeyin yolunda olduğunu söylerlerdi."
"Birinci sınıfı iyi kötü bitirip eve döndüğümde, kız kardeşim liseyi bıraktığını öğrendim. Annemle niye izin verdiği hakkında ne kadar tartıştıksa da olan olmuştu. Biraderinse eve hep geç gelip, it kopuk arkadaşlarıyla takıldığını söylediler. Oturup adam akıllı konuşalım dediğimde ağız burun kavga ettik. O yaz sigaraya başladım. Anneme isterse okulu bırakabileceğimi, burada onunla kalabileceğimi söyledimse de okulu bitirmem için ısrar etti."
"ikinci sınıfa başladığımda hiç olmadığım kadar azimliydim. Dersleri sıkıca takip edip, notlar alırdım. Çalıştığım lokantadaki patronla da samimi olunca, sınav dönemlerimde yardımcı oluyordu sağ olsun. "
"Hiç olmayacak zamanlarda hiç olmayacak şeyler olur ya hani bazen, işte o zaman da tam böyle bir şey oldu. Aşık oldum. Bazı derslerde gördüğüm bir kız vardı. Zamanla bir şeyler hissetmeye başlayınca, sordum soruşturdum. Hemşirelik okuyormuş o da. Hafize adı. Ortak olarak girdiğimiz derslerin notlarını isteme bahanesiyle tanıştım. Öyle güzel saçları vardı ki, hiç toplamasın, hep savrulsun rüzgârda, savrulsun ki onun kokusunu burnuma taşısın isterdim. Gel zaman git zaman samimi olduk Hafize’yle. Ben içimde tutamamaya başlayınca hislerimi, ona söylemeye karar verdim. Ama işte insan ha deyince söyleyemiyor. Oturdum bir gece yazdım ben de ne varsa. Sayfalar dolusu bir mektup, bitirdiğimde sabaha karşı, ben bile bilmiyordum ne yazdığımı. Okursam “Ben ne saçmalamışım böyle.” diyerek vermekten vazgeçerim diye okumadan katladım soktum cebime. Sonraki gün onu gördüğümde, elim ayağım titriyordu. Tek kelime edemedim, tutuşturdum eline kâğıtları kaçtım hemen."
"Birkaç gün sonra o geldi yanıma. Neredeyse ağlayacak, ayakta zor duruyor gibi. Bu sefer onda da tek kelime yok. Elini cebine attı, çıkardığı kalınca zarfı verip gitti hemen. O zaman düştü bende jeton, iki gün önce neler yaptığımı anladım, çünkü şimdi aynılarını Hafize yapmıştı. Aceleyle okudum mektubu, o da beni sevdiğini, öyle edepli bir dille yazmıştı ki; benim diyen şaire kalemini kırdırırdı."
"Zaman öyle güzel geçiyordu ki onunlayken, ne zaman senenin sonuna geldiğimizi anlayamadık, son sınavlara bir hafta vardı sonra 3-4 ay görüşemeyecektik çünkü o ailesiyle istanbul’da kalıyordu. Onu göremeyecek olmak içimi sıksa da, üzülmesin diye tek laf etmedim."
"Sonra yine o hiç olmayacak şeylerden biri oldu. Annem öldü. Haberi alır almaz sınav filan demeyip Ankara’ ya döndüm. Hafize’yle bile vedalaşamadan soluğu cenazede aldım. Hastaymış haftalardır. Başta ciddiye almamış bizimkiler, geçer demişler ama geçmemiş. Benle son konuştuğunda biraz hasta olduğunu ama merak etmemi söyleyince üzerinde durmamıştım fazla, onlar da zaten 1 aya kadar döneceğim diye söylememişler bir şey. Sonra bir gece fenalaşmış annem hastaneye kaldırmışlar. Sonraki güne de uyanamamış. Bana böyle anlatıldı her şey. Babamın aksine annemi son kez görebildim gömülmeden önce. Suratı bembeyaz, kefeniyle aynı renk, gözlerinin çevresi kırışmış ve morarmıştı. Saçları bile ağarmıştı önceki yazdan beri. Dokunmaya kalktım, buz gibi. Üşümüş annem diye düşündüm. Sonra gömdük, memleketten bir sürü akraba gelmişti başsağlığına. Zamanında annemi evinden kaçıranlar, şimdi mezarı başında dua ediyordu."
