dervisin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir koye varir...
karsisina cikan insanlara, kendisine yardim edecek, yemek ve yatacak yer verecek birileri olup olmadigini sorar...
koyluler, dervis'e, kendilerinin de fakir olduklarini,evlerinin kucuk oldugunu soylerler ve sakir diye birinin ciftligini tarif edip,oraya gitmesini salik verirler... dervis yola koyulur, yolda birkac koyluye daha rastlar...
onlarin anlattiklarindan, sakir'in, o yorenin en zengin kisilerinden biri oldugunu ogrenir... bolgedeki ikinci zengin ise, haddad isimli bir baska ciftlik sahibidir... dervis, sakir'in ciftligine varir... cok iyi karsilanir...
iyi misafir edilir, yer, icer ve dinlenir... sakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gonulleri zengin insanlardir... sonra tekrar yola koyulma zamani gelir ve dervis sakir'e ve ailesine tesekkur ederken, boyle zengin bir insan oldugun icin hep sukret. der... sakir'den ise soyle bir yanit alir: hicbir sey oldugu gibi kalmaz... bazen gorunen, gercegin kendisi degildir... bu da gecer... .
dervis, sakir'in ciftliginden ayrildiktan sonra, bu yanit uzerine uzun uzun dusunur... aradan birkac yil gectikten sonra, dervis'in yolu yine ayni yoreye duser... sakir' e ugrayip, ziyaret etmek ister...
yolda karsilastigi koylulerle konusurken, koyluler: haaaa o sakir mi?.. o iyice fakirledi, simdi haddad'in yaninda calisiyor... derler. dervis, hemen haddad'in ciftligine gider... sakir'i bulur... eski dostu yaslanmistir... uzerinde eski pusku giysiler vardir... gecen sure icindeki bir sel felaketinde butun sigirlari telef olmus, evi barki yikilmistir...topraklari da islenemez hale geldigi icin, tek care olarak, selden hic zarar gormemis ve biraz daha zenginlesmis olan haddad'in yaninda calismak zorunda kalmistir... bu sure zarfinda sakir ve ailesi, haddad'a hizmetkarlik yapmaktadirlar... sakir, dervis'i, bu kez son derece mutevazi olan evinde misafir eder... kit kanaat yemegini onunla paylasir...
dervis, vedalasirken, sakir'e olup bitenlerden ne kadar cok uzgun oldugunu soyler ve sakir'den su yaniti alir: uzulme... unutma, bu da gecer... dervis, gezmeye devam eder ve aradan uzun yillar gectikten sonra, yolu yine ayni bolgeye duser... ogrendiklerinden saskina doner... bir sure once olen haddad, ailesi olmadigindan, butun varini yogunu, en sadik hizmetkari ve eski dostu sakir'e birakmistir... sakir, haddad'in konaginda oturmaktadir... kocaman arazileri ve binlerce sigiri ile yine o yorenin en zengin insani olmustur... dervis, eski dostunu iyi gordugu icin ne kadar cok sevindigini dile getirdiginde yine ayni yaniti alir: bu da gecer...
birkac yil sonra dervis yine sakir'i arar... ona bir tepe gosterirler... tepede sakir'in mezari vardir ve mezar tasinda soyle yazmaktadir: bu da gecer .
dervis, uzgun bir sekilde, allah allah, olumun nesi gececek? diye dusunur ve gider...
ertesi yil, dervis, sakir'in mezarini ziyaret etmek icin geri doner ama ortaliklarda mezar falan kalmamistir... buyuk bir sel gelmis, butun tepeyi silmis supurmus ve sakir'in mezarindan geriye hic eser kalmamistir...
o yillarda, ulkenin sultani, kendisi icin cok degisik bir yuzuk yapilmasini ister... bu oyle bir yuzuk olacaktir ki, sultan mutsuz oldugunda umudunu tazeleyecek, mutlu oldugunda da, mutlulugun rehavetine kendini kaptirmasini, tembellige dusmesini onleyecektir...
hic kimse, sultani tatmin edecek boyle bir yuzuk yapmayi basaramaz... sultanin adamlari bir gun bilge dervis'i bulurlar, yardim isterler... sultan yuzuge fena halde takmistir...
dervis, sultanin kuyumcusuna hitaben bir mektup yazar...
kisa bir sure sonra, yuzuk sultana sunulur... sultan onceleri hicbir anlam veremez; cunku, son derece sade bir yuzuktur bu... sonra uzerindeki yaziya takilir gozu... uzerinde biraz dusunur ve yuzu aydinlanir...
buyuk bir mutluluk isigi parlar gozlerinde... sonunda tam da istedigi gibi bir yuzugu olmustur...
