hikayeler ve çıkarılan dersler

entry37 galeri1
    1.
  1. Bir kuş soğuk bir kış gününde yiyecek bulabilmek için kanat çırpıp duruyormuş. Hava o kadar ayazmış ki minik kuş dayanamayıp karın üstüne düşmüş. Kuş çaresiz, soğuk karın üstünde ölümü beklerken ordan
    geçen bir inek kuşun üstüne sıçmış. Kuş öyle bi sinirlenmiş ki, kanatları
    donmamış olsa, kalkıp ineği dövecek... bi de bakmış ki bokun sıcaklığı ile
    kanatları çözülmüş, yaşama geri dönmüş. Öyle bi sevinçle ötüyomuş ki, ordan
    geçen bi kedi de bunun sesini duymuş ve boku eşeleyip kuşu çıkarmış. Kuş
    buna çok sevinmiş, tam kediye teşekkür edecekmiş ki, kedi onu yemiş..

    1- Her üstüne sıçanı düşman sanma

    2- Seni her boktan çıkaranı dostun sanma

    3- En önemlisi: BOKUN iÇiNDE MUTLUYSAN SESiNi ÇIKARMA...
    10 ...
  2. 2.
  3. yazaraların okuyup etkilendiği, bir şekilde hafızalarında yer edinmiş hikayelerdir.
    küçük bir çoçuk salona gelir ve annesinin koyduğu içi şekerle dolu kübü görür.
    elini daldırır ve bir avuç şeker almak ister. ancak eli sıkışmıştır heyecanla annesini çağırır,
    -anneeee elim sıkıştı!!
    annesi gelir ve elini nasıl çıkarması gerektiğini anlatır, bunun üzerine çoçuğun cevabı
    -ama öyle yaparsam şekerler tekrar kübün içine düşer.

    ders: açgözlü olmanın bir anlamı yok. herşeye bir anda sahip olamazsın bazen tek tek alman gerekir.
    2 ...
  4. 3.
  5. 4.
  6. yetişmis bir kizi olan bir dulla evlendim. Babam uvey kizimla evlendi. Bu sekilde babam benim DAMADIM oldu, uvey kizim da babamin karisi olmasi dolayisiyla ANNEM oldu. Benim karim bir oglan cocuk dogurdu. Bu cocuk tabiatiyla BABAMIN KAYINBIRADERI ve benim uvey annemin BIRADERI olmasi nedeniyle de benim DAYIM oldu. Babamin karisi da bir oglan cocuk dogurdu. Tabii dogan cocuk benim KARDESIM oldu fakat ayni zamanda kizimin oglu olmasi dolayisiyla da TORUNUM oldu. Boylece, karimda annemin annesi olmasi dolayisiyla benim BUYUKANNEM oldu. Kocasi ve ayni zamanda onun torunu oldugumdan, bir kimsenin buyuk annesinin kocasi da buyuk babasi olacagindan dolayi, KENDI KENDIMIN BUYUK BABASI oldum. Mark Twain...
    4 ...
  7. 5.
  8. forumlarda çok görülen hikayeler ve çıkarılan dersleri.

    altta yorum olarak genelde şu vardır;

    (bkz: allah razı olsun kardeş ibretlik bir paylaşım)
    0 ...
  9. 6.
  10. lady gaga freddie mercury'i görmüş,
    "slm, pls, asl, nbr?", ben senin söylediğin radio ga ganın beautiful, dirty, rich versiyonuyum, daha 1 albüm, azcık single çıkardım ama sizden daha ünlüyüm demiş. freddie mercury de ona another one bites the dust, show must go on demiş.

