1988 yılında yayınlanan bu eser, salih mirzabeyoğlu’nun bizzat takdim ettiği gibi “ibda diyalektiğinin devşirdiği hikmetler örgüsüdür.” hakîm bilindiği üzere “hikmet sahibi” demektir ve bunca başıboş “tefekkür heveslisinin” arasında, islam hikemiyat binasının salih mirzabeyoğlu tarafından hangi zirvelere çıktığını anlamak için önce onun eserlerini okumak gerekir.
“hakim bir davayı temsil ettiğime göre, mahkum tavrı takınmayacağım tabiidir!”
salih mirzabeyoğlu / hikemiyat
"çağın büyük adamı, çağının isteğini dile getirebilen, çağının isteğinin ne olduğunu söyleyebilen ve bu isteğe cevap verebilendir...
onun yaptığı, çağının yüreği ve özüdür; o çağını gerçek kılar!”
“halbuki samimiyet ve halisiyet, inanılan şey doğru veya yanlış olsun, insanoğluna düşen biricik haysiyettir; onsuz insan ne dindar, ne dinsiz, ne şu, ne bu hiçbir şey olamaz…”
...samimiyet ve halisiyet, inanılan şey doğru veya yanlış olsun, insanoğluna düşen biricik haysiyettir; onsuz insan ne dindar, ne dinsiz, ne şu, ne bu, hiçbir şey olamaz.
Hikemiyat, hikmetin mânâsını, sırlarını ve derinliğini kavrama cehdi… Hakikat peşinde, akıl ve kalbin birlikte tefekkür ettiği bir ilim sahasıdır. Bu kelime, kök itibarıyla 'hikmet'e dayanır. Hikmet, Hakk’ın işleri ve kâinata koyduğu ölçülerdeki gizli mânâları anlamaktır. Hikemiyat ise bu mânâları sistemli bir şekilde ele alarak, bir anlayış çerçevesi sunar.
Hikemiyat, sadece düşünmek değil, düşünceyi hakikatle mayalamaktır. insanın aklıyla kavrayamadığı yerde kalbî sezgiler devreye girer; çünkü hakikat, yalnızca aklın değil, aynı zamanda imanın meselesidir. Bu yüzden hikemiyat, felsefenin ötesinde bir tefekkür sahasıdır; ilahi mânâlara, Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde ulaşma gayretidir.
Bir başka ifadeyle: Hikemiyat, islamî düşüncenin derin meselelerini ele alır; akıl, kalp ve irfan arasında köprü kurar. Bu ilim, insanın hem kendisini hem de içinde bulunduğu âlemi tanımasına vesiledir. Aynı zamanda, kâinat kitabındaki ilahi mesajları okuma sanatıdır.
Sonuç olarak, hikemiyat, hakikate susamış akılların ve Allah’ın rızasını arayan gönüllerin meşguliyetidir. Hikemiyatın yolcusu, hikmetin izini süren bir seyyah, mânânın derinliklerinde Allah’a yaklaşan bir âriftir.
bayağı koptuğumuz bir arkadaşlığımız olsa da, gitmesek de görmesek de senelerdir yakın yakın oturuyor idik mekan paylaşaraktan... artık uzak bir dağda yaşıyor kendisi... fakat tabii ki kendisi için iyi olmasını umuyorum, mutlu olsun herkes... artık buraya gece gidicek arkadaş yanı, ya da çat kapı gelebilecek birileri yok belki ama buralarda biyerlerdeyiz yine değil mi?.. oldu mu?
“Fikirde şahsiyeti olmayanın, üslûbunda şahsiyet olmaz!”
(S. Mirzabeyoğlu - hikemiyat)
Fikir, insanın iç dünyasının derinliklerinden süzülen, karakterinin izlerini taşıyan bir kavramdır. Şahsiyet, bir insanın düşüncelerinde, inançlarında ve eylemlerinde belirginleşen özgünlük ve kendine ait olan olgudur. Düşüncenin temeli sağlam, ahlaki ve manevi bir duruşa oturmadıkça, o düşünceyi dile getiren üslûp da o düşüncenin yansıması olamaz. Fikri şahsiyeti olmayan bir insan, başkalarının düşüncelerinin taklitçisi olur; onun dilindeki üslûp da taklitten, sıradanlıktan, bir tür maskaralıktan öteye geçemez.