Avcının biri bir serçe yakalar. Kuş dile gelerek, “Benimle ne karnın doyar, ne de bırakmakla aç kalırsın. Eğer bırakırsan sana üç değerli şey öğretirim” deyince avcı da kabul eder. Özgür kalan kuş söyle der:
1) Elinden çıkana üzülme!
2) Olmayacak şeylere inanma!
3) Eğer beni kesseydin karnımdan her biri yüz gram ağırlığında iki mücevher çıkacaktı, sende zengin olacaktın” deyinde avcı “üçüncüsünü bir daha tekrarla” der.
Serçe “sen ilk ikisini unuttun, üçüncüyü ne yapacaksın? Sana elinden çıkana üzülme ve olmayacak şeye inanma demiştim. Ama bil ki, benim toplam ağırlığım elli gram gelmez, nasıl olurda yüz gramlık iki mücevher olur bende!”
Nasrettin Hoca'yı, bir köye vaaz ve nasihat için davet ederler. Kararlaştırılan gün köye gelen Hoca, “bir kese altın verirseniz konuşurum, yoksa döner giderim” der.
Çaresiz herkesten para toplayarak bir kese altını verirler. Harika bir konuşma yapan Hoca, cuma namazından çıkınca, aldığı bir kese altını iade eder.
Madem geri verecektin niye istedin diye sorulunca; “Para ödediğiniz için, dikkatle dinlediniz; birincisi bu...
ikincisi de Cebinde para oldu mu insan, bir başka konuşuyor” cevabını vererek harika iki ders daha verir.
Havanın çok soğuk olduğu bir günde erenlerden biri pencereden dışarıyı seyrediyormuş.
Dışarıdan yoğurtçunun sesini duyup, hanımına seslenmiş: “kap getir de yoğurt alayım”.
Hanım, “yoğurt var. ihtiyacımız yok!” deyince.
Mübarek, “bizim ihtiyacımız yok ama ihtimal yoğurtçunun ihtiyacı var ki bu soğukta bu sokaktan üçüncü geçişi” demiş.
“iyi insan olmak başka, insanlara iyiliği dokunan insan olmak başkadır.”
Öğretmen sınıftaki zeki fakat kıskanç öğrenciye:
- Niçin arkadaşlarını çekemiyor, onların yaptıklarını bozup kavga ediyorsun? diye sordu.
Öğrenci, bir süre düşündükten sonra,
- Çünkü onların beni geçmelerini istemiyorum dedi. En iyi ben olmalıyım. "
Öğretmen, masasından kalktı, eline bir parça tebeşir aldı ve yere 15 cm. uzunluğunda bir çizgi çekti, kıskanç öğrenciye bakarak,
- Bu çizgiyi nasıl kısaltırsın? dedi.
Öğrenci bir süre bu çizgiyi inceleyip içinde çizgiyi birçok parçaya bölmek de olan birkaç yanıt verdi.
Öğretmen, yanıtları kabul etmedi ve yere ilkinden daha uzun bir çizgi çekti.
- Şimdi birinci çizgi nasıl görünüyor? diye sordu.
Öğrenci utana sıkıla,
- Daha kısa diyerek başını öne eğdi.
Öğretmen bu yanıt üzerine öğrencisine unutmaması gereken şu öğüdünü verdi:
- Bilgini ve yeteneklerini artırarak kendi çizgini uzatman, rakibinin çizgisini bölmeye çalışmandan daha iyidir...
Behlül Dana bir gün Harun Reşidden bir vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar ağalığını (denetimini) verdi. Behlül hemen işe koyuldu. ilk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi. Dönüp fırıncı ya sordu: Hayatından memnun musun, geçinebiliyor musun, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı? Adam her soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir şey yoktu. Behlül bir şey demeden ayrıldı ve bir başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan doğru Harun Reşidin huzuruna çıktı ve yeni bir vazife istedi. Harun Reşid, Behlül daha demin vazife verdik sana ne çabuk bıktın? dedi.