    çıkan ders: Don't Stop Me Now
    0 ...
  11. 7.
  12. kocamustafapaşa da bir evdeyim. istanbulun alışıldık, eski, dökük, eşyaları birbirinden uyumsuz az rutubet kokulu bir bekar evinde misafirim. normalde bu evde misafir olmam ben çünkü kendi evime en yakın arkadaş evi bu mekandır. bende anahtarı vardır. evde kahve kalmaz gelir alır giderim. bilmukabil, benim evden de gecenin üçlerinde ne çukulatalar kaçar bu eve.
    ben lazım oldu diye mavi fularımı geri almaya girdim eve. yerini de telefonla sorup öğrendim. kapıyı açmamla içerdeki adam irkildi. ben irkilmeyi geçin bir kalemde çığlığı bastım. evsahibinin babası yok ve bu adam sevgili olmak için fazlasıyla olgun. o halde iyiniyetli bir seçenek kalmadı geriye sandım.
    şık bir takım elbise adamın üzerinde. alışılmış baba figüründen bağımsız, dümdüz bir karın. elli küsür yıllık saçlarını jölelemiş, bütün salon traş kolonyası kokuyor.
    neyse atlattım ben paniği. ziyadesi ile kibar bir beyfendi. aile dostları imiş. telefonla teyit aldırdı bana güvenebilmem için.arkadaşımı aradım. -gelmiş mi?- dedi.-iyi bir insan, ileride sık sık karşılaşırsın umarım- dedi. gülüyor da şırfıntı içten içe. anlamadım ama adam güvenilir duruyor.
    beyefendi (bizim kız adamın adını da söylemedi bana kim olduğunu da) - çok korktunuz siz, bir kahve ikram edeyim acaleniz yoksa
    -ne acelem olacak beyfendi, acelem olsa mavi fularları kafaya takıp terliklerle yollara düşer miyim? kahve ise en zayıf olduğum nokta.
    ben diyorum ki adama; siz tam olarak nesi oluyorsunuz? o bir anda tüm mantığını mutfakta bırakmış gibi yerdeki kenarları püsküllü turuncu mindere bakıyor.

    başlıyor, başlıyoruz:

