konu çok basit; ergenlik döneminin ortasında, annesi babası ayrı bir kız çocuğu,baba pis işlerle uğraşan, kızıyla pek ilgilenmeyen bir adam ve yatalak bir dede.fakat konuyu ele alan kişi reha erdem olunca, öyle bir komposizyon anlatım tekniği gözler önüne seriyor ki dumur olup kalıyoruz.etrafındaki olayları farklı açılardan algılayan bir insan reha erdem.filmin neredeyse 15 dakikası küçük kızın içinde bulunduğu durumum bir temsili olan kayığın dev gemilerin arasında dolaşmasıyla geçiyor.film boyunca insanın içinde rahatsız ediciliği zamanla artan bir yumak büyüyor.buna hayat ın sürekli my only sunshine adlı şarkıyı tekrarlayan kırmızı küçük oyuncağının etkiside büyük.filmdeki orhan gencebay parçaları genel isyankar havanın en büyük temsilcisi.zor boktan dünya içerisinde geçirilen yaşama, hayatın din kültürü kitabından okuduğu - '' tanrı bizi dünyaya, bolluk ve bereket içerisinde yaşamamamız için yollamıştır'' ama biz niye bok içerisinde yüzüyoruz aq - anlatımı vardı ki bence en güzel kısım orasıydı.ve ve ve filmin sonu; demin bahsettiğimim içimde büyüyen yumağın yok oluşunu sağlayan son dakikalarıyla izlediğim en farklı ve güzel türk filmleri listesine bir numaradan giriyor hayat var.
hayat var'ın imdb sayfasında "bu filmle alakalıysan biradercan, ahanda şu filmler de ilgini çekebilir diye düşünüyorum, sen ne düşünüyorsun, hıa?" köşesinde mouchette adını gördüğüm an, işte o an hatırladım ki çay suyu koymuştum ve bir hayli zaman geçmişti ve şimdi demleme zamanıydı... çayı demleyip geldikten sonra "evet ya, mouchette adındaki küçük kızın öyküsü ile benzer noktaları gerçekten de var lan!" dedim. ama hayat'ın hikayesini anlatan reha erdem konuyu robert abiden daha iyi işlemişti nazarımda. ortaya yine evrensel kalitede bir iş çıkararak benim gibi bir sinema sevdalısına saçma salakça bir gurur yaşatıyordu. varsın saçma varsın salakça olsundu. yaşardım ben o gururu. yaşatırdım. yünivörsal işler yapan bu toprakların çocuklarıyla gurur duymayacaktım da kiminle gurur duyacaktım?
bu arada filmin ecnebi görüntü yönetmeninin hakkını da teslim etmek gerekir. görüntüler kusursuz... "peki ama bu kadar kusurlu bir hayat öyküsünün, bu kadar kusursuz görüntülerle anlatılması fazla steril olmamış mı?" gibi bir gıcıklık yapıp giderim yoluma lucky luke gibi... bambaşka hayatların izini sürmeye... bambaşka maceralara.. ne de olsa önümüzde koca bir hayat var... (yuh, nerden nereye geldin ve nasıl bitirdin be oğlum tacettin?)
akmayan film. gerek nuri bilge ceylan, gerekse zeki demirkubuz filmlerini çok severim. kader en favori türk filmimdir hatta. yumurta, sonbahar gibi yine sanatsal ağırlıklı filmleri de çok sevdim ama o filmler hayatın iç burkan detaylarını dingin bir şekilde aktarırlarken kendilerini izletiyorlardı. hayat var da hayat yok maalesef. akmıyor film bir türlü. gereksiz uzun oluşu muhtemelen bunun en büyük sebebi. ha kötü film mi? kesinlikle değil, başarabilirseniz mutlaka izlenmeli. ben dura kalka 3 günde bitirdim nihayet. öncelikle görüntü yönetmeni çok iyi iş çıkarmış, atmosfer çok başarılı, hayat'ı oynayan elit ıscan'ın nefes kesen duru bir güzelliği var. oyunculuğu gayet başarılı. yönetmenin beş vakit filminde de oynamıştı. yakın zamanda ise küçük kadınlar dizisinde oynuyordu. hala devam ediyor mu o dizi bilmiyorum. bu filmde hayat yok ama elit var. 3-5 sene sonra beyaz perdenin önemli yüzlerinden biri olacağı daha şimdiden belli.
bir film hayata açılan bir kapıdır sözü çok klişedir ama napalım klişeleri seviyorum. hayat var da işte böyle hayata açılan bir kapı. gerisi çokca spoiler içerir.