Behlül açıkladı:
- Efendimiz çarşı pazarın ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış, vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.
günlerden bir gün, köylerden birinde, adamın birinin eşeği, kuyunun birinedüşmüş. niye düşer, nasıl düşer sormayın. eşek bu! düşmüş işte.
belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı... belki üzerine de toprakdökülmüştü. zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten otları yemekisteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve güm!
hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı kendi dilinde. sesini duyan sahibi gelip baktı ki;vaziyet kötü. zavallı eşeği kuyunun dibinde melül mahzun bakınıyor. üstelik yaralanmış. karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı. ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada kaldı. sonunda karar verildi ki; kurtarmak için çalışmaya değmez. tek çare, kuyuyu toprakla örtmek.
ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine toprak attılar. zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkinerek dibe döktü. ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükseldi ve sonunda yukarıya kadar çıkmış oldu. köylüler ağzı açık bakakaldı.
hayat, bazen bizim de üzerimize abanır. toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur. bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır. kör kuyuda olsak bile.
bir veteriner hekim dostum anlattı. köpeğini geçici olarak dairelerinin terasına yerleştirmek zorunda kalırlar. bir süre sonra komşu, "köpek apartmanın merdiven boşluğuna pisliyor, insanlara saldırıyor", iddiasıyla köpeğin uzaklaştırılması için dava açar.
mahkemeye bir video sunar. videoda köpek gerçekten de terastaki barınağından çaprazdaki daireye doğru çılgınca havlamaktadır. mahkeme köpeğin uzaklaştırılmasına karar verir. bir kamyonun sırtında köye gönderilen köpek, seyir halindeyken, sahiplerine geri dönmek ümidiyle kamyondan yola atlayınca arkadan gelen araç tarafından ezilerek ölür. aile temiz ve uysal yetiştirdikleri köpeğin ölümüne çok üzülür. videoyu yeniden incelerler ve aslında davacı komşunun köpeği kışkırtmak için yan daireden kafasına çakıl taşları attığını, videoyu da oğluna çektirdiğini, hayvanın kafasını acıtan taşlara karşı boşluğa tepki gösterdiğini fark ederler. lakin olan olmuş, dava kaybedilmiştir ve köpeğin hakkını savunabilme imkanı kalmamıştır.
aradan altı ay geçer. köpeği sığınağından iftirayla uzaklaştıran komşu bir gün içkiyi fazla kaçırır ve rahatsızlanır. apartmanda nedense o gün kimse olmadığı için bağırıp çağırmasına kimseden yardım gelemez. en üst kattan alttaki çıkışa kadar kusarak ve altına yaparak sürüne sürüne iner. apartman boşluğunu berbat eder, alt katta kalır ve o pislik içerisinde ölür. cenazesini kaldırdıktan sonra komşuların birkaç günleri apartmanı temizlemekle geçer.
"alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste." sözü yok mu? allah zalimlikten, zulmekmekten ve zulme uğramaktan korusun. hakkını arayamayan dilsiz bir köpeğe iftiranın sonucu bu ise, masum bir insana iftiranın sonucunun nasıl olabileceğini siz düşünün. dr. muhammed bozdağ
adam karısına pek hoş davranmaz, kalbini kırar.
sonra karısından sofrayı kurmasını ister.
kadıncağız hiç sesini çıkarmadan kurar sofrayı ve buyur eder kocasını.
adam sabırsızca sofraya oturur, iştah kabartacak bir zevkle yemeye başlar. yemek tuzsuz olmuştur. birkaç lokma yedikten sonra karısından tuz ister.
karısı; sen yiyedur ben getiririm, der ve içeri gider.
adam ikide bir; tuz nerde kaldı? diye sorar.
kadın her seferinde tamam getiriyorum diye cevap verir .
fakat tuz bir türlü sofraya gelmez.
neyse adam tuzu isteye isteye karnını doyurur.
sonra aklı başına gelir. az önce hatununun kalbini kırdığı için özür diler.
hanım mutfağa gider, ve elinde tuzla geri döner.
adam merak eder ve sorar; bu ne şimdi karnım doyduktan sonra tuzu ben ne yapayım der. karısı da ona; senin kalbimi kırdıktan sonra dilediğin özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir, ihtiyaç kalmaz der.
evet, dikkat etmek lazım! kırmamak lazım. gönül sevmek demektır.
sevipte kıymetini bilmek. i̇nsanlar için güzel dostluklar kurması kadar, dostlarına olan muhabbetini göstermesi de önemlidir.