    yıllardan 1975. ben o zamanlar harp okulundayım. cerrahpaşa' da da bir güzel restoran var samatyaya inen yokuşta. aslında yasaktır bize alkollü ortamlar ama, hergün denize bakıp da bir rakıya dilini değirememek zor iş. kaçıp ayarladık birşeyler arkadaşlarla..
    kırmızı kadife sandalyeleri var lokantanın. lokanta diyorum ama şimdiki tabiri ile restaurant.
    mezeleri taze, etleri taa erzurumdan geliyor. iyi biliyorum çünkü yıllarca her hafta gittim sonraları. neyse, dün gibi aklımda tam su servisi yapıyordum rızanın bardağına, bir sarılık gördüm lokantanın sütunları arkasında. kafamı iyice eğdim ki bu nedir göreyim. dedim ki- bana deseler, hayalindeki kızı resmet, böyle güzel çizemezdim.- öyle bir duruluk, hiç boyasız dudakları, hem şuh hem hanımefendi kahkahaları, zaten ses de çizilemez ve anlatılamaz değil mi ya? bir saçları vardı, dedim ya ilk gördüğümde ışıklı birşeyler sandım.
    üç kadehi yarım saatte hiçbirşey duymadan konuşmadan tatmadan içtim. masadaki vazodan tek gülü aldım, yanına vardım. saçmaladım sanki, ne dedim hatırlamıyorum. sadece -zahmet etmişsiniz, müesseseden birşey demesinler- dediğini hatırlıyorum. bunu söylerkenki gülüşünü çizebilmek için resim kurslarına gittim sonraları. ama olmadı.
    o bana güldü ya, ben hergün samatya yollarını arşınladım. tam 42 gün sonra, başında kara bir yemeni, gözleri ağlamaktan şişmişken gördüm onu. bir ev kadarlık mahalle camisinde gördüm.
    kalakaldım cami kapısında, en sona o kaldı. kollarında iki kadın, ayakta duramıyor. ama tanıdı sanki beni. kapıdan çıkarken yüzüme baktı -çok gülen gerçekten çok ağlıyormuş- dedi.
    doğumgününde ilk kez gördüğüm kadınımı, bir de ailesinin cenazesinde gördüm. sonra soruşturdum cenaze sahibini, öğrendim. teyzesinin yanında kalmaya başlamış. iki ay daha bekledim, sonra bir salı günü izin aldım, teyzesinin evinin orada beklemeye başladım. salıları pazar kurulurdu. bir umudum pazara gider diye..
    hakikaten çıktı evden. ben gizli gizli takip ettim. hiç unutmam portakal seçiyordu. pardesüsünün cebine 10 sayfalık mektubumu bıraktım.
    gene de haftada iki gün gittim samatyaya görürüm umuduyla. hiç beklemediğim birgün geldi yanıtı.
    sonra 3 ay hayatımın en güzel dönemini yaşadım. hep film karesi gibiydi buluştuğumuz zamanlar. her çay bahçesine geri dönerdim onu eve bıraktıktan sonra. tüm konuştuklarımızı hatırlatırdım kendime.
    biraz durgundu. baba ocağı gibi olmuyor diyordu. hernekadar teyze, anne yarısı olsa da..
    istetecektim ki tayinim çıktı. taa batmana. onu götüremezdim. tam bir istanbul hanımefendisiydi. ben zaten aldırırım tayinimi diyordum.
    ağlaşa ağlaşa vedalaştık. tam da kartpostallardaki gibi vedalaştık garda. saçından tutam aldım, o zamanlar adet öyleydi. kendi göğsünde üç gün gezdirdiği bir mendil verdi.
    dayanamadım batmanda. zaten denizi olmayan memleket denize alışanı daraltır. kahverengiden başka birşey kalmamış aklımda. hiçbirşey umurumda değildi. istifamı verdim. babadan kalan parayla dükkan açarım dedim. sevdiğim yanımda olur. kabul ettirene kadar istifamı, bir yığın işler geldi başıma. ankarada askeri mahkemeye çıktım. ama sonunda kurtardım yakamı.
    ankaradan mevlana şekeri aldım. batmandan gümüş bilezikler, ipek şallar aldım. istanbula kadar hiç uyumadan geldim.
    teyzesinin kapısını çaldım. durumu izah ettim. hayırlı bir iş için de ziyaret edeceğim inşallah dedim. kadın boynunu büktü. -size yazdı ama haber alamayınca biz ısrar ettik, nazdır sandık, yalan söylüyor sandık, nişanladık. dedi.
    hayatımda ilk kez bir kadına kin duydum. kapısında ağladım yine de yalvardım. o adamla oturacağı evi temizliyormuş. adresini istedim. vermedi. ben çağırtayım dedi.
    elimde hediye paketlerim, yoluk yoluk olmuş çicekler merdiven basamağında üç saat bekledim.
    geldi, gözleri kan çanağı gibiydi. -neden yazmadın? - dedi. imdat demiş son mektubunda, canımdan can kopuyor demiş.
    -gelmedi ki mektup, dedim. ordudan ilişiğimi kestiğime dair yazı vardı elimde onu bıraktım avucuna. -daha nikah yok ki- dedim. -alayım gideyim seni-
    kurana el bastırmışlar, kayınvalidesi salmamış geri gelmez diye, oğlum öldürür kendini demiş. ağlamış, yalvarmış gitme diye. sonra da kurana el bastırmış.
    evlendi.. ben öldüm. ne işlerde çalıştım o zamanlar, hiç anlamadım, süründüm oradan oraya. illaki istanbula döndüm her seferinde anlamsız insanlarla dost oldum belki bir haberini alırım diye..
    adam sustu. ben mutfaktan peçete getirdim. kendimi yokladım mutfakta. ilaç almadım, uyuşturucu ile alakam yok. sarhoş değilim. kim bu adam? neden dinliyorum, neden ağlıyorum onunla beraber? başıma neler geliyor benim?

    peçetesini uzattım.

    sustuk. on beş saat süren beş dakikalık bir sessizlik oldu..
    ben dayanamadım;

