bugün

iftara daha bir buçuk saaten fazla olması.
şarj kablosu eskimesi modern dünya problemidir.
görsel
sevdiğimiz kadının bizim için fazla güzel olduğunu düşünmek ve hiçbir şey yapmaya cesaret edememek.
Otogarda aşık olmak. Amk kızla ayrılıcaz az sonra. Sikeyim böyle dünyayı.
yeni başlangıcınızın ilerleme göstermemesi hatta hiçbir şeyin değişmemesi buna imkan bile verilmemesi ve olduğunuz yerde saymaya zorunda kalmak.
paranın olmaması.
eğitim fakültesi okumak.
benim g.tümü yırtıp zar zor kazandığım bölümü tek çabası baba beni şuraya yazdır diyen adamın okuması . içimi asıl burkan ise benim gibi kazanan ama hiç parası olmadığı için gidemeyeninde var olması . şükredin her zaman sadece yukarınıza değil aşağınızdakinede bakın .
türk kahvesi yaparken şeker atmayı unutup şekersiz şekersiz içmem.

ay berbat.
2 puanla dersten büte kalmak .
diş fırÇasından lavaboya düşen diş macunu.
Kişisel Gelişim güzel tabirdir.

Gençlik yıllarım kişisel gelişim kitaplarının reklamları ile geçti sayılır.

"On aşamada kişisel gelişim, 3 haftada gelişin şaşırın, başarıya ulaşmanın bin bir yolu, gelişmezseniz adam değiliz, gelin gelişin, gelişmezseniz paranız iade gibi" isimleri olan bu kitaplara bakış açım ise şuydu;

Kim bu cennet vücudun uğruna olmaz ki feda,
Hangi çılgın kişiliğimi geliştirecekmiş şaşarım...

O zamanlar bizim kişisel gelişimimize katkı veren adamlar belliydi oysa;

Barış Manço, Ahmet Kaya, Üç Hürel, Erkin Koray, Selda Bağcan (adam değildi ama "adamdı" bee) ve duygusal gelişim için de "sezen aksu" (bakın bu da "adamlardan") bize yetiyordu.

Bu kitapları yazanlarsa kafasına esince bi bilet alıp dünyayı gezmeye başlayan adamlardan oluşuyordu. Para bok tabi. Pasaport da Amerikan ya da ingiliz olunca bütün yollar kendilerine açılıyodu haliyle.

Katmandu'ya gidenden, Nepal'e uzanana kadar envai çeşit adam ahkam kesiyodu. Bilgeler peydah oldu o ara. Ferrari'ye binmekten vazgeçip bilge olmaya karar verenler de cabası...

Adamların arka kapaktaki yüz ifadesi "başarıya gittim gelcem" gibi bi şeydi.

Kurallar ise gayet basitti:

Doğayı izle, kendinle barış, uyumlu ol, yoga neyin yap, insanları yargılama, feng şui'ye aban, kendini doğaya sal, kişisel gelişiminin önündeki en büyük engel sensin, kendini aş.

Tamam da bunları Türkiye'de kim yapar?
Tabiki para kazanma derdi olmayanlar.
Ya diğerleri?
Onlar it gibi çalışcak ki para kazanabilsin.

Nirvana'ya ulaşcam diye millet işinden mi olsun yani. "Olsun amk" derdi bu kitaplar.

Kuşlara taş atan, çimlere basmayı hobi gören, keklik avlamak için taktik geliştiren bi millete doğa sevgisini nası aşılayacan diyen yok tabi.

Hadi hepsini yaptın. "insanları yargılamayacan hacı" kuralı bize hepten ters.

Muhabbetini "dedikodu ve insanları çekiştirme" üzerine kuran bu ahaliyi "kişisel gelişim şeysine" çekemezsiiiiin. Yemez burda.

"Çocuklar duymasın" dizisinde "Meltem" denedi, "Haluk"a tosladı. Biz de "genlerimize" tosladık.
Deneyenler olmadı mı?
Oldu tabiki.
Dalga malzemesi olmaktan öteye gidemediler.

Ben de o kuşağın bi temsilcisi olarak mesafeli oldum bu kişisel gelişim şeysine.

Yenilerde bi kitap geçti elime. Orta yaşlı, gayet mutlu ve içindeki çocuğun elinden tutan bir birey olarak okuyayım dedim. 9. Sayfasında sıkılıp bıraktım. Hala gelişim gösteremiyorum anlaşılan.

Kişisel gelişim kitapları bizim gelişmemizin önündeki en büyük engelmiş. Bir kez daha idrak etti bunu bu bünye.

Yaşasın; para tuzağına düşmeden kişisel gelişimini tamamlayanlar.
Yanılsamanın, gerçekten çok daha değerli olduğunu gördüğüm anlar. Diyebilirim.
oy dereler dereler
neler bilirum neler
söylesem her birini
her biri yurek deler.
geçen senelerde yaşadığım bir olayda böyle bir durumla karşılaşmıştım.

bir arkadaşımızın arkadaşının hanımı için trombosit gerekiyordu. sanırım ameliyata gireceği için acil bir şekilde ihtiyaç doğmuştu ve arkadaşım olan kişi whatsapp grubunda durumdan bahsedince tarife uyan ve müsait olan bir ben vardım. memnuniyetle elimden geleni yapacağımı söyledim ve ertesi gün buluştuk. arkadaşım beni ve kuzenimi alarak hastaneye gittik. hastane bölgedeki en teşekküllü ve lüks hastane. bir muayenenin bile normal özel hastanelerin 2-3 katı fiyatta olduğu türkiye genelinde de meşhur bir hastane. hastaneye girerken arkadaşıma ''durumları iyi galiba'' dedim, ''evet iyi baya'' dedi. sonra kan merkezine gittik bekliyoruz sıramızı, bir iki kişi geldi hoş geldin ettiler bize.

sıramız geldiğinde geçtik ve görevimizi yaptık. bu arada söyleyim korkulacak hiçbir şey yok, kan vermekten pek bir farkı yok. trombositi aldıktan sonra dışarı çıktık. eşi hasta olan arkadaş yanımıza geldi tanıştık. o an o gencecik çocuğa ne kadar üzüldüğümü hatırlıyorum sadece. üstü başı dağınık, pejmürde denilebilecek bir halde, yorgunluğu her halinden okunuyor. bize kaç kere minnetle teşekkür etti bilmiyorum. kaç gündür hastanede nelerle uğraştığından bahsedince daha çok üzüldüm onun haline. hem ona üzülüyordum hem de hiç tanışmamış, görmemiş olduğumuz -iyi ki görmedik- kendinden daha genç olan eşine. henüz 25 yaşında genç bir kadının hayatında bu kadar zor zamanlar yaşaması ister istemez üzüyor insanı.

yanımızdan izin isteyerek ayrıldıktan sonra arkadaşıma ne iş yaptığını sordum. zira bu kadar pahalı bir hastaneye anlattığı şeyler için para yetiştirmek bir hayli zordu. arkadaşım aynen şu cümleleri sarf etti '' bu çocukta bir para var aklın hayalin durur. çok zenginler.'' ciddi olup olmadığını sorduğumda ailesinin ve kendisinin ne iş yaptıklarını anlattı. o an daha da bir buruldu içim. milyonlarca liran var ama bir an oluyor ki paran hiçbir işe yaramıyordu. onun hayatını yaşamak isteyen o kadar çok insan varken belki de o sadece sıradan insanlar gibi olup eşiyle uzun bir yaşam sürmek istiyordu. parası yorgunluğunu gizleyemiyordu, eşi için iyi bir bakım sağlayabiliyordu ama onu tamamen iyileştirmek için yine de bir başkasının kanındaki maddeye ihtiyaç duyuyordu.

o günden sonra ne zaman daha çok paramın olmasını geçirsem aklımdan o gün gördüğüm, eşinin iyileşmesi için kendini paralayan ama parasının bir yerden sonra hiçbir işe yaramadığı o genç çocuk geliyor aklıma.

yanımızdan az da olsa mutlu ayrılırken artık onun serveti 2 ünite trombositti. umudu, gülümsemesi, mutluluğuydu.

gördüm.
görsel
Ramazan ayında yol ortasında savura savura sigara içen başı kapalı kadın.
Annenin kanser olduğunu öğrenmek başlığını görünce aklıma geldi. Annem tedavi sürecinde her kanser hastası gibi yorgun düşüyordu. Babamla 30 küsur senedir beraberler ve babam kumanda önünde olsa annemden isteyen bir adamdı; kötü olduğundan değil de öyle alışmış. Tedavinin ilk zamanları, annem uyuyakalmış ben de ders çalışırken babam bulaşıkları yerleştirmiş. Ben mutfağa geldim o sırada annem de geldi tabak dolabını açtı bir gördü ki babam yerleştirmiş ama nasıl; büyük tabak küçük tabak karışık düzensiz. Annem o sırada ağlamaya başladı ben dedim herhalde bu düzensizliğe ağlıyor * sonra öğrendim ki babama üzülmüş kadın ya adam kendi çabasıyla bir şeyler yapmaya çalışmış kıyamamış kocasına. Sonra ben de buna ağladım tabii.

Formatı şeyyaptığım başlıktır.
dün aksam arkadasımla pantolon almaya gittik. girdik avmye basladık denemeye. ılk ben denedım giydım bel tam oturdu götü guzel sardı. tabi pacalar halıyle uzun geldi. kadın ölçtu iğneledi verdi terziye yarım saate hazır olur dedi. arkadasın pantolana gectik. denedi cuk oturdu. lan bi baktım ne göreyım. pacalar tam amk hic kesilmeye gerek yok. pantolonu bıldıgın adama özel yapmıslar gibi. ben sok tabi. lan dedim nasıl olur kestirmıcenmı sen dedim pacaları? ben hatırlamıyorum bu gune kadar paca kestirdigımı dedi. herif 1.85 ben 1.73 amk. bir üzüldümki anlatamam amk. resmen hayata küstüm bu yasımda. bildiğin kısaymısım yeni anladım.
dolapta efesin bitmesi. fena buruldu içim ya...
hayat diyorum ne garip... tesadüfen yaşıyoruz.. ya da tesadüfen ölüyoruz.. ya da seçimlerimiz bizi ölüme ya da yaşama götürüyor... teröristlerin aracı yolda kaza yapmış olsaydı olay olmayacaktı belki ya da oradaki yaralanan veya ölen insanlar bir gün önce bir gün sonra gelmiş ya da gidecek olsalardı.. hatta bir önceki ya da bir sonraki seferde havalimanını kullanacak olsalardı.. belki de oradaki çalışanlardan biri bir arkadaşının yerine işe gitmişti bugün.. kim bilebilir...

bir an varız.. bir an yokuz... ne diyebilirim ki... allah sonumuzu hayır etsin.
Atatürk havalimanında çalışan ve dün akşamki menfur saldırıda hayatını kaybeden bir personelin 10 gün sonra yani haftaya düğünü varmış. Annesi, 'oğlum kapıda servis beklerken kurban gitti. 1 saat mesaiye kalmış olsaydı kapıya çıkmazdı ve bombanın hedefi olmazdı' diyor.
Peki evleneceği insanın halini düşünebiliyor musunuz?
Ne diyelim ki... Allah sonumuzu hayr etsin gerçekten.
Böyle üzücü olaylarda elimizden hiçbir şey gelmemesi.
Demek ki neymiş, hayat; öğrencilerime okuduğum hikayelerdeki gibi pamuktan bulutlar, şekerden evler, iyilerin sonsuza kadar mutlulukla yaşadığı, kötülerin içlerinin pişmanlıkla dolduğu bir yer değilmiş.
bir gün oturduğum bir cafede, çay-sigara, kahve-sigara, sigara-sigara veya tek sigara olarak bütün kombinleri deniyorum. o sıralar bir konu beynimi yiyor, istemsizce sigara yakıyorum. neyse, bir ara paketim bitti. karşıda da 2 metre mesafede bir büfe var. karnım da fena acıkmış. dedim gidip paketi kendim alayım, hem hava almış olurum. gelince de artık menüye göre bir şeyler yerim. hesabı kapatmamasını garsona söyledikten sonra çıktım. tanıdık olduğundan bazen böyle kalkınca sonradan ödüyoruz. acil iş vs çıkmıştır diye ses etmiyorlar. neyse. gittim aldım. dönerken baktım köşede bir çocuk oturmuş, ağlıyor. ilk başta uzaktan durumu gözlemledim. annesi, babası ne alemde diye. 1-2 dakika sonra ortalığa çıkan olmayınca gittim yanına. abisi niye ağlıyorsun dedim. aldım cafeye götürdüm. bu hiçbir şey anlatmıyor. diyorum bak polis falan çağıralım aileni kaybettiysen, seni karakola götüreyim, susuyor. en son çay aklıma geldi. memlekette en büyüğünden en küçüğüne kimse çaya hayır demez dedim. hakikaten de kimse hayır demiyormuş. şekerleri attıktan sonra yine sıkıştırdım. bizimki dökülmeye başladı. o söyledi, işte o an ben bittim. küçükken babasını kaybetmiş. adam bir inşaatta elektrik işlerine bakıyormuş. kaçak mı ne olmuş(o da tam bilmiyor) adam hayatını kaybetmiş. anne de okuma yazma bilmediğinden öyle mühim işlere girip çalışamıyormuş. bir kendisi bir de kardeşi varmış. bunun yaşı biraz daha düzgün olduğundan eline ne geçerse sokaklarda onu satarak birkaç lira kazanıyormuş. eli yüzü de nasıl düzgün. öyle paspal da giyinmemiş. kendisine bakıp çıkmış ticarete. bir kez daha neyse. işte o gün de havalar sıcak, gideyim su alayım, satayım demiş. yolda giderken de cebine koyduğu sermayeyi düşürmüş. beş parasız olduğunu anladığında da o büfenin oraya çökmüş. ki o an tam da ben sigara almaya çıkıyordum. işte parayı da düşürünce zaten başka bir gelir yok, yarınki sermaye de gitti, anneye de fazladan yük olacak, karnı da aç ağlamaya başlamış. ben de ne yapayım, zaten açım, tuttum garsondan menü istedim. iki tane geldi, bu mırın kırın ediyor, yemiyor. yok tokmuş beyfendi. tamam kardeşim diyorum, bak sen seç ben yiyeceğim diyorum, zeki herif anlıyor. neyse bir şekilde ikna ettim. söyledik yemekleri, mis gibi gömdük. arkasından ben yine çay içtim. arkadaşa da niğde gazoz söyledik. içecekler bitince de atladık arabaya evine gittik. saat de geç olmuştu, annesi çıktı kapıya. kadın korktu hali ile, sakallı makallı bir tipin arabasından inince çocuğu. ben olsam ben de korkardım. neyse, anlattık ona da meseleyi. bize çay yaptı. ne çok çay içmişim o gün yahu. orada da çay içtikten sonra selamımı verdim, evime doğru yola çıktım.

sonra aradan bir ay geçti, geçmedi. o çocuğu bir daha gördüm. adam o gün menüden paraları hesaplamış. borç olarak kafasına yazmış. bir gün param olursa ödeyeceğim moduna girmiş. tuttu getirdi parayı. bir de zarfa koymuş, herife bak. ne atraksiyonlar. açtım baktım para. lan dedim bu ne? abi şu bu, geri kıvırdım zarfı cebine koydum. eğer ileride başkasına yardım edersen ödeşiriz dedim. tamam abi söz valla billa falan dedi koşa koşa gitti.

şimdi ne oldu bilmiyorum. en son bir dul teyzesi varmış, onun yanına taşınacaklardı. sonrasını takip edemedim. umarım önün açıktır genç adam. kendine iyi bak.
edit: düzeltme.