bunun bir çok yolu var.
bazen bir gülümseme bile muhteşem bir sevgi işaretidir
bir kurdu avcılar fena halde sıkıştırmıştır. kurt ormanda oraya buraya kaçmakta, ancak peşindeki avcıları bir türlü ekememektedir.
canını kurtarmak için deli gibi koşarken bir köylüye rastlar. köylü elinde yabasıyla tarlasına girmektedir.
kurt adamın önüne çöker ve yalvarmaya başlar:
ey insan ne olur yardım et bana, peşimdeki avcılardan kaçacak nefesim kalmadı, eğer sen yardım etmezsen biraz sonra yakalayıp öldürecekler.
köylü bir an düşündükten sonra yanındaki boş çuvalı açar, kurda içine girmesini söyler. çuvalın ağzını bağlar, sırtına vurur ve yürümeye devam eder.
birkaç dakika sonra da avcılara rastlar. avcılar köylüye bu civarda bir kurt görüp görmediğini sorarlar, köylü görmedim der ve avcılar uzaklaşır.
avcıların iyice uzaklaştığından emin olduktan sonra köylü sırtındaki torbayı indirir, ağzını açar, kurdu dışarı salar.
çok teşekkür ederim der kurt, bana büyük bir iyilik yaptın.
önemli değil der köylü ve tarlasına gitmek üzere yürümeye baslar.
bir dakika diye seslenir kurt: çok uzun zamandır bu avcılardan kaçıyorum, çok bitkin düştüm, açım, kuvvetimi toplamam
için bir şeyler yemem lazım ve burada senden başka yiyecek bir şey yok. köylü şaşırır: olur mu, ben senin hayatını kurtardım.
yapılan iyiliklerden, verilen hizmetlerden daha çabuk unutulan bir şey yoktur der kurt.
ben de kendi çıkarım için senin iyiliğini unutmak ve seni yemek zorundayım.
bir süre tartıştıktan sonra, ormanda karşılarına çıkacak olan ilk üç kişiye bu konuyu sormaya ve ona göre davranmaya karar verirler.
karşılarına önce yaşlı bir kısrak çıkar.
ne vefası der kısrak, ben sahibime yıllarca hizmet ettim, arabasını çektim, taylar doğurdum, gezdirdim. ve yaşlanıp bir işe yaramadığımda beni böylece kapıya kovdu
bir sıfır öne geçen kurt sevinirken bir köpeğe rastlarlar.
ben hizmetin değerini bilen bir efendi görmedim der köpek, yıllardır sadakatle hizmet ederim sahibime
koyunlarını korurum, yabancılara saldırırım, ama o beni her gün tekmeler, sopayla vurur
kurt köylüye döner, işte gördün der. köylü de son bir çabayla ama üç diye konuşmuştuk, birine daha soralım, sonra beni ye diye cevap verir.
bu kez karşılarına bir tilki çıkar.
başlarından geçenleri, tartışmalarını anlatırlar. tilki hep nefret ettiği kurda bir oyun oynayacağı için keyiflenir.
her şeyi anladım da der tilki bu küçücük torbaya sen nasıl sığdın? kurt bir şeyler söyler, tilki inanmamış gibi yapar:
gözümle görmeden inanmam işin sonuna geldiğini düşünen kurt torbaya girer girmez, tilki köylüye işaret eder ve köylü torbanın ağzını sıkıca bağlar.
köylü eline bir taş alır ve beni yemeye kalktın ha nankör yaratık diyerek torbanın içindeki kurdu bir süre pataklar.
sonra tilkiye döner sana minnettarım beni bu kurttan kurtardın der. tilki de benim için bir zevkti diye cevap verir.
o an köylünün gözü tilkinin parlak kürküne takılır, bu kürkü satarsa alacağı parayı düşünür ve hiç beklemeden elindeki taşı kafasına vurup tilkiyi öldürür.
sonra da torbanın içindeki kurdu ayağıyla dürter:
haklıymışsın kurt, yapılan iyilikten daha çabuk unutulan bir şey yokmuş
Büyük bir hava meydanının bekleme salonunda, genç bir kadın uçağına binmek üzere bekliyordu.
Uçağın hareketine saatler olduğu için zaman geçirmek için bir kitap ve bir paket küçük kurabiye satın aldı.