    -sonra bir daha gördün mü abi o kızı?- dedim. bir saattir o anlatmıştı ben dinlemiştim. hem konuşmamaktan hem de boğazıma oturan birşeylerden sesim acınacak halde çıktı. hem de abi dedim babam yaşındaki adama. o kadar cocukça, o kadar saf ve derindi ki acısı, oğlum desem yeriydi.
    -gördüm dedi. pendik' te oturuyormuş. haberini aldım sonra. pendik arşınladım aylarca. gittim camcı dükkanı açtım oralarda. onu da batırdım sokaklarda sürtmekten. sonra buldum onu. evini gördüm uzaktan. saklambaç oynadım kendi kendime oralarda. bebeği vardı ilk gördüğümde. benim gibiydi sanki çocuk. aynı güzelim sarıdan saçlar. hep uzaktan seyrettim. koluna girerdi kocasının, ciğerimden boğazıma kadar ateş basardı. daha otuzlarımdaydım ama bembeyazdı saçlarım o elini bir adam kolunda görmekten. gülerken görünce hem sevinirdim mutlu olduğuna hem de nefret ederdim herşeyinden, benim mutsuzluğumla karşılaştırınca.
    zaten imanı bıraktım bir kenara, kurana el bastığı içindi tüm bu acılarım. her akşam içerdim. hiçbir içki onu gördüğümdeki kadar yakamazdı midemi, genzimi.
    tek tesellim, kocası iyi bir adammış. hani şakadan, eğlenceden anlamazmış ama bir dediğini de iki etmezmiş. tüccarmış, hali vakti yerindeymiş. köşe minderi gibi adam derlerdi. ne hayır demeyi bilir, ne sesini yükseltir.
    bir gün sahile gidiyorlardı yine, cocuk o zamanlar yürüyordu. üç yaşında falan. önlerinden koşuyor. o da kocasıyla o kabusum olan eli kolunda haliyle arkadan geliyor. düştü yavrum. ama nasıl düşmek. etimden et koptu sanki.
    tutamadım kendimi fırladım. o da fırladı, kocası rahmetli, ağır adamdı herhalde, arkada kaldı. çocuğu kaldırırken yerden, eli elime değdi. -sağolun beyfendi- dedi, sonra kafasını kaldırdı.

    sen hiç yüzü değişmeden ağlayan insan gördün mü? ben gördüm. öylece olanca güzelliği ile resim gibi duruyordu yüzü, ne kaşı oynadı ne gözü, sicim sicim ağladı.

    ben sadece;- benim kızım olabilirdi, olsaydı- diyebildim..

    taşıdım evi barkı sonra.. dayanamadım. kocası vefat etmiş. çook sonraları duydum. keşke kalsaymışım, kaçmasaymışım.
    ağlıyorum ben de. mavi fular diye çıktım evden.şimdi hüngür hüngür ağlıyorum. tanımıyorum adamı. nedir derdi? kafası mı güzel bilmiyorum. aşıkla aşık olmuşum, sarsıla sarsıla ağlıyorum. peçetenin de sonuncusunu ona vermişim.
    hıçkırığım bitmiyor ki nefes alıp soramıyorum; -peki siz kimsiniz? diyemiyorum.
    20 yaşındayım o zaman, zehir gibi kafam ama ağzımdan sadece mahallenin sokakta çekirdek çitleyen, cama minder koyup karşı komşuyla dedikodu yapan teyzeleri gibi yayvan bir -eeeee?- kopuyor dilimden.

    -e' si, - diyor adam,
    buldum izini. yemeğe götüreceğim akşama. yüzük de aldım, bak bakalım beğenecek mi?
    ben yüzüğe bakıyorum, çok güzel, dünyanın en güzel yüzüğü. kutusunda - naim kuyumculuk/batman- yazıyor.
    o eve bakıyor, gülümsüyor. bir minder daha koyuyor sırtına;

    -hala kızımmış gibi-, diyor. -kızımın evi gibi rahatım.

    arkadaşımın annesi, rana sultan evleniyor.

    çıkarılan ders: aşkın amk....
    1 ...
  13. 8.
  14. bir gün bir bursaspor varmış. bir sezon boyunca büyük diye tabir edilen takımları eze eze lider olmuş. daha sonra son maçta adı fenerbahçe olan bir klüple başabaş giden bir yarışta trabzonlu onur adında bir cengaver fenerbahçe'nin tüm ataklarını engellemiş. ama fenerbahçe kendi dünyasında şampiyonluğu kafaya koyup inanmış. dakikalar geçerken garipten bir ses gelmiş "2 - 2". bir taraf dakikalarla egosunu tatmin ederken diğer taraf kupayı kaldırıp tabuları yıkmış. bursaspor gitsin şampiyonlar ligine biz çıkalım kerevetine.
    1 ...
  15. 9.
  16. 10.
  17. referandum ,

    % 58 vs % 42

    aziz nesin : türk milleti'nin yüzde 60'ı aptaldır.
    3 ...
  18. 11.
  19. Atademirer bir gösterisinde anlatıyordu.