"Biz 3 kardeş o gece yalnız kaldığımızda, bundan sonra ne yapacağımızı bilmeden oturup ağladık. ilk ve son kez aynı anda aynı şey için ağladık. Bizi babamızın tek mirası olarak görüp, gözü gibi bakan kadına gözyaşlarımızı döktük.”
Güneş çoktan batmış, hava kararmış ve parkta kimseler kalmamıştı. Bir ben bir o adam bir de arada sırada arkamızdan geçerken ne oluyor diye bakan güvenlikler. Ben sessiz sessiz ağlarken adam belki 10. Sigarasını yaktı. Gözleri dolu dolu karanlık süs havuzuna bakıyordu. Belki diyecek bir şey bulamadığımdan, belki de diyecek bir şey olmadığından devam etmesi için bekledim.
“Artık başımızda kimse kalmadığı için okulu bıraktım. Biraderde zar zor liseyi bitirdikten sonra askere gitti. Kız kardeşim birkaç sene içinde evlendi. Bunlar olurken bir iki akraba, tanıdık filan sayesinde bana bir devlet hastanesinde kadrolu bir iş ayarlandı. Hasta bakıcılık yapıyordum. Birader dönünce askerden, o da kurdu kendi düzenini."
"Hafize’yle bir daha hiç görüşemedik, araya zaman girdi, insanlar girdi, olaylar mesafeler girdi. Girdi Allah girdi anlayacağın. Hep bir mektup yazmak vardı aklımda ama üniversiteyi bıraktığım için elim gitmedi bir türlü kaleme kâğıda. Sonra ben gittim geldim askere. Akrabalar ne kadar uğraştıysa da evlenmedim. Zaten bir daha ne annem ne Hafize gibi biri çıktı karşıma. işe gittim geldim, kendi kendime ömrümü tükettim. Böyle ölürüm herhâlde diyordum ki kader üçüncü kez hiç olmayacak bir şeyi oldurdu. Birkaç ay önce, nöbetime yeni başlamışken, hasta odalarından birinde onu gördüm. inanmayacaksın belki ama o daracık, havasız, karanlık odanın önünde burnuma o koku geldi. Hafize kokuyordu. Kapı aralığından, rengi solmuş yüzünü gördüm. Başında birkaç kişi vardı. Yine o ilk gün ki gibi elim ayağım titriyordu ve yine kaçtım. Akşama kadar geçmedim o kapının önünden. Akşam oldu, hava karardı, hasta yakınları bir bir evine gitti. Cesaretimi toplayıp gittim odasına, başucuna varana dek uyuyordu. Sonra sakince gözlerini açtı, 20 yıl önceki gözler. Bir anda nefes almakta zorlanmaya başladı, ağlamıyor da ağlamaya çalışıyor gibiydi. Yavaşça elini tuttum, üşümüştü. Sakinleşti daha sonra, ama hala tek laf edemiyordu. Ben başladım konuşmaya ”Nasılsın?”. Sanki yıllar hiç geçmemiş gibi gülümsedi. Hiçbir dargınlığın artık bir anlamı kalmamış gibiydi. “Yorgunum.” dedi o sessizliğin içinde. Uyusun diye çıkmaya yeltendiğimde “Kal, konuşalım.” dedi."
"işte o günden beri, neredeyse 3 aydır her akşam yanına gidiyorum. Onu hastanede gördüğüm ilk gün başında bekleyenlerin kendi çocukları olduğunu öğrendim, bir kızı bir de oğlu varmış. Evlenmiş fakat daha sonra boşanmışlar. Ciğerlerinde kanser çıkmış. Bunlar gibi bir sürü şey hakkında konuştuk durduk. O anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi.”
Telefonumun defalarca çalmasına rağmen açmadım. Evden merak edip aramışlardı ama o anda herhangi birinin o adamın lafını bölmesine izin veremezdim. Anladığım kadarıyla sonuna gelmişti hikâyesinin. Oturduğu yerde toplanmaya başlamıştı yavaştan. Belki bir saattir hiçbir şey söylememiştim fakat şimdi böyle bırakıp gitmemesi için atıldım “Ne oldu peki abi o kadına?”
Bunu dediğimde yüzüme öyle bir baktı ki o adam. Sanki tüm bu anlattıkları o anda cereyan etmiş gibiydi yüzünde. Sessizce güldü. Devam etti “Taburcu edildi geçen hafta.” dedi. “Hastanede beraber geçirdiğimiz aylardan ve atlattığı 3 ameliyattan sonra iyileşmeye başladı. Bu gün buraya gelmeden önce görüşmek istedi benimle. Oturduk bir çay içtik, konuşmaya çalışıyordu ama pek konuşamadı bu sefer. Belki de hayatımın son hiç olmayacak şeyi oldu.” dedi. Elini cebine götürdü, katlanmış haldeki kâğıtları göstererek “Bana bunları verdi.” dedi.
