tek ve 40 mumluk bir elektrik ampulünün altında uzayan uçsuz bucaksız koridordan gece bekçisi geçiyor.
tıpkı yelkovanların kadran üzerinden geçişi gibi, gece bekçisi de, her saniye gidip geldiği koğuşların önünden bir kere daha geçiyor.
bu gece, şu an, adedi malûm bir senenin, ismi malüm bir ayının, adı malüm bir gününün, sayısı malüm bir saatidir.
şu anda gece bekçisi meselâ 17 numaralı koğuşun önünden hayatında kimbilir kaçıncı olarak geçiyor ve daha kaç defa geçecek?
şu anda susan ve yalnız içinden hırıldayan saat, kimbilir bütün hayatında üstüste kaç kere çaldı ve geriye kalan ömründe de daha kaç defa çalacak? bunu bilmiyoruz; ne siz, ne ben, ne gece bekçisi, ne de asma saat...
gece bekçisi koridoru baştan başa geçiyor ve en sonda kilitli kapısında "teşrih Odası" yazılı bir yerin önünde duruyor.
cebinden anahtarını çıkarıyor, kapıyı açıyor, içeriye süzülüyor.
burası dört köşe kocaman bir oda...
.....
uzun, çıplak, mermer masaların üzerine, kendilerine yaşayan bir el dokunmadıkça kıyamete kadar ne sağa, ne sola dönmeye niyetli olmayan kaskatı ölüler yatıyor.
bu odanın belki ışığa ihtiyacı yok...
fakat orada da tek başına 40 mumluk bir ampul yanıyor.
bütün evi üzerine giyiyor bir türlü ısınamadan evden çıkıyordu yolcu yolunda gerekti.
uyuyan kedisine son kez bakıp işin yolunu tuttu.kafasındaki tek şey akşam olsa da eve gitsem uyusamdı.
işten geldikten sonra yemek yemiş ve TV izliyordum. Derken Ding dong diye zil çaldı. Kalktım ve gidip kapıyı açtım.
40'lı yaşlar da Bir hanımefendi:
+ afedersiniz apartmana yeni taşındım da, mikseriniz varsa ödünç alabilir miyim? Benimki taşırken kaybolmuş da...
- hoşgeldiniz, tabi hemen vereyim, bir dk.
Ardından mutfağa gittim. Ama bir türlü mikseri bulamadım. Mahçup bir şekilde kapıya döndüm ve:
- yaa her zamanki yerinde olan Mikseri bulamadım hanımefendi. Nasıl olur anlamadım.
Bu sözden sonra kadın:
+ ahh erkekler işte.
Deyip evin içine adım atmaz mı?
Ben: Hanımefendi, ne yapıyorsunuz? bir saniye...
Diye arkasından bağırırken kadın mutfağa doğru yürüyordu...
deniz, deniz, tuzlu deniz, acı deniz! ne yaptın küçüğümü?
kayanın üzerinde bir dalga patladı ve ikiye bölündü. sanki iki kol... kollar, kadını ayaklarından kavramak ister gibi uzanıp hiçbir şey yapamadan çözülüverdi, süzüldü, geriye çekildi.
uzakta, kayadan birer kibrit çöpü gibi görünen iki insan, uzaktan kayada bir kibrit çöpü görünen kadına bakarak konuşuyorlar:
- s.... z....değil mi şu?
- başka kim olabilir?
- ne arıyor kayanın üstünde?
- denizden kızını istiyor!
- istemekle verir mi deniz, aldığını?
- sen de onun haline gelirsen istersin!
kadın, kayanın üstünde, saltanat arabasıyla geçen sultana hitap edercesine haykırmakta devam ediyor:
,
yıllar evvel aldığım kocamı boğduktan sonra kızımı da bu kayanın üstünden çekip götürüverdin!
işte seninle, karşı karşıya yapayalnız kaldık! ne yapacaksan yap!
sanki bu sözlerin cevabıymış gibi rüzgarın, atlarına indirdiği kamçı sesleri gelmeye başladı. kara bulutlar uçuşmakta ve sular kaynamakta...
küçük bir hareketle polyesterin yanmasına mani oldu.
onca derdin arasında ceketi mühimsemedi ve ağır adımlarla ıssız sahilde meçhule doğru yürümeye başladı
bir kaç adım attıktan sonra, onun her hareketini uzaktan izleyen ve her defasında adımlarıyla ona doğru yaklaşan adam arkasından seslendi:
bu haleti ruhiye ile sözlüğe girdi. aldığı yan nick ile. ikincil nicki "yaoramakoyaburama" idi. gelir gelmez nick altına bir yazar "inşallah kızdır" yazı verdi.