    Bir kurbağa prens olmayı bekler ve bir gün bi prenses önunden geçerken;
    kurbağa:
    - abe ne olur be öpde prens olayım. Der.
    Prenses:
    -züktür git lan! fışttt. Üstüne basar ve öldürür.

    Bu olaydan çıkarıcamız sonuç ise şudur ki:

    - HER KUŞUN ETi YENMEZ ! -
    0 ...
  20. 12.
  21. hani şu oğluna sürekli 'sen adam olamazsın oğul' diyen adamın hikayesi var. baştan anlatmaya gerek yok hikayeyi, hemen hemen herkesin anne babası bi'kez olsun anlatmıştır, herkes bilir.
    çıkarılan sonuç; evladını büyütürken negatif değil, pozitif yükleme yapacaksın. bir çocuğa günde on kere adam olamazsın sen denirse, o çocuğun gtünü siksen adam olmaz artık o çocuk.
    3 ...
  22. 13.
  23. 14.
  24. çok kısa bir hikaye:

    staj defterini son 3 güne bırakan soyleyin bizde gulelim tutuştu.

    çıkarılan ders : bir dahaki staj böyle yaparsam beni sevsinler.
    0 ...
  25. 15.
  26. hikâye çin düşünürü lao tzu'nun zamanında geçer... köyde fakir ve yaşlı bir adam yaşarmış. bu adamın dillere destan beyaz atı varmış. kral, atı almak için yaşlı adama onlarca altın teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. bir sabah bakmış ki, at yok. köylüler ihtiyarın başına toplanmışlar, "gördün mü, atı satmadın. oysa o parayla ömrünün sonuna kadar krallar gibi yaşardın. şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. i̇htiyar cevap vermiş:
    -"karara varmak için acele etmeyin. atın kaybolması, talihsizlik mi, yoksa şans mı, henüz bilmiyoruz." köylüler kahkahayla gülmüş. ama aradan 15 gün geçmeden at ansızın bir gece dönmüş. meğer kendi kendine dağlara kaçmış. dönerken de, vadideki 12 vahşi atı beraberinde getirmiş.
    köylüler adamdan özür dilemişler:
    -"sen haklıydın"...
    - karar vermek için gene acele ediyorsunuz. sadece atın geri döndüğünü söyleyin. bilinen gerçek sadece bu. ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. birinci cümlenin, birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir üretebiliriz?
    bir hafta geçmeden atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu, attan düşüp ayağını kırmış. köylüler,
    -"bir defa daha haklı çıktın. oğlun bacağını kırdı, sana bakacak başkası da yok. şimdi eskisinden daha fakir ve zavallı kalacaksın" demişler.
    - karar vermek için o kadar acele etmeyin. oğlum bacağını kırdı, ondan ötesini biz bilemeyiz. sizin sözleriniz ne kadar doğru? hayat böyle küçük parçalar halinde gelir, sonrasını tahmin etmek zordur.
    birkaç hafta sonra büyük bir savaş patlak vermiş. kral, eli silâh tutan bütün gençleri askere çağırmış. köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu haricinde herkesi toplayıp götürmüş. köylüler bir kere daha yaşlı adama hak vermişler:
    -"oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. meğer, oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, şansmış."
    - ne olacağını kimseler bilemez. bilinen tek gerçek var, benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. ama bakalım kader ne gösterecek? bunu sadece allah biliyor.
    lao tzu, bu hikâyeyi anlatarak, öyküyü şöyle bir nasihatle tamamlamış:
    -acele karar vermeyin. hayatın küçük bir parçasına bakıp, tamamı hakkında hükme varmayın. karar, aklın durması halidir. karar verdiniz mi, akıl, düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. buna rağmen akıl, insanı daima karar vermeye zorlar. çünkü gelişme halinde olmak, hepimizi huzursuz eder. oysa gezi, asla sona ermez. bir yol biterken, yenisi başlar; bir kapı kapanırken, bir başkası açılır. bir hedefe ulaşırsınız, daha yüksek bir hedefin oracıkta olduğunu hemen görürsünüz."
    (nevzat kurtuluş'un "hayata dair" kitabından)
    4 ...
  27. 16.
  28. "denizli'de araştırma yapmak için kamp kuran bir grup üniversite öğrencisi,kamp yakınına tüneyen bir denizli horozunun sabahın erken saatlerinde yüksek sesle ötmesinden çok rahatsız olmuşlar...
    sabahın köründe ortaya çıkan horoz, önce dikleniyor, sonra dakikalarca ötüyormuş. tabii ekipte ne uyku ne de huzur bırakmıyormuş.sonunda sabırlar tükenmiş.susturmak için başlamışlar horozu kovalamaya... horoz önde.. gençler peşinde...
    mahalle arasına dalmışlar... kovalamacayı gören, fakat bir anlam veremeyen yaşlı dede, seslenmiş:
    - hey, evlatlar!.. bu zavallı horozu niye ürkütüyorsunuz?..
    - dede, sabahın köründe ötmeye başlıyor, kampı ayağa kaldırıyor. o yüzden başını keseceğiz!..
    - yazıktır evladım yapmayın!.. demiş ihtiyar, bırakın, ben onun sesini keserim, bir daha da rahatsız etmez sizi...
    gençler bunun üzerine kovalamayı bırakmışlar. ertesi sabah, hafif 'gak - guk' sesleri dışında horozdan kayda değer hiçbir ses çıkmadığını görünce de şaşırıp dedeye koşmuşlar:
    - yahu dede, ne yaptın da bu horozun sesini kestin?..
    ihtiyar gülmüş:
    - kıçına zeytinyağı sürdüm. horoz kabararak ötmeye yeltendiğinde, gerisi tutmuyor ki kuvvet alsın... ancak 'gak - guk' edebiliyor...

