Sözlük her zamanki rutin gecelerinden birini yaşıyordu. yazarlar kardeş kardeş sohbet ediyordu.
Derken bir kendini bilmezin attığı şok edici fotoğraf ile sözlük neye uğradığını şaşırdı.
Ve bu iğrenç fotoğraf, hemen her başlıkta bizlerin karşısına çıkıyordu.
Tüm yazarlar dehşet içine düşmüştü...
sonra fuatın eski karısı olan ilahi kezban fuata kızı çirkin ve tehlikeli gösterdi. halbuki fuat zaten ölümsüzdü kız da sıradan bir bot, ne kadar tehlikeli olabilirdi ki? öyleyse dahi neden bir bot ile istediği gibi takılmasına müsade etmek varken ya da fuat'a erkek botlara karşı yenilmez bir güç ve dişi botlara karşı ise karşı konulamaz bir cazibe vermek varken kızı çirkin gösteriyordu? fuat'ın bu şekilde farklı kadınlarla birlikte olmaya alışması, dünya hayatı bitince kendisine döndüğünde, kendisinden sıkılınca da başka bir kadınla birlikte olacağı fikrini aşılıyordu ona. ama bilmiyordu ki fuat, dünya hayatı bitince onu asla aldatmayacaktı. zira dünya hayatı biter bitmez ilk postalayacağı kişiler arasında yer almaktaydı ama umut diyordu eski karısı bir umut ya beni severse diye ıkınmaktan ikiye ayrılıyordu.
--spoiler--
aniden kapıdan bir huri içeri girdi. Fuat olanları aydı ve sayın huriye bir çay teklif etti. Fuat bu harika kadı ile evlendi lakin evlendikten sonra bu kez eski Kezban karısı ona hoş görünmeye başladı. Fuat sonunda bu kadar kafasız ve şanssız bir şekilde yaşayamayacağını anladı ve doberman köpeği ile sakin bir hayat sürmeye başladı.
Soğuk bir aralık gecesiydi. Sözlükte kardeş kardeş sohbet ederken bir sapık ortaya çıktı.
Bu kişi Her başlığa seri şekilde cinsel organ fotoğrafını atıyordu. Bütün sözlük panik halindeydi.
Lavaboya gidip kusanlar, 155'i arayanlar vardı...
Halbuki, kimse olan adamı bu hale getiren sebeplerin varlığından bile haberdar değildi.
Belki, hayatı boyunca ezilmiş, hor görülmüş, küçümsenmiş olmanın yarattığı ruhsal travmalar, bu adamın, hayat boyu acı çekmesine neden olan şeylere karşı kendince bir başkaldırışı temsil ediyordu. *
her evin pencereleri vardır, fakat insanlar kendilerini oradan atmazlar.
herkes bir çift ele sahiptir, fakat kimse kimseyi boğmaz. her berber ustra kullanır, fakat müşterisinin boynunu kesmez. demek ki, malik olduğumuz imkanlar, ellerinden gelen her şeyi yapmaya mezun değil, diye devam etti, kafa konforumuzu bozan adamın sevgilim(!) dediği.
..... gözümün önünde öldü.
yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı renkte kupkuru bir ayak... buruşuk bir yorgan...
arkasına yastıklar doldurulan hasta, yatağa, yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak, göz alabildiğine uzak bir aleme dalmış...
tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü...
ne o? gayet ufak bir hâdise!.,.
bir baş göğüse düştü... bu adam öldü mü? bu adam yok mu artık?
nasıl olur?
ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
mümkün değil, çıldırırız, yine inanmayız. halbuki çıldırmayız. o halde inanır mıyız? inanmayız da...
hattâ öyle anlarımız olur ki, "bak bak, deriz; şimdi, şimdi kapı açılacak ve ... içeriye girecek sanıyorum!"
inanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz?
razı da olmayız, herşeye rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir.
ah, alışmak!...
hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp yutan dipsiz uçurum.....
bu şeylerin üstünden yıllar geçtikten sonra o kadar korktuğum bu evde, yapayalnız, bir gece geçirdim.
yapayalnız bir gece. o kadar korktuğum bu evde....
eski uğultulu alem sanki bacalardan ve pencerelerden süzülüp gitmişti.
ölenlerle kalanların birbirinden farkı yoktu. mademki biri yaşadığı halde yok olabiliyordu, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi...
o gece hayâlimde sağlarla ölülerin birindeki varlık, ötekindeki yokluk esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi geçen bir hastanın vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle, ölüleri dirilerden daha mükemmel ve tam bir fiilin şartları içinde yaşıyor farzettim......
genç bir ressam... ağır (melankoli) teşhisiyle yatıyor... son zamanlarda yalnız el resimleri yapmaya başlamış...
ağlayan, yalvaran, kıvranan, büzülen eller... sebebi var...
iki aylık bir çocuğu ölmüş... çocuk birdenbire hastalanıyor...
ilk defa baba olmanın alâka ve heyecanı içinde ressam, çocuğunu kurtarmak için ne yapacağını bilemiyor. "kan lâzım; siz verebilirsiniz!" diyorlar. veriyor.
bu arada dikkât ettiği şey, bebeğin küçücük elleri... hasta bebek ellerini o türlü oynatmaktadır ki, sanki müthiş bir hareket senfonisi bestelemekte...
baba çocuğunun başı ucunda günlerce bu ellere bakıp, kuruyor, kuruyor.