Fikirde şahsiyet, insanın derinliğini, inançlarını ve varoluş mücadelesini içerir. Oysa üslûp, sadece bir söyleyiş biçimi değildir; üslûp, fikrin dışa vurumudur, düşüncenin etkisini, karakterini taşır. Şahsiyetli bir düşünce, üslûbu ile de belirginleşir; çünkü gerçek şahsiyet, kelimelerde hayat bulur. Yani bir insanın fikri, onun kişiliğinin bir izdüşümüdür; şahsiyeti olmayan bir fikrin üslûbu da, yalnızca boş bir dışsallıktan ibaret olur.
> "Söz, gönlün aynasıdır; eğer gönül boşsa, dildeki her kelime bir yankıdan ibaret olur!"
Fikri ve üslûbu birbirinden ayıranlar, yalnızca biçimi taklit edenlerdir; düşüncesizce konuşurlar, içi boş laflar ederler. Şahsiyet, fikri besler, fikrin içini doldurur; o zaman o fikir, güçlü ve anlamlı olur.
"Hâlbuki samimiyet ve halisiyet, inanılan şey doğru veya yanlış olsun, insanoğluna düşen biricik haysiyettir; onsuz insan ne dindar, ne dinsiz, ne şu, ne bu, hiçbir şey olamaz."
Samimiyet ve halisiyet, insanın ruhunun derinliklerinden gelen, içsel bir olgunluktur. insan, neye inanırsa inansın, bu samimiyetle inanmıyorsa, o inanç sadece bir maskeden ibaret olur. Samimiyet, insanın içiyle dışının birliğidir; kalbiyle dili arasında hiçbir çelişki bulunmayan bir haldir. Halisiyet ise, insanın inançları ve eylemleri arasındaki safiyetin, her türlü gösterişten ve dünyevi çıkar arayışından uzak olmasının adıdır. insanoğluna düşen yegâne haysiyet, bu içtenlikle yöneldiği doğru ya da yanlış her şeydir. Çünkü samimiyetin olmadığı yerde, insan yalnızca bir yönsüz, kaybolmuş bir varlık olur. Hem dindar, hem dinsiz olabilir; fakat samimiyetsiz olduğu sürece, hiçbir şey değildir.
> "Samimiyet, insanın özüdür; özsüz bir insan, ne kimlik sahibi olabilir ne de bir yöne doğru yol alabilir."
"Batı âleminde komünistler, faşistler, Naziler, liberaller, demokratlar, anarşistler, nihilistler, inandıkları batıllar etrafında baştanbaşa samimi ve halis olmuşlardır."
Batı'nın ideolojik ayrılıklarına ve farklılıklarına bakıldığında, her biri kendi inanç ve ideolojisine samimiyetle sarılmıştır. Onlar için, doğru ya da yanlış olmanın ötesinde, önemli olan o inançları ne kadar içtenlikle sahiplenmiş olduklarıdır. Komünistler, faşistler, Naziler, liberaller, her biri, inandıkları batıl ideolojilere karşı birer özveriyle bağlıdır. ideolojilerinin her biri, kendi içinde samimi bir şekilde savunulmuş, her birinin düşüncesinde bir safiyet, bir içtenlik vardır. Bu, Batı'nın kendi değerlerindeki bir çelişkidir: Samimiyetle yola çıkanlar, sonrasında doğruya ya da batıla yöneldiklerinde, her zaman için kendi inançlarına ve ideolojilerine sadık kalmışlardır.