Dinlenmek ve kitabını okumak için vıp salonunda bir koltuğa yerleşti.
Kurabiye paketinin durduğu sehpanın yanındaki koltuğa bir adam oturdu; dergisini açıp okumaya başladı.
Genç kadın ilk kurabiyesini aldı. Adam da bir tane aldı. Bayan çok rahatsız hissetti kendisini ve:
Sinir bir şey! Havamda olsaydım bu cüretinden dolayı ona haddini bildirirdim!diye düşündü.Bayan bir kurabiye alıyor, adam da bir tane alıyordu. Çıldıracak gibiydi bayan ama olay çıkarmak istemiyordu.
Nihayet son kurabiye kalınca kadın: Bu küstah adam şimdi ne yapacak? diye düşündü.
Adam son kurabiyeyi aldı; onu ikiye böldü ve bir parçayı kadına verdi
Aaaa! Bu kadarı da fazla! Çok öfkelenmişti şimdi! Kadın sinir içinde kitabını ve diğer şeylerini alıp bir fırtına gibi giriş salonuna oradan da uçağın içine yöneldi.
Uçaktaki koltuğuna oturdu. Gözlüğünü almak için çantasını açtı. Ne görsün? Kurabiye paketi açılmamış olarak orada duruyordu.
Çok utandı. Çok büyük bir yanlış yaptığını anladı. Kurabiyelerinin paketini açmadan çantasına koyduğunu unutmuştu.
Adam kendi kurabiyelerini, hiç sinirlenmeden, yüksünmeden kadınla paylaşmıştı,
Kadın kurabiyelerinin paylaşıldığını düşünerek çok sinirlenmişti. Ve şimdi bu durumu açıklama şansı yoktu. Özür dileme olanağı da kalmamıştı.
çinin guangzhou kentinde bir banka soygunu... soygunculardan biri bankadakilere bağırır: kımıldamayın! para devletindir, ama hayatınız sizindir.
herkes sessizce yatar bunun adı zihin değiştirme kavramıdır.
alışılmış düşünce tarzını değiştirmek
bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. ama bacaklar ortada... soyguncu bağırır: edebini takın. bu bir soygun, ırza geçme değil!
bunun adı profesyonelliktir. işin neyse onun üzerinde yoğunlaş!
soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. daha genç olanı (mba derecelidir) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): abi, hadi şu paraları sayalım, der. daha yaşlı olanı der ki: çok aptalsın be! bu kadar para oturup sayılır mı? bu akşam zaten tv haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.
buna deneyim derler! günümüzde deneyim kâğıt diplomalardan çok daha önemlidir.
soyguncular bankadan kaçtıktan sonra şube müdürü, şube şefine hemen polisi aramasını söylemiş. şef demiş ki: durun hele müdürüm. alacaklarını aldılar. biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?
buna dalgayı yakalamak derler. berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu!
müdür der ki: yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. ne eğlenirdik!
buna sıkıntılardan kurtulmak derler. kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir.
akşam tv haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış!
çaldıkları paranın çok daha az olduğu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı tekrar tekrar saymışlar. bakmışlar hepi topu 20 milyon! çok kızmışlar bu işe:
biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. banka müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş!
bu bilgi altından daha değerlidir demektir
banka müdürü çok mutludur. özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için...
buna fırsatları kullanmak derler. kazanmak için risk almak gerekir.
80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen
45 yaşında ve saygın bir işi olan-oğlu salonda oturuyorlardı.
hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
o anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir
serçe kondu.
yaşlı baba serçeye gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
- bu ne oğlum?
oğlu şaşkın, cevapladı:
- o bir serçe baba.
yaşlı baba serçeye biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
- bu ne oğlum?
oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
- baba, o bir serçe.
serçe hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu.
yaşlı baba üçüncü defa sordu:
- bu ne?
oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
- o bir serçe baba, üç oldu soruyorsun. beni işitmiyor musun?!
yaşlı baba dördüncü defa da sorunca
oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
- baba bunu neden yapıyorsun?
tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum vesen hâlâ sormaya devam ediyorsun. sabrımı mı deniyorsun?!
babası yüzünde hâlâ bir gülümseme yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. bu bir hâtıra defteriydi. oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:
"bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanı başımızda ki pencerenin pervazına bir serçe kondu.
oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir serçe olduğunu söyledim.
rahatsız olmak mı? hayır!
onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu..."
anne yâda baba olmadan kimse sabırlı bir insanım demesin
tüm eşekler köy meydanında toplandılar, tepindiler oynamaya başladılar. yaşlı, hasta bir eşek duvar dibinde düşünüyordu. ona geldiler:
- haberin yok herhalde, semercimiz öldü, dediler.
