tam her şey iyi giderken, inanır mısınız hem de pazartesi pazartesi
yeni aldığınız elmalı şampuanla duşunuz harika geçmiş, üzerine yediğiniz elma şekeri de kaymağı olmuştur, flört ediyor gibi gelen adamla da işler düzgün gibidir filan derken
tam 'uyuma' vaktinde beyin dürtekler yandan yandan 'yahu bir facebook duvarına baksana' diye, bakmanla hayattan soğumak neymiş görürsün, adam sana olduğu gibi başka kızlarla da al takke ver külah
cinnetlerden cinnet beğenip beynine söverek ve ceza olsun diye kabus istekleriyle uyursun,
günaydın sabahın 8inde uyanmak, günaydın mikro iktisat.
planlar yaparsınız, hayaller kurarsınız, umut edersiniz ve birgün görürsünüz ki siz ne kadar planlar yaparsanız yapın, hayaller kurarsanız kurun hayat yine bildiğini okur. en acısı da sevdiğiniz birini aniden sizden alır ve tüm hayalleriniz yarım kalır halbu ki ihtiyacınız olan tek şey zamandır ve hayat size vermez o zamanı. o an soğursunuz işte hayattan. ne için çabalıyorum ki ben nasıl olsa yine bildiğini okuyacak hayat ve onu aldığı gibi bir gece aniden beni de alıcak ölüm. ne için yaşıyorum ki öyleyse ?
çocuklar tahtadan yaptıkları oyuncak silahlarla oynuyorlardı. gruplara ayrılmışlar ve her biri farklı duvarları kendilerine sığınak yapmışlardı. biri yerinden çıkmış koşuyordu ki, diğer çocuklardan biri silahı ona doğrultup 'dan dan'; dedi ve 'öldün sen, çık oyundan' vurulan buna itiraz etti. ve ispat edilememesi sonucu çıkan küslük. işte tam olarak yaşadığımız şey bu: duvarın arkasına gizlenen tahta silahlı bir el durmadan bizi vuruyor. ölüyoruz, ama bunu ispat edemiyoruz. tam bu noktada yaşamla aramıza bir küslük giriyor.
yaşamaktan bıkmaktır... intihar etmek yerine, zaten ölü olduğunu kabullenmektir...
ezik edebiyatı yapmayacağım... zaten durumun eziklikle alakası yok... ne hissediyorum bilmiyorum ama satırlara dökmek zor geliyor. yalnızlık eskiden sadece bir sıfat olarak geliyordu benim için... eskiden sadece etrafında kimsesi olmayan, tek başına olan anlamına geliyordu... ama yaşadıkça öğrendim ki; bir insanın etrafında ne kadar insan olursa olsun, aslında o yalnızdır... şu an itibarı ile, hayattan, monotonluktan, bana tarif edilen ve yapmam gerekenler söylenen bu hattan nefret ediyorum...
samimi olmayan tiplerden nefret ediyorum...
iki günü aynı şekilde bitirmekten nefret ediyorum...
boş kaldığım anda ne yapacağımı bilmemekten nefret ediyorum...
birilerinin bana -bize- nasıl yaşamam gerektiğini tarif etmesinden nefret ediyorum...
hayatı evrelere bölüp, kısım kısım yaşamaktan nefret ediyorum...
(emo değilim... zaten o o*rosp* çocuklarından da nefret ediyorum... s*k kafalılar... sanki çok şey yaşamışlar gibi bir de isyan ediyorlar... alayı döl israfı...)
gözümüzün içine baka baka yalan söyleyen siyasetçi piçlerden nefret ediyorum...
götlerini sergilemek için bar bar gezen orospuları kayda alıp akşam bizlere sunan magazinci s*kiklerden de nefret ediyorum...
güzel bir gün dilediğim zaman karşıma çıkan aksiliklerden nefret ediyorum...
televizyonda karı ve koca arayan tiplerden nefret ediyorum...
birilerinin gözlerimizi kapatıp bizi arkamızdan becermesinden nefret ediyorum....
sistemin bir parçası olmaktan nefret ediyorum...
televizyonda seksle uyutulan ve büyütülen nesilden nefret ediyorum...
uslu bir çocuk olmadığım için göremediğim şirinlerden bile nefret ediyorum... g*t oğlanları...
asıl mesele ne biliyor musun? bence hepsi kocaman bir saçmalık... bir çarkın içinde dönüp duruyoruz... her günümüz, bir diğer günümüzün makyajlanmış hali... ve benim günlerimin makyajı aktı... çok çirkin... çok şirret... çok yosma... cilveli bir hayat kadını gibi, her gün sıkılmadan altıma yatıyorlar günlerim... ve ben onlardan korunmak için hiç bir şey yapmıyorum... bana monotonluk bulaştırıyorlar... tedavisi olmayan bir hastalığın pençesine atıyorlar beni... sıradanlaşıyorum...
aynaya bakmak artık kendimle yüzleşmek değil benim için... artık aynaya baktığımda gördüğüm tek şey; evriminin ortasında kayıp bir nesil...