Kâğıtları gördüğümde gözlerimi tutan barajlar yıkılmış gibi ağlamaya başladım. Hafize hanım seviyordu hala o adını dahi bilmediğim adamı. Ben de sanki onlarla beraber yıllardır bu anı bekliyormuş gibi mutluydum.
Şimdi aradan yıllar geçti, bir daha hiç görmedim o adamı. Eskisi gibi sık gitmesem de artık oraya, hala o hiç olmayacak günde karşıma çıkan adamın o hiç olmayacak hikâyesini hatırlatır bana o park.
Güneş batmaya başlamıştı. Yağmur yeni dinmiş, hava son yüzyılın en serin Haziran ayına göre bile fazlasıyla serindi. Ellerinde fırından yeni çıkmış pidelerle, iftara yetişmeye çalışanların acelesine kıyasla, o oturmuş kaldırımın kenarına hayatının en sakin dakikalarını yaşıyordu.
Titrediğini fark edince, zaten oldukça gergin duran paltosunu iyice sarıp ellerini kavuşturdu karnında. Baktı vakit böyle geçmiyor, hayal kurmaya karar verdi. Yumdu gözlerini gerçek dünyaya ve daldı gerçek varsaydığı dünyasına:
Kocaman ve yumuşacık yatağında sağa sola dönüp durmak fayda etmeyince açtı gözlerini. Attı üzerinden ipek çarşafını, kalktı sabahlığını geçirdi üstüne, camdan Ankara’nın olabilecek en güzel manzarasına baktı. Kendi boyundaki pencereyi açtı, derin bir nefes aldı yeni aydınlanan günden. inip özenle hazırlanmış kahvaltı masasına oturdu. Hizmetçi kadın kahvesini getirdi, başka bir isteği olup olmadığını sormayı ihmal etmedi. Başka bir çok arzusu olduğu halde yok dedi. Sakin sakin yerken, dev ekran televizyonundan yabancı haber kanallarını gezdi. Borsa, döviz ve altına dair anlık durumu öğrendi. Orta doğudaki sıcak savaşı görmedi. Açları, evsizleri, mültecileri görmedi. Kansere bulunun son tedaviyi umursamadı. Kıstı televizyonun sesini gazetesini açtı. 3. sayfa haberlerini abuk sabuk başlıklarına bir an bile takılmadı. Ünlü iş adamlarının oyuncu sevgililerine milyon dolarlara aldığı yatlara aldırmadı. Milyonlarca işsizin hala bir umutla baktığı iş ilanlarının farkına bile varmadı. Gazetenin sonundaki spor sayfasını da yok sayınca kapatıp, neredeyse hiç içmediği portakal suyundan küçük bir yudum aldı. Elini dahi sürmediği onca yiyeceği bırakıp kalktı. Pahalı saatine baktı, pahalı takım elbisesini giydi, pahalı arabasına binip ofisine gitti. Toplantılar, toplantı masalarındaki dokunulmaz atıştırmalıklar, öğle yemekleri, iş görüşmeleri. Model sevgilisiyle son model telefonunda görüştü. Gün batımına yakın rezervasyonlu restoranda buluştu. Değerli taşlarla döşenmiş kolyeyi boynuna taktı, bir de ufak öpücük kondurdu. Şarap içti keman eşliğinde. Dinlemiş gibi yaptı, umursamadı. Evine vardı, sıcak bir duş alıp uyudu.
işte orada o saçı sakalı birbirine karışmış, evsiz, aç, pis kokan, yalnız adamın aklından bunların hiçbiri geçmedi. O adam inanmaya mecbur kaldığı Allah’a dua etmedi. O adam gözlerini kapattığında bir sigarası olduğunu hayal etti. Yaktı onu kafasında, derin bir duman çekti içine, keyfi yerine gelmişti. Ama daha bitiremeden onu bile, ezan sesini işitti. Açtı, aylardır sırtında taşıdığı eski market poşetini, çöpten bulduğu kurumuş ekmeğin arasındaki 2 buçuk köfteyi yedi. Tutmadığı orucunu Allah kabul etsin dedi içinden. Açların halinden anlamıştı o da bizim gibi o gün.