- ne olmuş öldüyse?
- artık sırtımız yara bere olmayacak, özgür olacağız.
- nasıl bir özgürlükmüş bu!?
- semerci olmayınca artık sırtımıza semer yapılmayacak, kırda bayırda istediğimiz gibi dolaşacağız.
yaşlı eşek gülmüş:
- şaşarım aklınıza, demiş. bugün sevinçle tepineceğinize, aslında yas tutmalısınız.
bekir usta, iyi kötü sırtımızın ölçüsünü biliyor, bizi rahatsız etmeyecek semerler yapmaya çalışıyordu.
yarın bir acemi semerci getirirler, sırtınız yaradan kurtulmaz.
i̇yisi mi siz semerciden değil, eşeklikten kurtulmanın yolunu arayın. eşek kaldıkça, sırtınıza bir semer yapan bulunur
ders almak / üç hikâye - üç ders - bir söz
1.hikâye / kavak ağacı ile kabak
ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: -sen kaç ayda bu hale geldin ağaç? -on yılda, demiş kavak. -on yılda mı? diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. -ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! -doğru, demiş kavak. günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. sormuş endişeyle kavağa: -neler oluyor bana ağaç? -ölüyorsun, demiş kavak. -niçin? -benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
1.ders: çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. kolay kazanılan, kolay kaybedilir. her işte alın teri ve emek şarttır. 2. hikâye / en iyi buğday
her yıl yapılan 'en iyi buğday' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. çiftçiye bu işin sırrı soruldu. çiftçi: -benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi. -elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda, -neden olmasın, dedi çiftçi. -bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.
2. ders: sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. sonra yayılarak devam eder. kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.
3. hikâye / geleceğini biliyordum savaşın en kanlı günlerinden biriydi. asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. insanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti, -delirdin mi sen? gitmeye değer mi? baksana delik deşik olmuş. büyük bir ihtimalle ölmüştür. artık onun için yapabileceğin bir şey yok. boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.
fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. i̇nanılması güç bir mucize gerçekleşti, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. birlikte siperin içine yuvarlandılar. fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. siperdeki diğer arkadaşı; -sana değmez demiştim. hayatını boşu boşuna tehlikeye attın. -değdi, dedi, gözleri dolarak, -değdi -nasıl değdi? bu adam ölmüş görmüyor musun? -yine de değdi. çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim içim. ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı: -geleceğini biliyordum geleceğini biliyordum
3. ders: güven vermek önemlidir. güven duymak önemlidir. duyulan güveni boşa çıkarmamak daha da önemlidir. 'her sabah afrika'da bir ceylan uyanır. en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir. her sabah afrika'da bir aslan uyanır. en hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır. aslan veya ceylan olmanız fark etmez. güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.' (afrika atasözü ) çok çalışmak, emek harcamak, güven vermek, sevmek ve paylaşmak hayatın anlamlı olmasını sağlar. her sabah uyandığımızda bir de böyle bakalım dünyaya. unutmayın hayat uzun bir öyküye benzer. ancak öykünün iyi olması önemli
çok iyi bir uzakdoğu savaşçısıydı, öyleki artık kimse onu yenemiyordu. ünü neredeyse tüm dünyaya yayılmış, herkesin takdirini alıyordu. katıldığı bütün müsabakalardan zaferle ayrılıyor ve her bir zaferin nişanını muhakkak üniforması üzerinde taşıyordu. ve bir gün yine bir müsabakada yarışırken kendini çok ama çok ağır hissetmeye başladı. halbuki karşısındaki rahatlıkla yenebileceği, genç, kendisi kadar fazla tecrübesi olmayan biri idi ama neredeyse ona yenilmek üzereydi. üzerinde hissettiği ağırlık onu gitgide daha da yavaşlatmış adeta hareket edemez hale gelmişti. ve bir süre sonra rakibin tek hamlesi ile kendini yerde buldu, kalkmaya çalıştı ama beceremedi ve işte o an sorunun ne olduğunu anladı. forması üzerinde taşıdığı yüzlerce nişanın ağırlığı onu adeta yenilme noktasına getirmişti. mola hakkını istedi ve yavaşça doğrulup yerine gidip, oturdu. derin bir nefes aldı ve daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapmaya başladı; ona yenilmez ünvanını kazandıran, yıllardır gururla giydiği, üzeri nişanlarla dolu üniformasını çıkardı ve sade bir üniforma giyip, dudaklarından şu sözler dökülerek mücadelesine geri döndü. "kazandığım zaferler bana güven, şan verebilir ama asla yük vermemelidir. kazandığım gibi, bırakacağım zamanı da bilmem gerekir..."