her gün sokağa çıkıp, tanımadığım, hiç tanımayacağım ve asla konuşmayacağım insanlarla kısa yolculuklar yapıyorum... hepsi kısa sürüyor... kısa cümlelerim gibi... ilişkilerimiz gibi... hayatımız gibi... hiç bakmıyorum bazılarının yüzüne... o insanların yüzünü hatırlamanın bana ne gibi bir faydası olabilir ki? kulak misafiri olduğum ve aklımda yarım kalan diyalogların bana ne faydası olabilir ki?
dünya çok büyük değil... aslında bir toz tanesi kadar... bizler bu tanenin içinde araba, para, seks, uyuşturucu derdine düşmüş zerreleriz... ve bizden yapmamızı istenilenleri yapıyoruz...
bu günüm ve yarınım aynı olacaksa, yarına çıkmanın bana ne faydası var?
seni duyar gibiyim... "hayır dostum hayır... yeni günler yeni başlangıçlara gebe... hayat yaşamaya değer!" diyorsun...
beni yanlış anlamayın... ben ölmek istemiyorum... artık bağımlısı olduğum bir şey var... onsuz yapamıyorum... her yerde onu arıyorum... sadece ufak bir miktarı için kanımı bile akıtırım... geceler boyu onun yokluğuyla krizlere giriyorum... bu bir uyuşturucu madde... ve aslında her yerde bulunabiliyor... adı 'umut' ... ve ben bir doz umut almadan, yeni güne başlayamıyorum... ayakta duramıyorum... nefes alamıyorum...
umut, neslimizin en çok tükettiği uyuşturucu madde...
4 sene emek verdigin insanın seni kaybettiğinde canavara dönüşmesi, huzursuz etmek için elinden geleni yapması... her yerde karşına çıkması nefes alacak fırsat bırakmaması... nasıl bir psikopatliktir? Beni hayattan soğutan gerçektir. Işte böyle bir şeydir.
40' ına merdiven dayamış bir insan olduğun halde hala kendi dilediğin yerde yaşayamadığını, bulunduğun yere sırf birileri öyle istedi diye geldiğini düşündükçe hissettiğin duygudur. kafama sıçayım dersin, kahredersin.
sevdiklerin tarafından kandırılmak, dualarının bir türlü kabul olmaması, hiçbir şeyin yolunda gitmemesi ve umudunu tamamen kaybetmen hayattan soğumak için başlıca nedenlerdir.
bazen bir insan, bazen bir okul, bazen bir işin sebebiyet verdiği her bünyenin mutlaka tattığı ruh halidir. en kötüsü de geçmeyen kronikleşmiş olanıdır. gelir geçerleri her insana lazım iken kalıcı olanları pek tavsiye edilmemektedir. yediğiniz yemeğin, içtiğiniz suyun tadı olmaz. yüreğiniz kapalı bir kafesteymişcesine nefes alamayan kuş gibi kalır...
Bence insanın başına gelebilecek en kötü şey, soğumak. Birinden, bir şeyden. En çok sevdiğin. Daha da fenası… Her şeyden.
Seni hayata bağladığını düşündüğün, hayattan zevk almanı sağlayan şeylerden soğuduğunda tutunamıyorsun artık. Elin uzanmıyor hiçbir şeye. Ve sen bu hâl içindeyken yeni bir şey yaratmak çok zor. Yeni bir sevgi yaratmak. Yeni bir arzu.
Bu uzun bir yas. Başında ağlayabileceğin bir mezarı bile olmayan ölülerle yaşıyorsun. Neyi yaratsan, ölüyor içinde. için buz gibi.
Kımıldayamıyorsun. Bunu artık tek başına yapamıyorsun. Birine ihtiyacın var bu noktadan sonra. Ancak kimse tutup, seni kendine getirmiyor. En çok ihtiyaç duyduğun kişiye.
Soğumak çok kötü bir şey. Çünkü soğuduğunda, kimse ulaşılabilecek yollar açamıyor sana.
bu dünyanın tekdüzeliğinden, saçma salak tartışmalardan, davranışlardan, politikalardan, herşeyin paraya döndüğü şu zamanlarda yapılan herhangi birşeyden zevk alamayınca oluşan düşünce. koca evrende şu dünyadaki bir tozdan daha fazla değerli değil iken nedir bu kendini büyük görmüşlük, kendini bir halt sanma, egosu helyum balonu olup uçup giden kişilikler. evren 13,7 milyar yaşında iken senin yaşayacağın 80 yıl neden bu kadar önemli. yapılacak daha değerli işler varken, saçma sapan düşünceler uğruna boşa giden hayatlar neden bu kadar fazla. herşeyden önce insan olduğumuz birbirimize saygı göstermemiz gerekirken, karşıdakini aşağılayıp küçük görünce siz daha mı üstün oluyorsunuz.
bunların hepsi sistemin getirisi tabii. hepimiz bir şekilde bunları yapmaya zorlanıyoruz. karşı gelmeye çalışınca da susturuluyoruz. geçekten sıkılıyor insan.