    kıssadan hisse:
    arkan sağlamsa, istediğin kadar kabarır, diklenir, sözünü dinletirsin.
    arkan bir gevşemeye görsün, ancak "gak-guk" edersin...
    3 ...
  29. 17.
  30. ev arkadaşı olduğum bir çocuk vardı 8 yıl önce. ismi de taylan' dı.
    bir sabah sınava geç kalıyordu bu adam. uyandırayım dedim. bir iki defa "taylan" diye seslendim. uyanmayınca biraz sarstım.
    " siktir git lan" diyip okkalı bir tokat yapıştırdı suratıma. tabii uyku modunda olduğundan. yoksa sıkıysa yapsın. neyse gereksiz uzattım.
    demek ki neymiş, taylan' a çatmayacakmışız. sınava geç kalsın göt.
    göt taylan.
    4 ...
  31. 18.
  32. 19.
  33. aracının direksiyonuna geçip kiliseye gitmek üzere yola koyulan rahip yolda yürümekte olan bir rahibeye rastlar. aracını durdurur ve kiliseye kadar onunla gelmek isteyip istemediğini sorar. kadın arabaya biner ve bacak bacak üstüne attığında bacaklarının güzelliği ortaya çıkar. rahibin gözü kayar ve bakayım derken kısa bir süre için aracın kontrolünü kaybeder. aracı tekrar kontrol altına aldıktan sonra sağ elini rahibenin
    bacağı üstüne koyar. rahibe ona bakar ve şöyle der :
    "rahip, 129. ayeti hatırlıyor musunuz ?"
    utançtan kıpkırmızı olan rahip derhal elini çekerek rahibeye özürlerini sıralar.
    bir müddet sonra aklı tekrar karışır ve rahibenin bacağına tekrar dokunur vites değiştirme bahanesiyle ve rahibe aynı soru ile karşılık verir : "rahip, 129. ayeti hatırlıyor musunuz ?"
    utancından yine kızaran rahip elini çeker ve "af edersin kardeşim, insanoğlu zayıf düşebiliyor" der.
    kiliseye vardıklarında rahibe arabadan iner ve tek kelime söylemeksizin, ancak çok manalı bir bakış fırlatarak kaybolur. rahip aceleyle içeriye koşturur ve bir incil alarak
    129. ayeti açar okumak için 129. ayet şöyle demektedir : ileriye gidiniz, daha yukarlarda arayınız. orada güzellikler bulacaksınız.