--spoiler--
öncelikle mekan olarak istanbul ve çevresi kullanılmış ancak mekanların birbirinden coğrafi olarak farklı yerlerde kullanılması ve kolajlanmasıyla mekansız ve zamansız bir hikaye algısı yaratılmaya çalışılmış. istanbullu muhabbetti yeri ve mekanı vurgulamak için değil bir sınıfı yani statüyü belirtmek için kullanılan bir argüman.
tek motorlu tekneyle seyahat etme, evden okula gitme fikri gerçekten iyi bir buluş. bununla birlikte sürekli denizle ya da suyla muhattap olunma durumu yönetmene çok güzel fotoğraf kareleri vermiş.
kızımız hayat 14 yaşında-yamulmuyorsam-, annesi babası birlikte değil artık ve annesinin kocası ve yeni bir çocuğu var. kendisi herhangi bir aidiyet duygusu duymuyor, ne annesine ne babasına. bunun nedeni onlardan nefret etmesi değil yaşamdan ve onun öncüllerinden nefreti ve duyduğu kindir zannımca ve çok güzel. büyüleyici bir güzelliği var ama bunun bir önemi yok çünkü daha çocuk. ötesi değil sadece çocuk.
bakkaldan dedesinin ihtiyaçlarını almak için girdiğinde, faşizm bir fallik figürle karşılaşıyor. adam belki hayatının hiç bir evresinde istediği olamamış ve bunu içten içe besleyen çevresel faktörlerle bütün hayatının hırsını sapkınlıklarla doyuruyor bellil. hayat çaresiz. hayat yapayalnız. kimsesi ve birşeyi yok. adam dayıyor hayata çırpınıyor bir kuş gibi. ama kaderini değiştiremiyor. intikamını adamın çikolatalarından çantasına doldurarak alıyor. çünkü daha çocuk ama artık yaşlı bir çocuk o. sonrasında bakkalın sapıklıkları artıyor. hayatın belline attırıyor. sonrasında da tecavüz ediyor. yatıyor yerde hayat ve çaresiz. ama ağlamıyor. çünkü yapılacak bir şeyin olmadığını zaten yapmaya da gerek olmadığının bilincinde.
babası da gemilere kadın pazarlayan bir pezevenk. onun gemiye yolladığı hayat kadınlarından birini geminin güvertesinden atıyorlar. sikip atmak deyiminin vücut bulduğu bir ortam oluşuyor.
--spoiler--
sapıklık ve sapkınlığın evrenselliği ve düşene tepkinin arasbekliği içerisinde güzel bir yapıt olmuş. izlenesi.
geç de olsa izleyebildiğim ve izlerken çok tuhaf hislere bulandığım film.
devamında çok açık bir şekilde filmin konusu anlatılıyor. izlemediyseniz okumayın.
--filmin konusu--
film 14 yaşındaki hayat'ın etrafında dönüyor. hayattan fazla bir şey beklemeyen ve hayata fazla bir katkısı da olmayan bir kız hayat. kaçakçı babası ve küfürbaz, alkolik ve düzenbaz ama iyi niyetli dedesiyle yaşıyor. babası gemilere kadın ve uyuşturucu götüren kayığıyla hayatı da okula götürüp getiriyor. okulda iletişimsiz bir çocuk olduğu ve kötü koktuğu için arkadaşları tarafından sevilmiyor hayat. o da bunu kendisine zaafı olan bakkala istediklerini vererek sahip olduğu çikolataları onlarla paylaşarak kırmaya çalışıyor. öğretmeni ve okul müdürü ise onu 'sorunlu tip' olduğu için dışlıyorlar. annesi babasını askerdeyken terk etmiş, bir polisle evlenmiş ve ondan bir oğlu olmuş. hayat bu oğlanı delicesine kıskanıyor, onu öldürmeyi bile hayal ediyor. onların bebekle ilgilenirken onu görmezden gelmeleri, hayat'ı kendini gösterme yolları bulmaya itiyor. babası galiba eşcinsel ve önceden sevgilisi olan adam durmadan eve gelip babasını soruyor. hayat bu adama karşı iyi hisler besliyor ve yanında olmasını istiyor, hatta ona evlenme bile teklif ediyor ama kaçıp kaçıp ona gitmeleri sonuçsuz kalıyor. eninde sonunda kendini evde buluyor. bütün bu hengame içinde onunla ilgilenen üç kişiden biri komşuları olan kadın ki hayat onun ilgisinin üzerinde olmasından hiç hoşlanmıyor, ondan kaçıyor. karşılıklı oturup bir şeyler paylaştığı tek kişi babasının gemilere taşıdığı hayat kadınlarından biri. o da ona kırmızı bir ruj hediye ediyor ve çok güzel olduğunu, yakında onların işleri ellerinden alacağını söyleyerek iltifat ediyor.
onunla ilgilenen bir diğer kişi ise yaşıtı olan işçi bir genç. filmin sonuna kadar hayat'a olan ilgisine hiçbir karşılık alamıyor. sadece filmin bir yerinde hayat dedesinden çaldığı paraları bu gence veriyor ama onda bile onunla konuşmadan çekip gidiyor. filmin sonunda tecavüze uğramış, babası hapse girmiş ve dedesi ölmek üzereyken omzundaki bütün yükleri sıyırıp çocuk olmaya karar veriyor hayat ve bunu kendi yaşıtıyla, yaşına uyan çılgınlıklar yaparak gerçekleştiriyor. orospudan aldığı kırmızı ruju dudağına sürmekten vazgeçip tüm yüzüne sürerek ve yaşıtı olan bir çocukla -artık sandala değil- deniz motoruna binip, itişip kakışarak...