"islâm dışı mihraklar bir yana, samimiyet ve halisiyet, Müslüman geçinenler tarafından bile lûgatların ölü kavramları arasına terkedilmiştir."
islâm dışı ideolojilerin bu samimiyetini gözlerken, islâm dünyasında benzer bir durumun gözlemlenmesi, acı bir gerçektir. islâm’ın özünden, samimiyet ve halisiyet çıkarıldığında, geriye yalnızca şekilcilik ve gösteriş kalır. Müslümanlar, birer kimlik ve inanç taşıyıcısı olmaktan ziyade, kavramları ölü hâle getirmiş, onları yalnızca dilde tutmuşlardır. islâm’ın ruhuna uygun bir şekilde samimi olmak, samimiyetle iman etmek ve bunu hayatın her yönüne taşımak, bugün Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından unutulmuş, lügatın arka raflarına terk edilmiştir.
> "islâm, bir lügatta ölü bir kavram değil, kalpte ve hayatta diri olmalıdır."
Sonuç olarak, samimiyet ve halisiyet yalnızca kelimelerde değil, eylemlerde ve inançlarda olmalıdır. iman, düşünceden çok bir kalp meselesidir. iman ettiği şeyin doğru ya da yanlış olduğunu düşündükçe, bir insanın inancı değer kazanır; ancak bu inanç, samimiyetle şekillenir.
"Aklın vazifesi, teslim olduktan sonra, o vahid etrafında ebedî meçhule doğru hudutsuz bir fikir cehdidir ki, bunun ismi HiKMETTiR."
(S. Mirzabeyoğlu - hikemiyat)
Akıl, insana en büyük lütuflardan biridir; fakat akıl, yalnızca bir araçtır. Gerçek anlamda işlevini yerine getirmeye başladığında, teslimiyetle başlar. Her şeyin sahibi olan ve her şeyin sırrını barındıran o "vahid" etrafında, akıl teslim olduktan sonra onun doğruyu bulma yolundaki çabası başlar. Ancak bu teslimiyet, bir boyutun ötesine geçmeyi gerektirir: Ebedî meçhul! Yani akıl, kendi sınırlarını tanıyarak, nihayetinde anladığını bilmediğini ve bilmediği şeylerin sonsuz bir okyanusu olduğunu kabul ederek her daim bir cehd içinde olur. işte buna hikmet denir. Hikmet, aklın sonsuz olanı anlamaya yönelik cehdidir; sınır tanımaz, sabırla ve azimle hep daha ileriye doğru yol alır.
> "Hikmet, sonsuz bir yolculuktur; varılacak bir hedefi değil, bir ufku vardır."
"Hududunu tanıyan, tükeniş sınırlarını gören akıl, dince en mübarek vasıta; kendi kendisini yenmeye ve çürüğe çıkartmaya memur köle âlet…"
Aklın gerçek işlevi, sınırlarını tanımakta yatar. Eğer akıl, kendi sınırlarını anlamadan bir varlık olarak büyüme iddiasına girerse, yanlış bir yolda ilerler. Din, aklın en mübarek vasıtasıdır; çünkü din, aklın hudutlarını gösterir, ona doğru bir yön, bir yörünge verir. Akıl, kendisini tanıdıkça, ne kadar mütevazı olması gerektiğini anlar. Ancak bu mütevazılık, sadece bir kabul değildir; akıl, kendi tükenişini, sonunu ve çürüyüşünü görerek, ona karşı bir mücadeleye girer. Bu, insanın her an kendisini yenmesi gerektiği, her an çürümeye doğru gittiği gerçeğinden doğan bir görevdir. Akıl, bu mücadelede en saf ve güçlü âlettir. Ama o âlet, ancak doğru yolda kullanıldığında anlam bulur, yoksa kendi kendisine köle olur.
> "Aklın her zaferi, kendi tükenişine karşı zaferidir; her gerçek akıl, kendisini aşan akıldır."
Sonuç olarak, akıl, dinin ışığında gerçek anlamını bulur. Ne kadar yükselirse yükselsin, akıl her zaman hudutlarını bilmelidir. Hikmet, bu sınırları bilip, sonsuz olanla bir olma arzusudur. Akıl, her şeyin farkında olarak her zaman mücadeleye devam eder. Çünkü akıl, kendisini aşmakla mükellef bir araçtır; her zafer, onun sınırları aşmaya yönelik bir çabasıdır.
"Hakim bir davayı temsil ettiğime göre, mahkum tavrı takınmayacağım tabiidir!"