    hikayeden çıkartılacak ders :
    görev alanınızla ilgili her zaman bilgili olun, aksi taktirde fırsatları kaçırabilirsiniz.
    2 ...
  34. 20.
  35. genç bir çift, yeni bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar.
    - sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş
    kadın kocasına
    - bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor. ‘ demiş.
    kocası ona bakmış, hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
    kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
    bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış, bak demiş kocasına
    - çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’
    ‘ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim’ diye cevap vermiş kocası.
    hayatta böyle değil midir ?
    başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır.
    birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce kalp(pencere) durumumuza bakmak ve ‘iyi’ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı fark etmek güzel bir fikir olabilir !...
    1 ...
  36. 21.
  37. genç bir çift bir geceye katılmışlar adamın üzerinde siyah bir gömlek varmış. yemekte yanlarına bir teyze gelmiş demiş ki gömleğiniz ne kadar parlak yeni mi? adam da çıkarmış masaya perwoll vurmuş. hayır hep perwoll ile yıkandı.

    mesaj: mesaj filan yok. perwoll bana bunu yazmam için para ödüyor.
    0 ...
  38. 22.
  39. çok iyi bir uzakdoğu savaşçısıydı, öyleki artık kimse onu yenemiyordu. ünü neredeyse tüm dünyaya yayılmış, herkesin takdirini alıyordu. katıldığı bütün müsabakalardan zaferle ayrılıyor ve her bir zaferin nişanını muhakkak üniforması üzerinde taşıyordu. ve bir gün yine bir müsabakada yarışırken kendini çok ama çok ağır hissetmeye başladı. halbuki karşısındaki rahatlıkla yenebileceği, genç, kendisi kadar fazla tecrübesi olmayan biri idi ama neredeyse ona yenilmek üzereydi. üzerinde hissettiği ağırlık onu gitgide daha da yavaşlatmış adeta hareket edemez hale gelmişti. ve bir süre sonra rakibin tek hamlesi ile kendini yerde buldu, kalkmaya çalıştı ama beceremedi ve işte o an sorunun ne olduğunu anladı. forması üzerinde taşıdığı yüzlerce nişanın ağırlığı onu adeta yenilme noktasına getirmişti. mola hakkını istedi ve yavaşça doğrulup yerine gidip, oturdu. derin bir nefes aldı ve daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yapmaya başladı; ona yenilmez ünvanını kazandıran, yıllardır gururla giydiği, üzeri nişanlarla dolu üniformasını çıkardı ve sade bir üniforma giyip, dudaklarından şu sözler dökülerek mücadelesine geri döndü. "kazandığım zaferler bana güven, şan verebilir ama asla yük vermemelidir. kazandığım gibi, bırakacağım zamanı da bilmem gerekir..."
    ne kadar çok nişanlar taşıyoruz üstümüzde, ne kadar çok ağırlıklar, hiç düşündünüz mü? en ağır olanları da ego nun övünerek yakamıza taktığı nişanlar! hani şu konuşmaya başlarken "ben" diye başladığımız ayaklarımızı yerden kesen hikayeler... peki hiç düşündünüz mü; bizi kahraman yapan o hikayelerin gerçekten sadece tek kahramanı biz miyiz? o nişanı hak eden, hikayenin içinde varolan başkaları, başka olaylar yok mu hiç?
    0 ...
  40. 23.
  41. ders almak / üç hikâye - üç ders - bir söz
    1.hikâye / kavak ağacı ile kabak
    ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. bir gün dayanamayıp sormuş kavağa: -sen kaç ayda bu hale geldin ağaç? -on yılda, demiş kavak. -on yılda mı? diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak. -ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak! -doğru, demiş kavak. günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. sormuş endişeyle kavağa: -neler oluyor bana ağaç? -ölüyorsun, demiş kavak. -niçin? -benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
    1.ders: çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. kolay kazanılan, kolay kaybedilir. her işte alın teri ve emek şarttır. 2. hikâye / en iyi buğday
    her yıl yapılan 'en iyi buğday' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. çiftçiye bu işin sırrı soruldu. çiftçi: -benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi. -elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda, -neden olmasın, dedi çiftçi. -bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.