ne kadar çok nişanlar taşıyoruz üstümüzde, ne kadar çok ağırlıklar, hiç düşündünüz mü? en ağır olanları da ego nun övünerek yakamıza taktığı nişanlar! hani şu konuşmaya başlarken "ben" diye başladığımız ayaklarımızı yerden kesen hikayeler... peki hiç düşündünüz mü; bizi kahraman yapan o hikayelerin gerçekten sadece tek kahramanı biz miyiz? o nişanı hak eden, hikayenin içinde varolan başkaları, başka olaylar yok mu hiç?
genç bir çift bir geceye katılmışlar adamın üzerinde siyah bir gömlek varmış. yemekte yanlarına bir teyze gelmiş demiş ki gömleğiniz ne kadar parlak yeni mi? adam da çıkarmış masaya perwoll vurmuş. hayır hep perwoll ile yıkandı.
mesaj: mesaj filan yok. perwoll bana bunu yazmam için para ödüyor.
genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar.
- sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş
kadın kocasına
- bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor. demiş.
kocası ona bakmış, hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış, bak demiş kocasına
- çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?
ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim diye cevap vermiş kocası.
hayatta böyle değil midir ?
başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır.
birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce kalp(pencere) durumumuza bakmak ve iyi olanı görmeye hazır olup olmadığımızı fark etmek güzel bir fikir olabilir !...
aracının direksiyonuna geçip kiliseye gitmek üzere yola koyulan rahip yolda yürümekte olan bir rahibeye rastlar. aracını durdurur ve kiliseye kadar onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. kadın arabaya biner ve bacak bacak üstüne attığında bacaklarının güzelliği ortaya çıkar. rahibin gözü kayar ve bakayım derken kısa bir süre için aracın kontrolünü kaybeder. aracı tekrar kontrol altına aldıktan sonra sağ elini rahibenin
bacağı üstüne koyar. rahibe ona bakar ve şöyle der :
"rahip, 129. ayeti hatırlıyor musunuz ?"
utançtan kıpkırmızı olan rahip derhal elini çekerek rahibeye özürlerini sıralar.
bir müddet sonra aklı tekrar karışır ve rahibenin bacağına tekrar dokunur vites değiştirme bahanesiyle ve rahibe aynı soru ile karşılık verir : "rahip, 129. ayeti hatırlıyor musunuz ?"
utancından yine kızaran rahip elini çeker ve "af edersin kardeşim, insanoğlu zayıf düşebiliyor" der.
kiliseye vardıklarında rahibe arabadan iner ve tek kelime söylemeksizin, ancak çok manalı bir bakış fırlatarak kaybolur. rahip aceleyle içeriye koşturur ve bir incil alarak
129. ayeti açar okumak için 129. ayet şöyle demektedir : ileriye gidiniz, daha yukarlarda arayınız. orada güzellikler bulacaksınız.
hikayeden çıkartılacak ders :
görev alanınızla ilgili her zaman bilgili olun, aksi taktirde fırsatları kaçırabilirsiniz.
ev arkadaşı olduğum bir çocuk vardı 8 yıl önce. ismi de taylan' dı.
bir sabah sınava geç kalıyordu bu adam. uyandırayım dedim. bir iki defa "taylan" diye seslendim. uyanmayınca biraz sarstım.
" siktir git lan" diyip okkalı bir tokat yapıştırdı suratıma. tabii uyku modunda olduğundan. yoksa sıkıysa yapsın. neyse gereksiz uzattım.
demek ki neymiş, taylan' a çatmayacakmışız. sınava geç kalsın göt.
göt taylan.