(S. Mirzabeyoğlu - hikemiyat)
Bir dava, yalnızca savunulan bir konu değildir; bir varoluş meselesidir. Hakim, davanın mutlak sahibi ve temsilcisidir; o, yalnızca bir olayın ve bir gerçeğin değil, o gerçeğin hakikatine giden yolun izleyicisidir. Her şeyin belirleyicisi olan hakikate karşı duyduğu sadakatle, o davayı savunur, çünkü o dava onun varlık sebebidir. Mahkûm tavrı ise, yalnızca bir teslimiyetin, bir acizliğin belirtisi olur. Mahkûm, bir kayıptır; o, bir şeyin edileni, edilmek zorunda kalmışıdır. Ama hakim, ne kaybeder ne de teslim olur. O, bir hakikatin tarafıdır; her adımında o hakikate daha da yaklaşır ve ona yönelir.
"Tabiatıyla" demek, burada kaderin akışını, olayların özünü tanımak anlamına gelir. Bir hakim, davanın doğruluğuna inandığı müddetçe, mahkûm bir tavır sergileyemez. Mahkûm tavrı, bir teslimiyet ve çözülme halidir; hakim ise çözüme giden yolda bir neferdir. Bir davayı temsil etmek, bir zaferin değil, bir mücadelenin en saf halidir. Bu mücadelede ise mahkûmiyetin yeri yoktur. Hakim, ne teslim olur ne de pes eder; çünkü o, bir davayı sadece temsilen değil, onun hakikatine imanla taşır.
> "Bir davanın temsilcisi, yalnızca doğruyu savunur; kaybı kabul etmek, ona ve kendine ihanet etmektir."
Davada olan sadece kişi değil, hakikatin kendisidir. Hakim, davanın sahibidir ve ona tüm varlığıyla sadıktır. Mahkûm ise yalnızca bir yanılgıdır, çünkü onun yolu tükenmiş ve çıkışı yoktur. Hakim olan, o yolda her zaman direnir, her zaman doğruluğu savunur.
- «Kanuni'den beri pörsüyerek gelen ve Cumhuriyet döneminde darmaduman edilen hayat tablomuzu, sahabeler devrinden başka hiçbir devri örnek kabul etmeyici bir aşk ve vecd plânında bütünlemek...
Unsurları uyum içinde birbirine ekleyen bir diyalektikle, herkesin verimini göstermesi gereken bir alan.»
"Sahte kemâllerin ruhumuza aşıladığı akli ve hesabi kaygılara karşı, çok defa, ânî ve iptidai ruh fışkırışlarının vasıtasızca erdiği idrak imtiyazı işte bu noktada... Halk idrakı ve halk kahramanları hep bu sır noktasına bağlıdır; ve, bu kalb içi noktanın verdiği bedahet hükümleriyle harekete geçen kol, dünyanın en güçlü makinesinden daha kuvvetlidir. Her türlü gerçek soyundan hamle, aksiyon, ihtilâl, inkılâp, taarruz, fetih de, bu kalb noktasına ve bu kola muhtaç; gerektiği yerde gerekeni yapmak... "
Ben… Hayatımı zindanlarda yeniden doğmuş bir ruh gibi yaşamış bir adam. Her adımımda karanlığı delen bir ışık aradım. Kalemime güç veren, acıların kılıcıydı. Ey okuyucu, şunu bil: Beni anlatmak, yalnızca bir insanın hikâyesini değil, bir davanın dirilişini anlatmaktır.
Küçük bir çocukken, gökyüzüne bakar ve yıldızların arasında bir yolculuğa çıkmayı hayal ederdim. O yıldızların altında bir hakikatin yankısını aradım. ‘Hakikat!’ dedim. Ve işte o kelime, beni bir daha bırakmadı. Hayatımı nehir gibi akıtan, zindana giren bir damlaydı o kelime.
Zindan... O soğuk taş duvarların arasında, acının ne olduğunu anladım. Ama acı, zannettiğiniz gibi bir kurşunun yarası değildi. Acı, haksızlığın karşısında dimdik durmak zorunda kalan bir vicdanın kanamasıdır. Gece oldu, gündüz oldu; ama o taş duvarlar, bana hiç sabahı göstermedi. Fakat o karanlıkta, Rabbimin nurunu gördüm. ‘Allah bize yeter,’ dedim. Ve dedim ki: ‘O ne güzel vekildir!’
Ellerimi bağladılar, dilimi susturmaya çalıştılar. Ama bilmiyorlardı ki; ben sustukça kelimelerim büyüyordu! Zindanlarda ne mi yaptım? Kanımı mürekkep, hücremi kâğıt bildim. Ve orada, işte o karanlık hücrelerde, davanın sancaklarını kelime kelime dokudum.
Bir gece… Bir tokat sesi yankılandı zindanda. Kanayan dudağımla gülümsedim. ‘Bu kadar mı?’ dedim. işkencecim öfkeyle haykırdı: ‘Sen neye güveniyorsun?’ Gözlerine baktım. Beni değil, kendi korkusunu gördü. Çünkü zalim, mazlumun gözlerindeki iman nuruna dayanamaz. Ve ben o gece bir kez daha anladım: Zulmün karşısında sabır, Allah’a yapılan en büyük itiraftır.
Evet, işkenceden geçtim, prangalarla sınandım. Ama hiçbir pranga, kalbime ulaşamadı. Ruhumu Allah’a teslim etmiş bir adamın, ne kaybedecek bedeni vardır, ne korkacak canı. Dediler ki: ‘Sen bittin.’ Ben dedim ki: ‘Ben, Rabbimin kudretiyle yeniden başlıyorum!’
Ey okuyucu, şimdi bu satırları okurken belki gözlerin doluyor. Ama şunu unutma: Bu gözyaşları benim acıma değil, hakikatin kalbine inen bir yağmur gibidir. Çünkü hayatımı yazarken, sadece kendi hikâyemi değil, direnişin destanını yazdım.
Ve şimdi, bu haykırışı bırakıyorum sana: Ne zulme boyun eğ, ne de umutsuzluğa kapıl! Zira her gece bir sabaha gebedir. Her zindan, bir direnişin yuvasıdır. Ve her mazlum, bir gün zaferin şahidi olacaktır.
işte böyle… Benim hayatım, kanla yazılmış bir dua; benim hikâyem, Allah’a yükselen bir yakarıştır. Beni anlamak istiyorsan, gözlerini hakikatin nuruna çevir ve kulak ver: Direniş, ölümden güçlüdür. Ve biz, bu hakikatle varız.
Ben… Adımın değil, davamın yankısını işiten biri… Zindanların demir kapılarından içeri adım atarken, göğsümde yalnızca bir iman sancısı taşıyan adam… O karanlık hücrelerde ne bir isimle, ne bir kimlikle vardım; yalnızca ruhum vardı. Beni o duvarların arasına atarken, bedenime pranga vurdular. Ama anlamadılar: Ruh, Allah’a zincirlenmişse, zalimin prangası havada asılı bir oyuncağa döner!
Kendi kanımla abdest aldım zindanda. Her bir kırbaç darbesi, beni Rabbime yaklaştıran bir secdeye dönüştü. Ellerim bağlandı, ama o bağlardan dua yükseldi göğe. Gözlerim kör edilmek istendi, ama gönül gözüm çoktan hakikate açılmıştı. Zalimin her dokunuşu, Allah’ın her müdahalesiyle teselli buldu. Ve ben öğrendim ki: işkence, yalnızca imanlıların sabır terazisini tartmak için bir araçtır.