    2. ders: sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. sonra yayılarak devam eder. kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.
    3. hikâye / geleceğini biliyordum… savaşın en kanlı günlerinden biriydi. asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. insanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti, -delirdin mi sen? gitmeye değer mi? baksana delik deşik olmuş. büyük bir ihtimalle ölmüştür. artık onun için yapabileceğin bir şey yok. boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.
    fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. i̇nanılması güç bir mucize gerçekleşti, asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. birlikte siperin içine yuvarlandılar. fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. siperdeki diğer arkadaşı; -sana değmez demiştim. hayatını boşu boşuna tehlikeye attın. -değdi, dedi, gözleri dolarak, -değdi… -nasıl değdi? bu adam ölmüş görmüyor musun? -yine de değdi. çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim içim. ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı: -geleceğini biliyordum… geleceğini biliyordum…
    3. ders: güven vermek önemlidir. güven duymak önemlidir. duyulan güveni boşa çıkarmamak daha da önemlidir. 'her sabah afrika'da bir ceylan uyanır. en hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir. her sabah afrika'da bir aslan uyanır. en hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır. aslan veya ceylan olmanız fark etmez. güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.' (afrika atasözü ) çok çalışmak, emek harcamak, güven vermek, sevmek ve paylaşmak hayatın anlamlı olmasını sağlar. her sabah uyandığımızda bir de böyle bakalım dünyaya. unutmayın hayat uzun bir öyküye benzer. ancak öykünün iyi olması önemli
    0 ...
  42. 24.
  43. tüm eşekler köy meydanında toplandılar, tepindiler oynamaya başladılar. yaşlı, hasta bir eşek duvar dibinde düşünüyordu. ona geldiler:
    - haberin yok herhalde, semercimiz öldü, dediler.
    - ne olmuş öldüyse?
    - artık sırtımız yara bere olmayacak, özgür olacağız.
    - nasıl bir özgürlükmüş bu!?
    - semerci olmayınca artık sırtımıza semer yapılmayacak, kırda bayırda istediğimiz gibi dolaşacağız.
    yaşlı eşek gülmüş:
    - şaşarım aklınıza, demiş. bugün sevinçle tepineceğinize, aslında yas tutmalısınız.
    bekir usta, iyi kötü sırtımızın ölçüsünü biliyor, bizi rahatsız etmeyecek semerler yapmaya çalışıyordu.
    yarın bir acemi semerci getirirler, sırtınız yaradan kurtulmaz.
    i̇yisi mi siz semerciden değil, eşeklikten kurtulmanın yolunu arayın. eşek kaldıkça, sırtınıza bir semer yapan bulunur
    0 ...
  44. 25.
  45. 80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen
    45 yaşında ve saygın bir işi olan-oğlu salonda oturuyorlardı.

    hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
    o anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir
    serçe kondu.

    yaşlı baba serçeye gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
    - bu ne oğlum?
    oğlu şaşkın, cevapladı:
    - o bir serçe baba.
    yaşlı baba serçeye biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
    - bu ne oğlum?
    oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
    - baba, o bir serçe.
    serçe hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu.
    yaşlı baba üçüncü defa sordu:
    - bu ne?
    oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
    - o bir serçe baba, üç oldu soruyorsun. beni işitmiyor musun?!
    yaşlı baba dördüncü defa da sorunca
    oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
    - baba bunu neden yapıyorsun?
    tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum vesen hâlâ sormaya devam ediyorsun. sabrımı mı deniyorsun?!
    babası yüzünde hâlâ bir gülümseme yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. bu bir hâtıra defteriydi. oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:

    "bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanı başımızda ki pencerenin pervazına bir serçe kondu.
    oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir serçe olduğunu söyledim.
    rahatsız olmak mı? hayır!
    onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu..."

    anne yâda baba olmadan kimse sabırlı bir insanım demesin
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük