son yılların yaşam trendi. normal zamanda yapılması saçma, gereksiz ve aptalca olan şeyler hayatı yaşamak adına normal sayılabilir. örneğin çinlilerin eski zamanlarda insanı ayaklarından bağlayıp yüksekçe bir yerden aşşağı atarak işkence yapmaları günümüzde yapılması çok gerekli bir spor olarak karşımıza çıkmakta.
''Kimisi hayatını bir proje gibi kurar. Yalnızca kendisininkini değil etrafındakilerinkini de eğer mümkünse. Böyle yaşanan hayatlarda atılacak adımlar, varılacak noktalar, hayattan beklentiler, hatta neredeyse refleksler önceden kurgulanmıştır. Elde bunları gerçekleştirecek imkânlar da varsa proje aynen başarılır. Bazen bu proje sizin için başkaları tarafından da belirlenebilir. Sınavlarla belirlenmiş eğitim hayatının içinde anne-babaların bazılarının çocuklarına yaptıkları budur. Kızlarına iyi kısmet, oğullarına ona layık gelin arayan ana-babaların da, eğer çocuklarına sözlerini geçirebiliyorlarsa, uğraşları bu yöndedir. Başkasının yaptığı projenin taşıyıcısı olmak durumunda kalanlar bunu her zaman becer(e)meyebilirler. Hatta tersine projenin öngördüğünün tam tersi bir yerde de bulabilirler kendilerini.
(Yıllar önce koltuğa mıhlanarak izlediğim Ölü Ozanlar Derneği aslında bu ters tepen projeler hakkındaydı bana göre. 1950'lerin konformist, baskıcı, cinsel arzuların bastırıldığı püriten ahlakçı, içselleştirilmiş bir günah duygusunun disiplin haline gelerek herkesi sistemin çarklarına dişli olarak yerleştireceği bir Amerika'da aynı tektip insanı yetiştirmek üzere kurgulanmış özel okulda, bir ingilizce öğretmeninin çaktığı ilk özgürlük kıvılcımıyla dağılan projeler sayabilirsiniz derneğin üyesi öğrencileri. Zaten başkalarının sizin için tasarladığı projeciliğin belki de en önemli açmazı budur. Bir yerlerde mutlaka projeyi zora sokacak, oradaki otoriter nüveyi çatlatacak, keskinlikleri yumuşatacak ve hatta berhava edebilecek bir özgürlük alanı vardır. Hayatın kendi ritmi mutlaka doğaçlamaları gündeme getirir, en detaylı projeyi belki de en çok onları- raydan çıkarır. Sonuçta filmde de öğretmen okuldan kovulsa bile projeler artık gerçekleştirilemeyecektir. Gerçekleşmemiş olduklarını da 1960'ların Amerikası'nda yaşananlardan, o dönemin müziğinden, edebiyatından, sinemasından bilirsiniz.)
Kimisi ise hayatı savrularak yaşar. Böyle yaşanan hayatta Ölü Ozanlar Derneği'nin Carpe Diem sloganının önerdiği günün tadını çıkar türünden bir gündelik yaşama arzusu değildir belirleyici olan. Hedefsizliktir. Bu hedefsizlik kararsızlıkların veya birbirine zıt hedefleri bile istemenin sonucu mudur ya da hiçbir şeyi, onun için her şeyi göze alacak kadar tutkuyla istememekten mi ileri gelir, onun cevabı insanına göre değişir. Kimi zaman üzerine karabasan gibi gelen her türlü otoriteye itiraz ya da isyan edememekten kaynaklanan bir durumdur bu. Kimi zaman her konuda fazla ince eleyip sık dokumaktan, bir noktada kördüğümü kesip, kararı verip bunun gerektirdiğini yapamamaktan. Yani insanın kendisini esen rüzgârlara kaptırmasının, tesadüflerin onu götüreceği limanlara uğrayarak yolculuğunu sürdürmesinin sonucudur bu savrulma. Kimi zaman da insanın içindeki özgürlük ateşinin zorladığı, bir yere demir atmanın huzurlu esaretine teslim olmama kaygısından beslenir. Sürekli tercih imkânı varmış ve yeniden başlamak sanki hep mümkünmüşçesine bir kurgunun eseridir o tutum ya da tarz. Kısacası kırılgan olduğu kadar hayalcidir de.
Bir hayatı savrularak yaşamak aslında lükstür. Ayakta kalabilmek beceriye, yön değiştirdikten sonra tutunabilmek için gerekli donanıma sahip olmayı gerektirir. Dolayısıyla ister istemez sınıfsal boyutu vardır. Günlük yaşamı sürdürmenin maddi baskılarının yarattığı tahakkümden hiç değilse bir nebze azade olmadan sürdürülebilecek bir hayat değildir bu. Sorumluluktan da.
Tüm bunlar bizde gösterildiğinde pek ilgi çekmeyen, yurtdışında eleştirmenler tarafından yerden yere vurulan ama bende bir takım izler bırakan Paris adlı filmi izlerken aklıma geldi. Son dönemde pek çok filmde olduğu gibi bunda da birbirine paralel giden ve bazı noktalarda birleşen hayatların öyküleri var. Bu tür filmleri yapmak aslında zordur, zira hikâyeleri buluşturamamak, ya da bunu hayli beceriksizce yapma riski yüksektir. Ya da hikâyeleri ve karakterleri yeterince geliştirmeme riski. Bu filmde bu zaaflar var. Ancak hemen tüm karakterlerde hayatı anlamlandırma ya da hayata tutunma kaygısı da var. Hayatlarını proje olarak yaşamasalar da savrularak yaşama imkânları olmayanların hikâyeleri daha çok. Hemen hepsi de yaralı bir şekilde. Hayatını proje olarak yaşama imkânı olan ve öyle de yaşamış tek karakter, ünlü bir tarih profesörü. O güne kadarki hayatının kendisini taşımış olduğu noktada boğulan, bunu aşmak için basit ve sığ bulduğu televizyona popüler bir tarih programı yapmayı kabul eden ve nihayet hayatının sonbaharında öğrencilerinden birisine âşık olan bir erkek hikâyesi. Kendisini hayata bağlayacağını düşündüğü, kendisi için çizgi dışı bu iki deneyimden de ağır hasar alarak çıkan bir adam. Diğerlerinin ise değiştirmeye güçlerinin yetmediği kendi hayat çizgilerinden proje çıkarmaları ya da ceketi alıp giderek yeni bir başlangıç yapmaları söz konusu değil. Onlara kalan, kendileri gibi olanlarla dayanışma ve mutluluğun kıyısında dolaşabilmek için dar da olsa bir alan yaratabilme çabası. Kolay olmasa da.''