"denizli'de araştırma yapmak için kamp kuran bir grup üniversite öğrencisi,kamp yakınına tüneyen bir denizli horozunun sabahın erken saatlerinde yüksek sesle ötmesinden çok rahatsız olmuşlar...
sabahın köründe ortaya çıkan horoz, önce dikleniyor, sonra dakikalarca ötüyormuş. tabii ekipte ne uyku ne de huzur bırakmıyormuş.sonunda sabırlar tükenmiş.susturmak için başlamışlar horozu kovalamaya... horoz önde.. gençler peşinde...
mahalle arasına dalmışlar... kovalamacayı gören, fakat bir anlam veremeyen yaşlı dede, seslenmiş:
- hey, evlatlar!.. bu zavallı horozu niye ürkütüyorsunuz?..
- dede, sabahın köründe ötmeye başlıyor, kampı ayağa kaldırıyor. o yüzden başını keseceğiz!..
- yazıktır evladım yapmayın!.. demiş ihtiyar, bırakın, ben onun sesini keserim, bir daha da rahatsız etmez sizi...
gençler bunun üzerine kovalamayı bırakmışlar. ertesi sabah, hafif 'gak - guk' sesleri dışında horozdan kayda değer hiçbir ses çıkmadığını görünce de şaşırıp dedeye koşmuşlar:
- yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?..
ihtiyar gülmüş:
- kıçına zeytinyağı sürdüm. horoz kabararak ötmeye yeltendiğinde, gerisi tutmuyor ki kuvvet alsın... ancak 'gak - guk' edebiliyor...
kıssadan hisse:
arkan sağlamsa, istediğin kadar kabarır, diklenir, sözünü dinletirsin.
arkan bir gevşemeye görsün, ancak "gak-guk" edersin...
hikâye çin düşünürü lao tzu'nun zamanında geçer... köyde fakir ve yaşlı bir adam yaşarmış. bu adamın dillere destan beyaz atı varmış. kral, atı almak için yaşlı adama onlarca altın teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. bir sabah bakmış ki, at yok. köylüler ihtiyarın başına toplanmışlar, "gördün mü, atı satmadın. oysa o parayla ömrünün sonuna kadar krallar gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. i̇htiyar cevap vermiş:
-"karara varmak için acele etmeyin. atın kaybolması, talihsizlik mi, yoksa şans mı, henüz bilmiyoruz." köylüler kahkahayla gülmüş. ama aradan 15 gün geçmeden at ansızın bir gece dönmüş. meğer kendi kendine dağlara kaçmış. dönerken de, vadideki 12 vahşi atı beraberinde getirmiş.
köylüler adamdan özür dilemişler:
-"sen haklıydın"...
- karar vermek için gene acele ediyorsunuz. sadece atın geri döndüğünü söyleyin. bilinen gerçek sadece bu. ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. birinci cümlenin, birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir üretebiliriz?
bir hafta geçmeden atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu, attan düşüp ayağını kırmış. köylüler,
-"bir defa daha haklı çıktın. oğlun bacağını kırdı, sana bakacak başkası da yok. şimdi eskisinden daha fakir ve zavallı kalacaksın" demişler.
- karar vermek için o kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı, ondan ötesini biz bilemeyiz. sizin sözleriniz ne kadar doğru? hayat böyle küçük parçalar halinde gelir, sonrasını tahmin etmek zordur.
birkaç hafta sonra büyük bir savaş patlak vermiş. kral, eli silâh tutan bütün gençleri askere çağırmış. köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu haricinde herkesi toplayıp götürmüş. köylüler bir kere daha yaşlı adama hak vermişler:
-"oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. meğer, oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış."
- ne olacağını kimseler bilemez. bilinen tek gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. ama bakalım kader ne gösterecek? bunu sadece allah biliyor.
lao tzu, bu hikâyeyi anlatarak, öyküyü şöyle bir nasihatle tamamlamış:
-acele karar vermeyin. hayatın küçük bir parçasına bakıp, tamamı hakkında hükme varmayın. karar, aklın durması halidir. karar verdiniz mi, akıl, düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. buna rağmen akıl, insanı daima karar vermeye zorlar. çünkü gelişme halinde olmak, hepimizi huzursuz eder. oysa gezi, asla sona ermez. bir yol biterken, yenisi başlar; bir kapı kapanırken, bir başkası açılır. bir hedefe ulaşırsınız, daha yüksek bir hedefin oracıkta olduğunu hemen görürsünüz."
(nevzat kurtuluş'un "hayata dair" kitabından)