- yazık ettin, baba, hayatına yazık ettin! allahın sana verdiği memuriyeti yerine getiremedin! yazık, yazık!...
iki aylık çocuğun, en açık lisanla, ellerine yerleştirdiği dille söylediği bunlardır:
- ben ölüyorum, baba, sana küçük bir ihtar için dünyaya geldim ve gidiyorum.
sen yaşamaya, ama olmaya bak!...
nihayet küçücük eller hareketsiz... bebek ölmüştür.
sabaha çıkmaz, dedi; şimdiden hususî yere kaldırabilirsiniz!
.. doktor cevap verdi:
- yarın sabah (otopsi)sini yaparız. beynini merak ediyorum.
hastaya baktım. hiçbir şey duymamış, anlamamış gibiydi.
fakat birdenbire çarpıldım. hastanın battaniye üstünde sağ eli her şeyi anlamıştı. şehadet parmağını kaldırmak ister gibi bir titreme...
doktorlara:
(otopsi) lâfını henüz ölmemiş bir hastanın yanında nasıl söyleyebiliyorsunuz, dedim; ya anlarsa!...
- ne kadar hassassınız, dediler; hem duymaz, hem de duysa bile anlamaz.
doğru; tımarhanede hassas olmaya gelmezdi; o zaman, sırtıma geçirdikleri beyaz doktor gömleğini çıkarıp deli gömleğini giymeye kadar yol açılabilirdi.
-elini görmüyor musunuz, dedim; ne de manalı manalı titriyor!
bunun da tesellisini buldular:
-refleks!...
Ama hayır, hasta dedikleri kişi aslında her şeyin farkındaydı. Otopsinin de anlatılanların da ne olduğunu kavrayabiliyordu. Yalnızca bir insanın ne kadar ileri gidebileceğini tespit etmek isteyen birisiydi ve her şey aslında bir oyundu. Onları böyle bir şeye yeltendikleri için pişman edecekti.
Gardolapın kapağı aniden açıldı ve kocası beni gördü.
+ ben elektrikçiyim abi! valla hi yanlış anladın. Bişey yapmadık. Sen gelince korkudan saklandım buraya...
adam elinden aldığı bıçakla içerdeki doktorları deşti ve ardından koşarak binadan çıktı ve bir taksi çevirip kaçmaya başladı. artık polisler peşindeydi.
polislere yardım etmek için arabama atlayıp son sürat yola koyuldum. yolda polisleri sollayıp adama yetiştim. önüne kırıp zorla durdurdum. çık dışarı ulan çakma karın deşen jak diye bağırdım. adam bir anda kapıyı açıp dışarı fırladı. iki elinde de döner bıçağı vardı ve deli gibi sallayarak üzerime doğru koşmaya başladı. nerlesin ulan sen diye sordum nefes nefes. erzurumluyum n'olacak dedi. hemen arabama döndüm, kapıları kitleyip mp3 e erzurum fokllorundan "hançer barı" havasını çalmaya başladım ve camları indirirken sesi sonuna kadar açtım.
adam dçner bıçaklarını yere attı. kemerinden iki küçük hançer çıkarıp müzik eşliğinde "hançer barı" oynamaya başladı. ben de çıktım elimde iki hançerle karşılıklı oynamaya başladık.
en keyifli yerinde polisler geldi. komser deerzurumluymuş o da oyuna katıldı. bu sahneyi telefonla videoaya kaydeden polis yanımıza yaklaştı. komserim ayıp oluyor şu adamı derdest edelim de bir an önce eve gidelim, yoksa maçı kaçıracağız diye sızlandı.
birden goooll sesiyle uyandım. karım başımda dikilmiş, bir daha derbi olduğu akşamlarda sana kuru fasulya, pilav, turşy, ayran ve ekmek kadayıfı vermeyeceğim, baksana tv önünde uyuya kalıyorsun diyerek beni fena fırçaladı. tam o sırada yine gol yedik.
- hep el, öyle mi?
- hep el... hâkimin kaatili teşhis etmesi için eline bakması yeter...
bakın, şu doktorun bana doğru çevirdiği işaret parmağını görüyor musunuz?...bu kadarı delilik demek istiyor.
bilmiyor ki, anlamak için deli olmak lâzımdır. yazık, doktor, elinde hiçbir anlayış yok, yalnız anlama iddiası var!...
doktora baktım: elini cebine sokmuştu. izahı basit:
-refleks!...