film durgun bir film, diyaloglar çok az. pek çok şey üstü kapalı anlatılmış. mesela babasının eşcinsel olabileceğine dair hiçbir şey açıkca verilmemiş ancak beyaz gömlekli arkadaşıyla yan yana dururken bebekten gelen 'i love you' lu müzikte ikisinin birbirine bakışları, ilerleyen sahnelerde sandalı takip eden hayatın ormanda bir şey görüp geri kaçması (daha önce de ormanda bir kadınla erkeğin birlikteliğini dikizlemişti), gördüklerinin sonrasında psikolojisinin bozulup yatağında yatıp kalması ve babasının hemen ardından yanına gelip oturması... babanın eşcinsel olduğu izlenimini oluşturuyor. aynı şekilde kızın bakkalda bir kere tacize uğradığını görüyoruz, daha sonrasında kızın elinde poşet dolusu kola, çikolata vb. gezmesinden olayın birkaç defa tekrarlandığını anlıyoruz.
hayat -belki de bir depresyon belirtisi olarak- hiç yıkanmıyor. annesini kendisine yaptıklarına rağmen koruyor. dedesine kendisi de çaresiz kalana kadar bakıyor. pek fazla konuşmuyor. vaktinin bir kısmını televizyonla geçiriyor, taa ki dedesi televizyonu satana kadar. kendi kendine şarkılar mırıldanıyor, kimi zaman da kendini rahatlatmak için kendi kendine vapur düdüğü sesi yapıyor. öfkesini gösterdiği tek canlı bahçede sık sık peşine takılan hindi, onu tekmelemeden duramıyor.
dediğim gibi filmde diyaloglar az ancak ses efektleri yoğun olarak kullanılmış. öyle ki hayat'ın bütün iç dünyasını bu efektler sayesinde takip edebiliyoruz. kedi köpek sesleri, uçak, polis sireni, vapur düdüğü, cam kırığı, çığlık üst üste gelip bize onun o an hissettiklerini anlatıyor. bazı sahnelerde öyle sıklıkla kullanılmışlar ki bir rahatsızlık duygusu da oluşturuyor. mesela hayat'ın halı yıkarken annesinin yanına gittiği sahnede, annesinin onunla ilgilenmeyip oğlunu alıp içeri gitmesiyle üst üste duyulan cam kırığı sesleriyle hayat'ın içinin paramparça olduğunu anlayabiliyoruz. aynı şekilde hayat bakkala giderken duyulan kedi köpek sesleri, uçak sesi ve polis sireni bize her şeyi anlatıyor.
filmin bir ilginç yanı da sadece arabesk müziğin kullanılması. müzikleri hareketli ancak sözleri acıklı olan arabesk şarkılar... film de böyle aslında, son derece acıklı bir hikaye anlatıyor ama ağlak değil asla. hatta tam tersine buz gibi bir film. ve bence ne olursa olsun mutlu bir sonla bitiyor çünkü sonunda hayat iki arada bir derede kalmaktan sıyrılıp kendini buluyor. en azından neyi istemediğini anlıyor. hayatın gerçeklerine boyun eğmiyor. ayrıca filmin başında ve sonunda karşımıza çıkan istanbulluluk kavramıyla da sanırım gerçek istanbulluların şehir hayatının dışına itilişi anlatılıyor. etrafındaki istanbullular hep ona bir yararı olmayan, aykırı tipler. oysa hayat şehrin içindeki herhangi biri gibi olmak istiyor. o nedenle çocuğun istanbullu olmaması onu etkiliyor, çocuğun zengin olabilme olasılığını düşündüğünü zannetmiyorum.
filmin yönetmeni ve görüntü yönetmenine ise kısaca elleri öpülesi insanlar diyebiliriz.
--filmin konusu--
lafın özü filmde ille de aksiyon aramayanların izlemekten keyif alacağı bir film yapmış reha erdem. filmi hiçbir beklenti içine girmeden izlerseniz vardığı yeri seveceksiniz.
bakırköy galleria iş merkezindeki koskoca sinema salonunda tek başınıza izleyebileceğiniz filmdir. sinema salonunu şahsı al-i'nize kapatmış gibi hissediyorsunuz. egonuz tavan yapıyor.
film boyunca çevre sesleri; gevşeme, rahatlama, hayatın hikayesine kulak ver ve onu anlamaya çalış diyor adeta.
küçük bir kız çocuğunun güçlü duruşu karşısında; zayıf ve iradesiz bir babanın ezikliği de göze çarpıyor filmde.
nitekim tüm gelgitlere rağmen ayakta kalmayı başarıyor hayat.
tüm kasvetli havaya rağmen, levent yılmaz da gülümsetmeyi unutmuyor seyirciyi...
sırf orhan gencebay'ın aklım takıldı sarkısını jenerik olarak kullandı diye izlenesi film. fragmanından anladığım kadarı ile istanbulun yuttuğu hayatlardan birini anlatıyor.