Bir gece… Zifiri karanlık bir hücredeydim. Zalim, zaferini kutlar gibi gülüyordu. ‘Seni kırdık,’ dedi; ama o an şunu düşündüm: Kırılacak ne vardı bende? Tenim mi? Fanidir. Canım mı? Allah’ındır. imanım mı? Sonsuzdur. Peki sen, ey zalim, neye sahipsin ki beni yenebileceğini sanıyorsun? işte o an, içimde bir ayet yankılandı: ‘Sizin düzeniniz varsa, Allah’ın da bir düzeni vardır.’ (Âl-i imran, 54)
Zindanın duvarlarına kazıdım kelimelerimi; her biri bir haykırış, her biri bir dua. ‘Beni öldürün,’ dedim, ‘ama şunu bilin ki ben her darbede yeniden doğuyorum!’ Öldürmeye çalıştıkları her gün, hakikatin şahidi oldum. Kanlı duvarlara yaslandım, ama o kan bir bayrağa dönüştü. Şunu anladım: Zalim, her işkencesiyle mazlumu büyütür; her kurşunuyla hakkı haykıran bir çığlık doğurur.
Sonunda ne mi oldu? Zalim, beni susturamadı. Susturmak ne kelime; beni kendi yankısına boğdu! Ben sustukça, kelimelerim büyüdü. O hücrelerden yükselen dualar, mazlumların direniş marşı oldu. Zindanda yazılan her cümle, dışarıda bir meşale gibi parladı. Beni zayıf düşürdüğünü zannettiği her an, davama güç kattı. Ve ben gördüm ki: Direniş, yalnızca zalime değil, zamanın karanlığına karşı da bir savaştır.
Şimdi dönüp bakıyorum o günlere… Gözümde acının bir hatırası yok, yalnızca sabrın zaferi var. işkence gördüğüm o hücreler, zalimin yenilgisinin ilk durağı olmuş. Zalim kaybetmiş, mazlum sabrıyla kazanmış. Ve ben, bu satırları yazarken, yine söylüyorum: Ey zulme direnenler, korkmayın! Çünkü prangalar kırılır, cellatlar düşer, ama hakikat asla yıkılmaz!
Ve sen ey okuyucu… Eğer gözlerin doluyorsa bu satırları okurken, bil ki o gözyaşları benim değil, senin mücadelenin habercisidir. Ben yaşadım, yazdım; şimdi sıra sende. Direnmek, sadece benim değil, hepimizin vazifesidir. Çünkü hakikat bir kişiye değil, tüm insanlığa emanettir!
-(...) Efendim ahmaklıkları belirtilince de, Müslüman Müslümanı kötülemez diyorlar, bu düşmanların işine yararmış, hemen söyleyeyim, üzerine sinek konacak diye yarayı deşmemezlik edemem...
Üstelik bunların islâm'a verdikleri zarar karşısında, küfrü açık olanların hali zemzemle yıkanmış gibi kalır...
Abdülhakim Arvasi hz. ifadesiyle söyleyeyim:
"DiNi iÇTEN YIKAN KAFiR" bundan oldukça pay sahibiler..."
" - (...) Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati… Allah’ın “Sen olmasan, sen olmasan âlemi yaratmazdım!" buyurduğu, tek tek bütün insanlardaki “varlık” ve “oluş”, “sebep” ve “netice”, “baş” ve “son”, “süreklilik” ve “süreksizlik” ve bütün bunları toplayan “ân –hâl” in de içinde olduğu tek “ân –hâl” in ”sırra ilişik” liğindeki mihrak O; mânâlar âleminin cevabı burada; yoksa ölçü yok… Topyekün insanlığın Allah’a giden yoldaki kemâl ufku O… işte bütün işlerin “neye göre”si, “nasıl”ı, “ölçü ne”sinin cevabı burada; yoksa ölçü yok… Zaman ölçüsü, medeniyet ölçüsü, iş ölçüsü, kurtuluş ölçüsü, hakikat ve hürriyet ölçüsü, gaye, hedef, araç, her şeyin ölçüsü… Doğruyu mu istiyorsun? Allah ile Resulünün bildirdiği… Güzeli mi istiyorsun? Allah ile Resulünün gösterdiği… iyiyi mi istiyorsun? Allah ile Resulünün öğrettiği!"
Salih mi daha anguttu; yoksa Hikemiyat mı daha dingil, anlaşılmıyor. Su ve ekmek tüket! Ne yiyorsan bırak artık! iki gramlık beynin pelte olmuş zati, bari iyice suya dönüşüp kulağından burnundan akmasın!