vay amk. bu da silik olmuş. kime kanımız kaynasa uçuyor la.. valla son zamanlarda hep böyle oldu. kime ısındıysam hep gitti. galiba benim ara vermem gerekiyor. milletten soğumam için biraz benim mola vermem gerekiyor. yoksa sözlükte insan kalmayacak amk. sonra ben yazacam zall okuyacak, zall okuyacak ben yazacam. sonra hep beraber yine ben yazacam ve yine zall okuyacak.
çocuklukla ilgili hayallere dalmış, gözlerini uzaklara yatırmış yazar.
ne kadar özlenirse özlensin; bırakın kişiye geri gelmesini, yeni nesile bile uzaktan yakından uğramayacak olan yaşanılmışlığın ayak izleri. dün gibi hala; neler neler. mesela; beş bin tane misketim vardı benim; iyi de oynardım laf aramızda. kemik, mor, kaflik, minik ve daha bir sürü çeşit.
sertti bizim zamanımızda çocukluk, kırılganlar dışarı çıkmaz, evde annelerinin dizinin dibinde otururdu. boyun eğmeyen ise içinde ezilme ihtimalinin de olduğu saatlerde atardı kendini dışarıya.
kentleşme yeni yeni başlıyordu o zamanlar. bizim mahalledeki bütün evler gecekonduydu neredeyse. kimin kapısına gitsem, açıktı h ırsızlık bin de bir belki.
kimin evi olduğu önemli değil,
+ susadım bir bardak su verir misiniz?
- tabi yavrum bekle geliyorum
iletişim böyleydi bizde, herkesin evinde telefonu yoktu. telefon alman için önce yazılman, sonra da sıranın sana çıkması için beklemen gerekiyordu. 2 sene telefon sırası bekleyenler gördüm ben o yıllarda.
8 yaşındayken köpeğim abata doğdu. dolu dolu 9 sene yaşadık beraber, hiç ayrılmadan. ağladığımda da, güldüğümde de hep o paylaştı psikolojimi, hiç bırakmadı beni. ben de onu ihmal etmedim hiç, öncelik hep onun karnının doymasındaydı benim nezdimde. 9 yaşında çocukluktan 17 yaş ergenliğine kadar geçen onca zaman, psikolojim, yerleşkelerim, anlayış sistemim.
şimdi bu zamanlarda hayvanlarla bu denli iyi bir iletişim içinde olmam bundandır belki de.
o zamanlar kendimizi sokağa attık mı doğru bir sokak ötedeki mezarlığa giderdik. orası bizim ormanımız, oyun alanımız, gizli yer olarak tabir ettiğimiz kimsenin bilmediği deliklerin sahibiydi. ölüm nedir bilmezdik, orada yatanları umursamazdık hiç.
kertenkele avlamak en büyük zevklerimizden biriydi. şimdi yetişkinlerden bile bir sürü insan eliyle tutmaya çekinir o soğuk hayvanları. bizim her yerimizden kertenkele çıkardı neredeyse.
+ oğlum bende kahverengilerden üç tane var, ikisini sana vereyim sen bana bir yeşilbaş ver
- banane lan yeşilbaşlar çok bulunmuyo
bir gün mezarlığın yanındaki sokaktan abata ile beraber yukarı doğru çıkarken mezarlığın iç tarafında, duvarın dibinde 3 tane adamın, ellerinde bıçakla bir şeyler yapmaya çalıştıklarını görmüştüm. hemen duvarın üzerine tırmanıp olaya müdahil olmak için kolları sıvamıştım. ellerinde, kovboy filmlerindeki kayaların kızıllığında, kocaman bir tavşan vardı ve kesmek üzereydiler.
+amca o tavşanı kesip yiyecek misiniz?
içim acımıştı hayvana.
- aslında yemek değil derdimiz, bunu bir arkadaş yakalamış bize verdi, biz de bakacak kimse bulamadık; sen bakar mısın?
şaka olmalıydı bu, böyle anlar yalnız filmlerde olurdu be!
tabi bakarım dedim ve hemen yalanları sıraladım işimi garantiye almak için; ''ben geçen sene bir tane büyüttüm de amcam aldı köye götürdü''
böyle yalanlar atmayı da nereden öğremiştim bilemiyorum. o tavşanı ellerinden aldım ve balkonda beslemeye başladım. yabani bir dağ tavşanıydı ve bildiklerimizden iriydi. bir gün üşümesin diye odama aldım ve zembla adlı tarzan çakması çizgi romanımı okurken onu da yanıma oturttum. bacağımdan ısırdı beni şerefsiz. kulaklarından tutup balkona fırlattım, hava o gece gerçekten de kırıcı soğuktu ve sabah balkona baktığımda bizimki nalları dikmişti.
bunu bugün burda anlatmam belki de suçluluk duygusunu hala atamamış olmamdandır.
derken gecekondular yerlerini apartmanlar bırakmaya başlamıştı ki ceplerimiz daha o yaşlarda iyi paralar görmeye başladı. kofrası sökülüp yıkılmak için hazır hale gelen gecekonduların içlerine girer, bütün elektrik tesisatını çeke çeke çıkarırdık. bakır tel pahalıydı, güzel para yapıyordu laf aramızda. plastik kısmından kurtulabilmek için kocaman bir ateş yakar ve akşama kadar söktüğümüz bütün telleri ateşte yakardık. sonra o simsiyah haliyle soğuduktan sonra sarar top yapar ve bakkal ihsan amcaya tarttırır, yarınki nevaleden gelecek parayı daha bugünden hesaplardık.
rahmetli metin dayı nın terastaki playboy zulasını patlattığımızda kalbimiz duracak gibi olmuştu hatırlıyorum. vay be şimdi düşünüyorum da adam resmen aboneymiş o dergilere. herkes birer tane çalmıştı koynuna sokup:daha sonra sayfaları yapış yapış olmuş okunmaz hale gelmişti hatırlıyorum. koca memeli bir kadın vardı ne fanteziler kurmuştum kendisiyle ilgili.
ilk sahip olduğum kitabım monte kristo'ydu.kırtasiyenin vitrininde duran kitaba aşık olmuştum nerdeyse. alacak parayı biriktirene kadar her önünden geçtiğimde vitrindeki kitaba uzun uzun baktığımı hatırlıyorum. hala durur kitaplığımda.
ilk sevgilim asla sevgilim olmamıştı mesela.sorarlarsa ''benimki''ydi o, ama ne görüşmüşlüğümüz ne de bir bağımız vardı; çocukluk işte .aşıktım belkide. sonra sonra haber gönderip görüşmesek de aramızda bir bağ olmasını istemiştim. kabul etmişti. düşünüyorum da o zamanlar işler böyle yürüyormuş demek ki. şimdiki çocuklar kesin dalga geçerler bununla. ablasının kırtasiyesi vardı ve doğumgünümde bana bir kalemlik almıştı ordan. içine koyacağı tebrik kartını yazarken ablası yanına yaklaşmış da benim ismim yerine bir kız ismi yazmışmış kimse anlamasın diye. şaşırmıştım. hala saklarım o kalemliği.
hey gidi günler hey! daha akla gelmeyen bir sürü macera var böyle. nerden esti bilmiyorum, yazarken büyük keyif aldım ama.